Rusya-Batı gerginliği: III. Dünya Savaşı mı, II. Soğuk Savaş mı?

Rusya’nın yeniden uluslararası arenaya döndüğü hususunda herkes neredeyse hemfikir. Herkesin şimdilerde neredeyse hemfikir olduğu bir başka konu ise “Soğuk Savaş” atmosferinin de geri dönmüş olması.

Vladimir Putin 2000 yılında Rusya Federasyonu devlet başkanlığı görevine seçildiğinde, Rusya içinde ve dışında bir çok kimsenin kafasında “Kim bu Putin?” ve “Rusya nereye gidiyor?” gibi sorular bulunmaktaydı. Putin’in Kremlin Sarayı’ndaki makamında törenle göreve başlamasının üzerinden 16 yıl geçti. Anayasal zorunluluktan dolayı 2008-2012 yılları arasında görevi Dmitry Medvedev’e devretmesinin dışında, Putin hep Rusya’nın kaptan köşkündeydi. Medvedev’in başkanlığı döneminde icra ettiği başbakanlık görevinde de perde arkasındaki esas patronun Putin olduğunun herkes farkındaydı.

İçeride güçlü ve kararlı politikalarla siyasi düzen sağlanırken, dışarıda petrol ve doğalgaz fiyatlarındaki rekor artışla birlikte ekonomik rahatlamanın da yolu açıldı. Bu sayede, 1990’ların politik ve ekonomik anlamda gerçekten çalkantılı ve sıkıntılı yıllarından sonra, 2000’lere Putin ile giren Rusya eski güçlü ve nüfuzlu yıllarını yeniden hatırlamaya başladı. Rus halkının beklentilerine hitap eden karizmatik liderlik özelliklerinin de yardımıyla Rus kamuoyunun olağanüstü desteğini arkasına alan Putin, Rusya’yı yeniden uluslararası sahneye geri döndürmeyi gerçek anlamda başardı.

Günümüzde Rusya’nın yeniden uluslararası arenaya döndüğü hususunda herkes neredeyse hemfikir. Herkesin şimdilerde neredeyse hemfikir olduğu bir başka konu ise Rusya’nın dönüşü ile birlikte, tarih kitaplarında kaldığını zannettiğimiz 1947-1991 arasındaki “Soğuk Savaş” atmosferinin de geri dönmüş olması. Artık “İkinci Soğuk Savaş” diye tabir edebileceğimiz bu atmosferin yerini sıcak bir çatışmaya bırakma ihtimali ciddi şekilde konuşulur hale geldi. Geçen yüzyılı adeta ipotek altına alan “Birinci Soğuk Savaş”, tüm soğukluğuna rağmen dünyayı bir “Üçüncü Dünya Savaşı” içine sürüklemedi. Acaba şimdilerde yaşanan “İkinci Soğuk Savaş” dünyayı “Üçüncü Dünya Savaşı”na sürükler mi?

Bu duruma gelinmesinde hem Batı’nın hem de Rusya’nın büyük payı var. Batı, Soğuk Savaş sonrası Rusya’ya, komünizmin son kalıntılarını da üzerinden atmış, ortaklık kurulacak yeni bir ülke olarak değil, ideolojik rakibi Sovyetler Birliği’nin her anlamdaki doğal varisi gözüyle baktı. Moskova’nın tüm itirazlarına rağmen, AB’nin ve özellikle NATO’nun Rusya sınırlarına doğru genişlemesi, tartışmanın temel sebebini oluşturuyor. Rusya’nın eski nüfuz ve etki alanlarındaki ülkelerde yaşanan Batı destekli iktidar değiştirme operasyonları da bu tartışmayı iyice alevlendirdi. Bunun yanı sıra, eski süper güç Sovyetler Birliği’nin varisi olan Rusya’nın zaman zaman açık veya kapalı şekilde aşağılamalara maruz bırakılması bardağı taşıran hamleler oldu.

Bu hamleleriyle Batı, Rusya’ya, Soğuk Savaş’ın aslında bitmediğini düşünmekten başka bir seçenek bırakmadı. İçeride düzeni sağlayan, ekonomik olarak da kendine gelen Rusya ise yeniden kazandığı özgüvenle, Putin’in liderliğinde en iyi bildiği “sert güç” politikalarına başvurmaya başladı. İster intikam duygusu, ister rövanş alma isteği, isterse hak ettiği dikkat ve saygıyı üzerine çekme isteği olsun, Gürcistan, Ukrayna, Kırım, Baltık, Karadeniz ve son olarak Suriye konusunda Moskova’nın attığı adımlar, bunun tipik sonuçlarını oluşturuyor.

Kısaca özetlediğimiz bu karşılıklı çekişmenin neticesi olarak, Rusya-Batı ilişkilerinde Soğuk Savaş döneminden bu yana tanık olunmayan ölçüde kötüleşmeye şahit olmaktayız. Soğuk Savaş döneminin en ciddi krizi olan Küba Krizi’ni bile atlatmayı başarabilen ve “Kırmızı Hat” gibi iletişim kanallarıyla asgari iletişim ve güven atmosferinde kalmayı başarabilen taraflar arasında, artık neredeyse topyekûn güven kaybı gözlenmekte. Taraflar binlerce asker ve silahın katıldığı tatbikatlarla birbirlerine gözdağı veriyor. Soğuk Savaş döneminde hiç olmadığı kadar, savaş uçakları ve savaş gemileri birbirlerine tehlikeli şekilde yakınlaşıyor. Taraflar birbirlerini hedef alan füze sistemlerini yerleştirmek için yarışıyor. Siyasi açıklamalar hiç olmadığı kadar ağır ve sert mesajlarla dolu. Ekonomik ve siyasi ambargolara çok kolay başvurulur hale gelindi. Bazı NATO ülkelerinde, olası tehditlere karşı seferberlik ve sivil savunma faaliyetleri yeniden gündeme gelmeye başladı. Rusya’da ise nükleer saldırı da dahil, olası bir savaşa yönelik savaşa hazırlık denetimleri yapılmaya başlandı.

Tüm bunlar devam ederken, Soğuk Savaş’tan farklı olarak, günümüzde taraflar arasında siber saldırılar, dezenformasyon, ekonomik önlemler ve diplomatik hamleleri de içine alan ‘hibrid’ bir savaş yürütülmekte. Uluslararası gündemin en önemli maddesi olan Suriye konusunda, başlangıçta ‘uluslararası terörizmle mücadele’ çerçevesi içinde kısmi bir diyalog varken ve halâ müzakere masasına oturabiliyorlarken, Halep bombardımanlarını gerekçe göstererek ABD’nin Rusya ile müzakereleri askıya alma kararı sonrasında bu zemin de ortadan kalkmış oldu. Rusya’nın, nükleer silah yapımında kullanılabilecek düzeyde zenginleştirilmiş fazla plütonyumu imha etmek için ABD ile yapılan anlaşmayı askıya alması da bu kötü gidişatın duraklarından sadece birisi. Suriye krizi başladığı andan beri Akdeniz’e adeta askeri yığınak yapan Rusya elindeki tek uçak gemisini bölgeye gönderme kararı alarak tansiyonu daha da artırdı. Son olarak, kuruluşundan beri geçen 107 yıl içinde ilk defa basına mülakat veren İngiltere’nin MI5 Direktörü’nün “Rusya’nın İngiltere’nin istikrarına yönelik giderek artan bir tehdit haline geldiğini ve Moskova’nın, elindeki bütün imkanları ve karmaşık yöntemleri kullanarak amaçlarına ulaşmaya çalıştığını” açıklaması endişeleri daha da artırdı.

Akıllarda ister istemez şu iki soru var: Bu gerginlik ikinci bir soğuk savaşın mı yoksa üçüncü bir dünya savaşının mı işareti? Yukarıda çizdiğimiz tabloya bakarak kafamızda adeta Putin’in Kremlin’deki makam odasında ünlü Rus yazar Lev Tolstoy’un “Savaş ve Barış” romanının sadece “Savaş” kısmını okuduğunu canlandırmak mümkün. Acaba öyle mi? Putin, 2014 yılında Federal Konsey’de yaptığı bir konuşmasında “Yayı sonuna kadar gererseniz bir gün gelir çok güçlü şekilde geri size çarpar” demişti. Moskova’ya bakılırsa Batı dünyası Rusya ile arasındaki yayı gereğinden fazla gerdi. Şimdi Moskova yayı bırakırsa, güçlü bir şekilde geriye çarpma ihtimali var. Kendi penceresinden bakan Rusya, bu durumda Batı’nın yayı gerdirmeyi bırakmasını istiyor. Yani Batı’nın kendisini dinlemesini ve anlamasını talep ediyor.

Putin’in yay benzetmesi Rusya açısından durumu açıklayabilir ama karşımızda tek taraflı bir eylem yok. Aksine, ortadaki ipi tüm güçleriyle kendilerine çeken ve adeta kopma noktasına getiren iki taraflı bir eylem var. İpin tam ortasından kopmasıyla birlikte iki tarafın da istemedikleri bir duruma düşmeleri mümkün hale geldi. Ancak bir durum var: Öncelikle günümüzde tarafları savaşa motive edecek Soğuk Savaş dönemi gibi keskin kutuplu ideolojik bir ortam yok. En azından Rusya için ideolojik bakışın olmadığı kesin. Diğer taraftan Rusya, selefi Sovyetler Birliği’nin bir zamanlar sahip olduğu ne askeri ne de politik güce sahip. Bütün NATO ülkeleri bir tarafa, Rusya tek başına askeri anlamda ABD ile bile kıyaslanmayacak kadar zayıf durumda. Ülke, petrol fiyatlarının düşmesi, Ukrayna olayları ve Kırım’ın ilhakı sonrası ilan edilen yaptırımlardan dolayı hiç olmadığı kadar ekonomik sıkıntı içerisinde. Böyle bir durumda Rusya’nın topyekûn bir savaşı gündeme alması Putin’in “Rus ruleti” oynamasından farksız. ABD ve Avrupa’nın oluşturduğu Transatlantik blokunda da Rusya’ya karşı ortak ve net bir politika da gözlenmiyor. Öyleyse neden ilişkiler bu kadar gergin?

Öncelikle, Rusya açısından başta ABD ile olmak üzere, Batı ile üst perdeden gergin ilişkiler ekonomik anlamda sıkıntıda olan iç kamuoyunu tatmin ve konsolide etmeye yönelik. Bir başka açıdan, Rusya eski yerini yüksek sesle talep ediyor. Diğer taraftan, Rusya uzun bir süredir seçim atmosferinde olan ABD’nin yeni yönetim oluşmadan ciddi bir adım atamayacağını biliyor. Aslında bu tartışmalarla, yeni ABD yönetimine şimdiden dolu bir gündem ve pazarlık dosyaları hazırlıyor. Yeni oluşacak yönetimle ise pekala yeniden bir ‘reset politikası’ başlatılabilir. Zaten ilk reset politikası, tam da Hillary Clinton Dışişleri Bakanı görevindeyken 2009 yılında başlatılmıştı.

Rusya’nın kara günler için biriktirdiği paralar hızla tükeniyor. İçeride ekonomik sıkıntı artarken geniş çaplı bir savaş ortamı, Putin’in 2000 yılından beri dantel gibi ördüğü rejiminin altındaki zemini beklenmedik şekilde çökertebilir. Ekonomik ve askeri anlamda Rusya, Batı karşısında göründüğünden daha zayıf ve tek başına karşı koyamayacak pozisyonda. Geleneksel müttefiki olarak gördüğü Çin gibi ülkelerden beklediği desteği de alamayabilir. Her şeye rağmen böyle bir genel savaştan zaferle bile çıksa, bu zafer yıkıcı büyüklükteki kayıplar pahasına kazanılan bir Pirus zaferinden başka bir şey olmayacaktır. Batının veya NATO’nun amacı da topyekûn bir savaştan çok caydırıcılık olarak görünmekte.

Bu bağlamda, geçtiğimiz günlerde Kremlin’den kulislere yansıyan bir olayı hatırlamak yerinde olacak. Son zamanlarda Karadeniz’in uluslararası sularında Rus ve ABD savaş uçakları birbirlerine tehlikeli mesafede yanaşarak uçmaktalar. Bir Rus savaş uçağının tehlikeli şekilde yakınlaşması sonrasında, Kremlin’deki bir toplantıda, üst düzey isimlerden birinin ABD’yi kast ederek “Bunu hak ediyorlar” demesi üzerine Putin “Vı s uma saşli?!”, yani “Çıldırdınız mı?!” diye tepki göstermiş. Buradan şunu anlayabiliriz: Ülkenin iç ve dış durumu Kremlin’deki şahinleri halâ makul düşünmeye zorluyor. Bu da bize üçüncü bir Dünya Savaşı’na gireceğimizi değil, fakat ikinci bir Soğuk Savaş dönemine girmiş olduğumuzu gösteriyor.