21 Mayıs 1864: Kafkasya’dan sürgün edilen halkların haklarını aramak

Kafkas cumhuriyetlerinde ve Türkiye başta olmak üzere Kafkas kökenli halkların yaşadığı kırkı aşkın ülkede her sene 21 Mayıs 1864 tarihinin yıldönümünde çeşitli yas/anma etkinlikleri yapılmaktadır. Neredeyse tüm Kuzey Kafkas halklarının katılımıyla 11 Mayıs 1918’de kurulan Şimali Kafkas Cumhuriyeti’nin yıldönümü münasebetiyle sevinçle başlayan mayıs etkinlikleri 21 Mayıs’ta yas mahiyetindeki anma merasimlerine dönüşmektedir. SSCB’nin 1991 sonunda dağılmasının ardından dünyanın dört bir yanında artış gösteren bu anma merasimlerinin büyük sürgünün kurbanlarının tarihte çiğnenen hak ve itibarlarının iade edilmesini hedefleyen bir eylemler bütününe dönüştürülmesi icap etmektedir. Zira bu tür etkinlikler iki asrı aşkın soykırım sürecinin ardından gelen yarım asırlık sürgün sürecinde yaşanan acıları unutmamak için anlam ifade etse de soykırım ve sürgün kurbanlarına hak ve itibarlarının iadesini sağlamaya yetmeyecektir.

Öncelikle Çarpıtılan Kavramları ve Tarih Algısını Düzeltmek

Çarlık döneminde başlayıp sosyalist dönemde zirveye çıkan çarpıtmanın boyutlarını görmek için birkaç örnek vermek yeterli olacaktır:

Rus tarihçilerinin 18. yüzyılın ikinci yarısından bu yana Kafkasya’da cereyan eden soykırımlardan ‘Kafkas Savaşları’, sürgünlerden ‘göç’, Kafkas halklarından ‘dağlı’ şeklinde yanlı ve maksatlı tanımlamalarla bahsetmesi, günümüzde ise federatif yapıyı üniterleştirme politikalarının bir tezahürü olarak Kafkasya’nın ‘Güney Rusya’ şeklinde adlandırılması hakkaniyet kaygısı taşımayan, yanlı ve art niyetli tutumların sadece birkaç örneğidir. Kafkas halklarının birbiriyle savaştığı izlenimi uyandıran tamlamanın doğrusu ‘Rus-Kafkas Savaşları’dır. Tahkir amacı da taşıyan ‘dağlı’ tanımlaması yerine mazur görülebilecek en masum tanım ‘yerli’ olabilir. Abaza, Çerkes, Çeçen, Oset, Avar, Lak, Lezgi, Karaçay, Balkar gibi kavim adları tek tek anılmak istenmiyorsa en azından “Kafkas Halkları” denmelidir. Kafkasyalılar yedi bin yıl boyunca yaşadıkları cennet vatanlarını kendi irade ve tercihleriyle terk etmiş değildir ki bu büyük çaplı zorunlu nüfus hareketi ‘göç’ olarak isimlendirilebilsin! Kafkasya’dan Osmanlı topraklarına yönelen ve bazı tarihçiler tarafından ‘zorunlu göç’ ya da ‘tehcir’ olarak adlandırılan cebrî nüfus hareketini ifade edebilecek en uygun kavram ‘sürgün’dür.

21 Mayıs 1864: Büyük Kafkas Sürgününün Boyutlarını Görmek

İnsanlığın bilinen tarihinde görülen en büyük zorunlu nüfus hareketlerinden biri, 155 yıl önce, 21 Mayıs 1864’te resmiyet kazanan ve yirmi yılı aşkın bir sürede, -büyük çoğunluğu Çerkeslerden oluşmak üzere- iki milyona yakın Kafkasyalının binlerce yıllık yurtlarından sürülerek dönemin Osmanlı coğrafyasında iskân edilmesi hadisesidir.

Üç asır boyunca süren zalim saldırılarda onlarca katliam gerçekleştirmiş olan Rusya’nın bir buçuk asır önce Kafkas halklarına dayatmış olduğu sürgün süreci de yeni bir katliama dönüşmüştür. Zira apar topar yurtlarını terk etmek zorunda kalan insanların büyük çoğunluğu büyük acılar ve yokluklar içinde hayata veda etmiştir. Sağ kalabilenler de kültürel ve demografik soykırıma maruz kalmıştır. Rus-Kafkas savaşlarının Kafkas halkları aleyhine mağlubiyetle sonuçlanmasının ardından Kafkasya’dan Osmanlı coğrafyasına kitleler halinde nüfusun bir kısmı yollarda bir kısmı da büyük zorluklarla ulaştığı sahillerde hastalıktan, yorgunluktan ve yoksulluktan kırılmıştır.

Rus Çarı II. Aleksandr’ın, “Kafkasya Orduları Başkomutanı” ve “Naip” sıfatıyla atadığı kardeşi Grandük Mihail Nikolayeviç, 1864 yazında Batı Kafkasya sakinlerine şu fermanı tebliğ etmişti: “Bir ay zarfında Kafkasya terk edilmediği takdirde, bütün nüfus savaş esiri olarak Rusya’nın muhtelif mıntıkalarına sürülecektir.” (Berkok, 526). İşte bu yüzden, esareti en büyük şerefsizlik addeden Kafkasyalılar, güzel vatanlarını terk etmeye mecbur kalmışlardır. Lermontov bu hakikati bir şiirinde şöyle dile getirir:

“Bu insanlar neden yurtlarını ve babalarının mezarlarını terk ediyorlar? Düşman kuvvetinin zoru ile mi? Hayır! Düşman kuvvetlerinin beraberlerinde getirdiği esaret zincirinin korkusuyla!” (Berkok, 524).

Büyük çoğunluğu Çerkeslerden oluşmak üzere Osmanlı Devleti’ne sığınan Kafkas halkları, başta Anadolu olmak üzere Balkanlar, Suriye, Ürdün ve Irak’ta yoğun şekilde iskân edilmişti. Yurtlarından büyük zulümlerle sürdüğü 2 milyon insanı gittiği yerde de rahat bırakmayan Rusya, onların nerelerde iskân edileceğine de müdahale etmişti. Rusya’nın 2 Mart 1878’de Osmanlı Devleti ile imzaladığı anlaşmada, Rus hududuna yakın yerlerde iskân edilen Çerkeslerin yeniden iç bölgelere götürülmesi istenmiştir (Berzeg). Nitekim öyle de yapılmış, 150.000 Çerkes bu sefer de Rumeli’den Anadolu’ya ve Şam havalisine göçürülmüştür.

1864’te yaşanan büyük sürgünde yurtlarından edilen insanların sayısı ile ilgili Rus, İngiliz, Fransız ve Osmanlı kayıtlarında 700 binden 2 milyona kadar değişen rakamlar mevcuttur. Osmanlı Devleti’nin nüfus hareketlerini inceleyen Obisni İrolitimo 1866’da muhacirlerin sayısının bir milyona ulaştığını belirtir. Osmanlı nüfusu konusunda kıymetli çalışmalara imza atmış olan Prof. Kemal Karpat, 1859-1879 arasında yurtlarından zorla çıkarılan Kafkasyalıların, çoğu Çerkeslerden oluşmak üzere 2.000.000 civarında olduğunu, sağ salim Osmanlı Devleti’ne ulaşabilen muhacir sayısının ise 1.500.000 olduğunu belirtir (Karpat).

Yeterli kayıtların yapıl(a)maması sebebiyle o döneme ait vesikalar noksan da olsa, 25 yıllık araştırmalarım neticesinde yurtlarından sürülen Kafkasyalıların sayısı konusunda vardığım kanaat şudur: Kafkasya’da yaşanan iç sürgünleri, 1944’te Sibirya ve Orta Asya’ya sürülenleri, Balkanlardan Anadolu’ya, Bandırma civarından Güneydoğu’ya göçürülenleri, Yahudi-Arap savaşında Suriye’de Cûlân (Golan) bölgesinin işgali üzerine Kunaytıra’dan sürülenleri de hesaba kattığımızda, kelimenin hakiki anlamıyla yurdundan sürülen Kafkasyalı sayısı 3 milyonu aşmaktadır. Bu büyük kitlenin yarısı, daha iskân edilecekleri mahallere ulaşamadan yollarda, bir kısmı da ilk iskân mahallerinde büyük gruplar halinde hayatlarını kaybetmiştir!

Toplumsal yapıda derin tahribatlara yol açan ‘Büyük Kafkas Sürgünü esnasında ve öncesindeki soykırımlarda yaşama hakkı başta olmak üzere birçok temel hakları ihlal edilen mağdur insanların hak ve itibarlarının iade edilmesi, bugünkü torunlarına Rusya yönetimince özür beyanlarının iletilmesi, anavatanlarına dönme ve dedelerinin topraklarında yeniden iskân edilme hakkı verilmesi, sembolik de olsa manevi tazminat ödenmesi, milyonlarca mağdurun hakkını iade etmese de bir teselli vesilesi olacaktır.

Hak ve İtibar İadesi İçin Uluslarüstü Sürgün Araştırmaları Enstitüsünü Kurmak

İnsanlık tarihi boyunca gerçekleştirilen sürgünlerin, bu insanlık suçuna maruz kalmış halkların temsilcilerinin de katılımıyla oluşturulacak uluslararası bir özel organizasyon tarafından derinlemesine araştırılarak ortaya konulmasını, bu insanlık suçunu işleyen devletlerin, ezdikleri ve sürdükleri halklar başta olmak üzere bütün bir insanlıktan özür dilemeleri, soyları kırılan ve sürülen halklara mümkün olabilecek en büyük bir cömertlikle hem itibarlarını hem de tarihî haklarını iade etmeleri belirlenecek bir sistemle sağlanmalıdır.

Çerkesler başta olmak üzere hemen tüm Kafkas halklarının sürgünü, iskânı ve uyumu gibi hayati meseleleriyle ilgili on binlerce belge barındıran Osmanlı Arşivleri ile Rus, Gürcü, İngiliz, Alman vb. devlet arşivlerini de inceleyerek Büyük Kafkas Sürgünü’nü tüm boyutlarıyla ortaya koyabilecek bir enstitü sadece Kafkas halklarının değil, kitleler halinde yerlerinden sürülen diğer halkların da sürgünlerini araştırarak insanlığa büyük bir hizmet sunacaktır. Böylece siyasi, etnik vb. kaygılar taşımadan insaniyet namına hakkaniyet zemininde yürütülecek kapsamlı bir çalışmadan sonra mazlum, mağdur ve mehcur halklara itibarlarının iade edilmesi ve yaşayan torunlarına haklarının iade edilmesi mümkün olacaktır.

Düşünce, Kültür ve Sanatın Kimlik İnşasındaki Rolünü Kavramak

17 Mayıs 2019 tarihinde Yıldız Teknik Üniversitesi’nde konuşmacı olarak katıldığım “1864 Sürgünü Ardından Türkiye’de Çerkesler” başlıklı panelde sunduğum tebliği özetlediğim bu kısmın ardından gazeteci Erol Karayel’in “Kimlik ve kültürün korunmasında sanat ve edebiyatın katkısı” başlıklı tebliğinden aldığım notları da paylaşmakta yarar görüyorum:

Millî kimliğin korunması için ekonomi, siyaset, eğitim, akademya, uluslararası ilişkiler ve sosyal hayat alanlarında yapılacak çok iş vardır. Kültürel kimliğin korunmasında bunların hepsinden öncelikli ve bu alanların hepsini besleyecek temel bir çalışma alanı bulunmaktadır: Düşünce, sanat ve edebiyat alanı. Kimlik yozlaşmasının önüne ancak bu alanda yapılacak yoğun ve verimli çalışmalarla geçilebilir.

Örselenen kolektif bilincin yeniden inşa edilmesi ve toplumda bir ‘var olma’ iradesinin ortaya çıkartılması için bu iradeyi üretip besleyecek entelektüel gayrete ihtiyaç vardır. Toplumu etkileyen her türlü gelişmeyi düşünce süzgecinden geçirmek ve millî yapıya uygun hale getirebilmek çok önemlidir. Bu yapılmazsa sunulana tâbi olunur, önerilen kalıba girilir ve millî dava da kaybedilir. Ünlü düşünce ve siyaset adamı Aliya İzetbegoviç; “Savaş ölünce değil, düşmana benzeyince kaybedilir” sözüyle bu gerçeği gayet veciz bir şekilde ifade etmiştir. Peygamber Efendimizin (s) de; “Kim kime benzemeye çalışırsa ondandır” buyurmuştur… Karayel uzunca tebliğinde Kafkasya’da üretilen edebiyatın gücüne de işaret ediyor:

Yunan mitolojisi ikibin yıldır Batı dünyasını cezbetmektedir. Antik Yunan mitolojisinin ve özellikle bundan hayat bulan felsefesinin Rönesans düşünürleri, ressamları, şairleri ve yazarları üzerinde ilham şeklinde geniş bir etkisi olmuştur. Rönesans, Avrupa’nın kilitli zihnini açan anahtar olarak kabul edilmektedir. Bu sayede Avrupa’da bilim, insanlık, din ve siyaset alanlarında yeni bakış açıları ortaya çıkmıştır. Ali Canip Yöntem; “Bütün edebiyatların en zengini, en mümtazı eski Yunanlılarınkidir. Avrupa edebiyatlarının en mümtazları bu ananın yavrularıdır.” diyerek Avrupa’daki tüm edebî çalışmaları Yunan köküne bağlamaktadır. Yunan mitolojisi Avrupa medeniyetini hazırlayan temel kaynak olarak görülmektedir. Bu yüzdendir ki Yunanlılar bugün her konuda Avrupa toplumlarının tam sempati ve desteğini almakta, yaptığı şımarıklıklara göz yumulmaktadır.

Halbuki Yunan mitolojileri Nart mitolojisinin bir versiyonudur. Kökleri Kafkasya’dadır. Homer’in Odissa’sının aslında bir Kafkasya seyahatnamesi olduğunu kaç kişi biliyor? Bugün Yunanlılara büyük prestij sağlayan bu edebî metinler Kafkas halklarını anlatmaktadır. Özetle Yunan mitolojileri tamamıyla Nart Destanlarının versiyonudur…

Bugün dünya üzerinde geniş bir taraftar kitlesi olan liberal düşüncenin ideal toplumsal düzen için öngördüğü “devleti minimize, özgürlükleri maksimize etme” formülü Kafkasya’da başarıyla gerçekleştirilmiş, yüzyıllarca ayakta duran devletsiz bir toplum düzeni kurulabilmiştir. Liberal düşüncenin Türkiye’deki en önemli isimlerinden Prof.Dr. Atilla Yayla, kendisi de bir Çerkes olan Ahmet Midhat Efendi’nin “Çerkesya’da Hükümet Şekli ve Uygarlık Düzeni” isimli Xabze (Çerkes Töresi) toplumunu anlatan makalesini okuduktan sonra yazdığı takdimde şu değerlendirmeyi yapar: “Yazı siyaset teorisi açısından bir hayli ilginçtir. Merkezî bir siyasi yönetim olmaksızın toplumsal düzenin olamayacağı yolundaki klasik tezi yalanlayan bir örnektir.”

Evet, xabze toplumunda devlet yoktur ama başka bölgelerde ancak devletle sağlanabilen toplumsal düzen xabze (teâmüli kaideler bütünü) tarafından fevkalade bir şekilde sağlanmıştır. Çerkesler başka coğrafyalarda devlet gücüyle kurulabilen toplumsal düzeni, ‘devlet’ diye bir aygıt oluşturup başlarına bela etmeden kurmuşlar ve yüzlerce yıl da bu düzeni başarıyla sürdürmüşlerdir…

Karayel, tebliğini düşünce üretmenin önemine dikkat çekerek bitirdi:

Sağlam bir fikrî alt yapı ile yoğun kültürel ve sanatsal üretimler, kişilerin mensubiyet duygusunu ve özgüvenini artırır, yitirilmiş olan var olma iradesini yeniden ortaya çıkartarak pekiştirir. Düşünce üretemezsek, başkalarının üretimlerini tüketen bir topluluk haline gelir ve bu deryada kaybolup gideriz. Dilimiz, kültürümüz, çevremiz, hayat tarzımız, değerlerimiz başkaları tarafından şekillendirilir.  Nitekim Batı düşüncesinin, rasyonalist, objektivist, pozitivist, ilerlemeci vb. tezlerinin diğer toplumların neredeyse tamamını etkisi altına almış olmasının temelinde, diğer düşünce akımlarındaki bu kabızlığın rolü vardır.

Panelin moderatörlüğünü üstlenen Doç.Dr. Setenay Nil Doğan da her iki tebliğin vurguladığı hususları özetledikten sonra Çerkes/Kafkas soykırım ve sürgününü başka toplumlara anlatabilmenin ve onların da bu davaya destek olmalarının önemine dikkat çekti…

Büyük Kafkas Sürgününü anlatan bir sinevizyon gösteriminin ardından YTÜ Balkan ve Karadeniz Araştırmaları Merkezi (BALKAR) Müdürü Prof.Dr. Mehmet Hacısalihoğlu’nun açılış konuşmasıyla başlayan panel üç saat kadar sürdü. Karahindiba çiçeğinin Çerkesler başta olmak üzere Kafkas halklarına reva görülen soykırım ve sürgüne şahitliğini anlatan kısa bir video gösterimiyle tamamlanan panel, salonu dolduran öğrenci, araştırmacı, siyasetçi ve STK temsilcilerinin yoğun ilgisine mazhar oldu. Katılımcıların büyük çoğunluğu, organizasyonda aktif rol oynayan YTÜKAF Kulübü’nün ikram ettiği iftar yemeğine de katıldı…