21 Mayıs ve Sürgün
153 yıl önce bugün Kbaada üssü düştü. Kbaada bugün Adiğey’le Abhazya arasındaki hemen hemen insandan arındırılmış dağlık coğrafyada yüksek bir yayla. 153 yıl önce bugün Kuzey Batı Kafkasya’nın işgaline kollarındaki son güçle, avullarındaki son delikanlılarla, tüfeklerindeki son barutla karşı koyan Abdzakh, Şapsığ, Nathuac ve Ubıkh savaşçılarının son sığınağı olan bu bölge de Rusların eline geçti. Çar’a bir müjde olarak bildirildi Kbaada’nın düşmesi.
“Majesteleri! Bugün itibarıyla Kuzey Kafkasya’da zatınızın otoritesine karşı koyan hiçbir dağlı aşiret kalmamıştır.”
Kbaada yaylasında Ruslarla yapılan son savaşın ayrıntılarına dair hiçbir şey bilmiyoruz. Çünkü olup bitenlere dair bilgi verecek hiç kimse kalmamıştı o gün. Hiç kimse sağ kalmayacak şekilde direnmiş, sarsılmış ve yıkılmıştı Kbaada.
Yüz elli üç yıl önce bugün sökmüşlerdi Çerkesya adlı yüce ve yaşlı çınarı yaşama bağlayan son kökleri de.
Sonrası biz böyle olduk işte. Dağılıp saçıldık ipi kopmuş tesbih taneleri gibi. Düştüğümüz köşelerde kaybolduk. Ne atımızın izi ne çocuklarımızın sesi kaldı. Biz, yüz otuz sene önce bugün susturulduk.
21 Mayıs’ın sürgün günü olarak anılması ne derece doğrudur, bu tartışılır. Çünkü çok önce başlamıştı Kafkasya’nın boşaltılmasına yönelik hareketler. 1846’da Osmanlı’ya savaş mağduru Kafkasyalıların sığındığına dair kayıtlar var. 1850’li yılların sonunda gayri muayyen aralıklarla ve oranlarla insanlar yığılmaya başlamıştı Osmanlı kıyılarına. 21 Mayıs’ı bu nedenle daha çok Kuzey Batı Kafkasya’da Çerkesya adıyla bir siyasi güç kurma gayreti gösteren ve büyük ölçüde örgütlenen kabilelerin direnişin sona erdiği tarih olarak kabul etmek daha doğru olabilir (mi?).
. . .
Sürgün, bir halka tattırılabilecek en acıklı azap. Bir yanı soykırımdır sürgünün. Çünkü halklar, yaşam alanlarında varlıklarını koruyabilirler ancak. Yaşam alanından sürülüp çıkarmak, o halkı topyekun yok etmek anlamına gelir. Sürgün eden tarafından baktığımız zaman gasbın en vahimi, en özel şeklidir. Sürgün edilen halkın her şeyine el koymak, ona ait her şeyi zorla mülkiyetine geçirmek manasına gelir. Birey gasp suçunu işlediği zaman onu mücrim kabul edip cezalandıran hukuk sistemleri, sürgün gibi bir halka mensup bireylerin tamamını cezalandıran ve onların mülkiyet haklarını hiçe sayan hükümet tasarrufları (!) karşısında sessizdir.
Sürgün edilen cephesinden baktığımızda bu uygulamanın, felaket kelimesinin ifadeden aciz kaldığı sonuçlar doğurduğunu müşahede etmekteyiz. Her hangi bir cezayı hak eden ve hak etmeyen ayrımı yapılmaz sürgünde. Masumlar ve gelecek nesiller de mağdur olur. Sürgün edilen, kimliğine, geçmişine ve kültürüne dair çok az öğeyi yanında götürebilir. Eğer bu Kafkasya gibi özgün bir coğrafyadan Anadolu düzlüklerine, Arap çöllerine, yani iklimin ve coğrafyanın çok farklı olduğu bölgelere doğru yapılmış bir tehcir ise bunun anlamı, özgün değerlerin korunmasının imkansız denecek derece zorluk taşıdığıdır.
Sürgün edilen halkın geçmişi zorla elinden alınır, kendisini başka halklardan farklı kılan tüm özellikler silinir, geçmişten kopuk belirsiz bir geleceğe itilir. Yaşam, serbest dolaşım ve mülkiyet gibi hakları yok sayılır. Bu nedenle sürgün, halkların imhası anlamına gelir.
Tarih, çoğu siyasi erkin sürgün yöntemine başvurduğunu anlatmaktadır. Bu cürümün suçlularını Hititler’e, Asurlar’a Persler’e kadar aramak mümkün. Askeri ve ekonomik güç, kendisine tehlike gördüğü unsurların yaşam alanları dışına çıkmaları halinde kısa zamanda tehlike teşkil edemez dururuma geldiklerini, uslanıp eridiklerini keşfedeli binlerce yıl oluyor.yazık ki hala uygulanan, hala kitleleri mağdur eden bir cezadır bu.
Güçlülerin sabıka sorgularına ilişkin yapılan küçük bir araştırma neticesinde kabarık suç dosyalarıyla karşılaşıyoruz. İngilizlerin Hindistan gibi sömürgelerinde uyguladığı sürgün siyaseti, Amerikalıların yerlileri yürümeye zorladıkları altı yüz kilometrelik gözyaşı yolu, İspanyolların Endülüslüleri dokuz asırlık yurtlarından kovuşu, Hıristiyanlığı kabul eden Roma İmparatorunun İsrail oğullarını Mesih’i öldürmekle suçlayıp gemilere doldurup dünyanın dört bir yanına dağıtışı bunlardan bir kaçı… Ama ille Rus tehcir sabıkası çok kabarık. Bu suçun diğer faillerinin sabıkasının toplamı Rusların cürümleri karşısında pek küçük kalıyor. İster çarlık, ister Sovyet dönemi olsun Rus devletinin en çok uyguladığı emperyal politikanın Sürgün olduğunu görüyoruz. Rusların bu konuda ne derece uzman olduğunun, tarihi tecrübelerinin onları bu hususta ne büyük dahiler haline getirdiğinin en güzel örneği Kafkasya’nın bugünkü halidir.
Rusya iki asırlık sürgün politikalarıyla satranç tahtasına çevirdiği Kafkasya’da bu gün yerli halklara ve bölgede çıkarı olan diğer devletlere kolaylıkla şah çekmektedir. Rusya yüz elli yıl üç önce boşaltmaya başladığı Kafkasya’da bu gün büyük ölçüde tek başınadır. Bunu askeri gücüne değil, amaca ulaşmak için her yolu mübah gören vicdanına borçludur.
Sürgün planının uygulanmaması halinde Rus devletinin Kafkasya’ya hiçbir şekilde yerleşemeyeceği ortadaydı. Hiçbir zaman hükmünü geçiremediği bu dağlar Rus borusuna yankı vermeyi reddediyordu. Sürgün bunun tek yoluydu. Önce silah ve kılıçla yerlileri dağlara sürdüler. Kuban’ın kuzeyi daha Çariçe Katerina zamanında yerli nüfustan arındırılıp Kozak Yurdu haline getirilmişti. Kılıçlarıyla santim santim sürgün ederek yurtlarından çıkardılar onları. 1864, kitlesel yer değiştirmenin ilanıydı belki. Daha sonra Oset Tehciri, Çeçen tehciri… Küçük grupları tehcir ederek sürdürdüler bu politikayı. Bolşevik İhtilale kadar sadece Kafkasya’dan 4 milyon insanın sürgün mağduru olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Bu tavrın kazandırdıklarını görünce 1944 yılında hiç kimseye hesap vermek veya soru sormak ihtiyacı olmaksızın Çeçen, İnguş, Karaçay, Balkar, Kırım Tatarları ve Ahıska Türklerini zorla çıkardılar yerlerinden. Bu tarihte Lenin’in aydınlık yolunda yürüyen Stalin’in “Mutlu Halklar Birliğinde” tam on milyon insan yer değiştirmişti. Kafkas halkları Sibirya’ya giderken onların boşalttığı yerlere komşu halklar yerleştirilmiş, komşu halkların terk ettiği topraklara Sibiryalı aileler getirilmişti. Kafkasya içinden çıkılamaz bir Knossos labirenti olmuştu. Yerli halklar da bu labirentin kobaylarıydı sadece.
Dağıstan’daki küçük nüfuslu halkların da sürgünden son anda kurtulduklarına dair belgeler ortaya çıkarıldı son zamanlarda. Sadece Kafkaslarda değil, Balkanlar’da da, Rus yayılmacılığının piyonları olan Slav halkların sosyalist idareleri bu bölgede yaşayan Müslüman nüfusu büyük ölçüde sürmüştür. 1878’de Balkanlarda %64 olan Müslim nüfus bugün sadece %8 dir. 1 ( Bu konuda Justin Mc Cartey ve Kemal Karpat çok daha ilginç veriler ortaya koyuyor fakat nüfusunun %60’ını civar coğrafyalardan gelmiş göçmenlerin torunlarının oluşturduğu Türkiye Cumhuriyetinde bu bilim adamlarının eserleri bin basıyor. Bilim, tarih ve edebiyat çevreleri bu bilgilerden habersiz bir şekilde asılsız Ermeni iddialarına karşı Türk Tezlerinden bahsediyor.Trajedinin böylesi tiyatronun anavatanı olan Anadolu’da görülebilir ancak.)
Bu veriler sadece çok bilinenler, ya da bizim için çok önemli olanlar. Bunun dışında Rus sürgün politikasının başka mağdurları da var. Rus yönetimi yüzlerce yıl önce Rusya’yı yakıp yıkan Cengiz Han korkusunu atalarından tevarüs etmiş, Tatar halklarını bir daha asla bir araya gelemeyecek şekilde dağıtmıştır. Kuzey Kafkasya’ya, özellikle Karaçay – Çerkes’e binlerce Koreli yerleştirilmiştir. 1957’de affedilen Sibirya sürgünü Çeçen toprakları Dağıstanlılara, İnguş toprakları Osetlere, Karaçay ve Balkar toprakları diğer yerli halklara verilmek suretiyle kıyamete kadar çözülemeyecek arazi ihtilafları oluşturulmuştur. Don Almanları Stalin’in imzasının mağduru halklardandır. Kırım ve Ahıska Türklerinin itibarı hala iade edilmemiştir. Karabağ kaçkını yüz binlerce Azeri’yi süren Ermeniler kendilerine yapıldığını iddia ettikleri soykırımı Azerilere yapmayı Rus hükümetinden öğrenmiş olmalılar. Yekvücut olması beklenen Orta Asya ise tam bir aşure kazanı haline getirilmiş durumda. Kırgız ve Kazaklar arasındaki soğukluk, Özbeklerle Türkmenler arasındaki soğukluk düşmanlık haline gelmiş adeta. Bu halklar Sosyalist dönem boyunca birbirine karşı bilenmiş, kinlenmiş. Rus idaresi Kremlinden başarısını izliyor. Bu başarıdan aldığı cesaretle kirli parmaklarını dünya haritasının çeşitli yerlerinde gezdirmeye devam ediyorlar.
Bizler Rus emperyalizminin Türkiye’de yaşayan mağdurlarıyız ve 21 Mayıs bu mağduriyetin anma günü. Yukarıda ana başlıklarla izaha çalıştığımız gibi biz Rus politikasının mağduru bilmem kaç halktan birisiyiz sadece. Şimdi birileri kalkıp da sürgün sonrası yerleştikleri yerde ölen göçmenlerden, Aydemirov’un “Uzun Geceler”inden, Şınkuba’nın “Son Ubıkh”ından bahsetmesin. Kendisine ait olmayan topraklarda keyfi cinayetlerine büyük bir cesaret ve pervasızlıkla devam eden Rus yönetimini uygar dünyanın varsa vicdanı, yoksa ekranı önünde yargılamak, bizler için bir hedef olmalıdır.