Sığınmacılar Sorunu

Mültecilik sorunu uluslararası ilişkiler anlamında neredeyse bütün dünya devletlerinin karşı karşıya kaldığı bir gerçekliktir. Tarihsel açıdan konuyu incelediğimizde kuralık, siyasi baskı ve benzeri pek çok nedenden ötürü yer değiştiren, göç eden halkların varlığı söz konusuysa da hukuki bir terim olan mültecilik kavramı görece modern bir olgudur. İkinci Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan yeni dünya düzeninde bu konu kendine ön sıralarda yer edinmiştir. Küresel ölçekte baktığımızda siyasi krizlerin sıkça yaşandığı Afrika kıtası, kıta içinde yer değiştirmeler ve başka kıtalara özellikle Avrupa’ya yapılan yasadışı göçlerle anılır hale gelmiştir. Ancak son 4 yıl içerisinde Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde gerçekleşen siyasi dönüşümler bu bölgeyi mülteci sorunuyla gündemin birinci sırasına yerleşmiştir. Libya ve Suriye’de patlak veren iç savaş sonrasında ülkelerini terk etmek zorunda kalan milyonlarca insan komşu ülkelere seyahat etmek zorunda kalıyor, diğer kesimi ise üçüncü ülkelere özellikle AB üyesi devletlere sığınmak için büyük tehlikeleri göze alıyorlar. Suriye’ye komşu olan dört ülke Türkiye, Lübnan, Ürdün ve Irak, bugün dünyada sırasıyla en çok Suriyelinin barındığı devletlerdir. Bütün bu bilgiler ışığında bu makale birinci bölümde mültecilik nedir sorusundan hareketle bu konuda uluslararası antlaşmaları inceleyecektir. İkinci bölümde dünya çapında karşılaşılan mültecilik ve göç sorunlarını ele alınacaktır. Üçüncü ve son bölümde ise Türkiye’nin tarihinde karşılaştığı göç hareketlerini analiz edilerek Suriye krizinin ortaya çıkardığı son durum tartışılacaktır.

  1. Uluslararası Hukukta Mültecilik

Başta da ifade edildiği üzere “Mültecilik” 20. yüzyılın başlarında uluslararası hukukta kendisine yer bulan bir kavramdır. Tarihsel olarak baktığımızda İkinci dünya savaşında binlerce insanın ülkelerinden edilmeleriyle ortaya çıkan kitlesel göç hareketleri uluslararası krize yol açmıştır. Mültecilik Avrupa’da yaşanan bu toplumsal krizin sonucunda sığınmacılık anlamında ilk olarak 1948 yılında yayınlanan İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin 14. maddesinde “Herkesin zulüm altında başka ülkelere sığınma ve sığınma olanaklarından yararlanma hakkı vardır” şeklinde yer almıştır. Daha sonrasında imzalanan Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin 1951 Cenevre Sözleşmesi ile “Mültecilik” hukuki hüviyet kazanmıştır. Cenevre Sözleşmesine göre;

“Irkı, dini, tabiiyeti, belirli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri yüzünden zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korumasından yararlanamayan, ya da söz konusu korku nedeniyle, yararlanmak istemeyen; yahut tabiiyeti yoksa ve bu tür olaylar sonucu önceden yaşadığı ikamet ülkesinin dışında bulunan, oraya dönemeyen veya söz konusu korku nedeniyle dönmek istemeyen her şahıstır.”

Ancak bu düzenlemenin problemli noktası sadece 1951 yılından önce Avrupa sınırları dâhilinde meydana gelen mülteci sorunlarını çözmeye yönelik hazırlanmasıdır.[i] Bu sorunu ortadan kaldırmak amacıyla 1967 yılında ise yeni bir düzenleme ile tarih ve coğrafi sınırlamaları revize edilmiştir. Dolayısıyla artık benzer bir sorunla Avrupa dışında karşılaşan insanlarda mülteci konumunda değerlendirilebilecektir.

Türkiye’nin uluslararası hukuka tutumuna baktığımızda 1951 sözleşmesine taraf olmakla birlikte iki tane çekince ortaya koymuştur. 1961 yılında Resmi Gazetede yayınlanan kanunda; “Bu Sözleşmenin hiçbir hükmü, mülteciye Türkiye’de Türk uyruklu kimselerin haklarından fazlasını sağladığı şeklinde yorumlanamaz” şeklinde bir ifade ile Türkiye birinci çekincesini belirtmiştir. İkinci ve en tartışmalı durum ise “coğrafi sınırlama” revizyonuna yöneliktir. Buna göre sadece Avrupa’dan Türkiye’ye gelecek sığınmacılar “mülteci” (refugee) olarak kabul etmektedir. Avrupa dışından ülkeye girenler ise hukuki olarak “sığınmacı” (asylum seeker) statüsü elde etmektedirler (Erdoğan, 2015, s.45). Bu Türkiye’nin halen takip ettiği politika olup, ülkeye sığınan insanların durumunda sorunlar çıkarmaktadır. Ancak Türkiye ile ilgili mevzuatın detaylarını üçüncü bölümde inceleyeceğimizden bu konuya geçmeden uluslararası nitelikteki göç ve mültecilik sorunlarını ele almaya çalışacağız.

  1. Küresel Çapta Göç Sorunu

Her ne kadar uluslararası ilişkiler en temel birim olarak devleti analizinin merkezine yerleştirse de özellikle belli dönemlerde gerçekleşen göçler ve mültecilik durumları devletlerarası ve/veya makro düzeyde sorunlar yaratabilmektedir. Birleşmiş Milletler bünyesinde kurulan Mülteciler Yüksek Komiserliğinin (UNHCR – BMMYK) kuruluş macerası insan hareketliliğinin ister istemez dış politika gündeminde yer alacağının bir göstergesi şeklindedir. 1950 yılında Cenevre’de kurulan komiserliğin 3 yıl içerisinde mültecilik sorununu halledip kendini feshedeceği bekleniyordu. Sovyetler Birliğinin 1954’te Macar Devrimi’ni bastırması sonrasında Avrupa içinde tekrar patlak veren mülteci krizi, 1960’lı yıllarda bağımsızlıklarını kazanan Afrika ve Latin Amerika ülkelerinde yaşanan yerinden edilmeler BMMYK’nın sürekliliğine neden olmuştur. 20. yüzyıl sonları 21. yüzyıl başlarında meydana gelen önemli insanlık dramlarından Ruanda, Bosna Herkes, Çeçenistan Somali, Afganistan ve diğer pek çok bölgede ülke vatandaşları farklı ülkelere göç etmeye zorlanmışlar ve sığındıkları ülkelerde diaspora grupları oluşturmaya başlamışlardır.[ii] Küresel ölçekte çalışan BMMYK’nın aksine spesifik konularda faaliyet gösteren örgütlerde bulunmaktadır. Birleşmiş Milletler Yakın Doğu’daki Filistinli Mültecilere Destek ve Yardım Kuruluşu (UNRWA) 1948 yılında patlak veren Arap – İsrail savaşının ardından mülteci durumuna düşen 7 yüz bin Filistinliye yardım amaçlı kuruldu. Esasında bu da bir başka mülteciliğin sonucudur. Adolf Hitler’in 1933’de iktidara gelmesiyle sadece Almanya’da değil ilerleyen dönemlerde bütün bir Avrupa genelinde Yahudilere karşı girişilen soykırım sonucunda Filistin bölgesine kitlesel göçlerin gerçekleşmiştir. Bu göçün yol açtığı, etkileri bugün halen İsrail – Filistin sorunu dâhilinde devam eden, en temel sorun Filistinli Arap sığınmacılar meselesidir. Barış görüşmelerinde Filistinlilerin topraklarına geri dönmelerini ön gören şartların bulunması da durumun siyasi hüviyetini anlatması bakımından önem arz etmektedir. Her geçen gün giderek büyüyen bu krizin sonucunda bugün UNRWA’nın himayesinde Ürdün, Lübnan ve Suriye başta olmak üzere farklı coğrafyalarda yaşamakta olan Filistinli mültecilerin sayısı toplamda 7 milyona yaklaşmıştır.[iii]

Yukarıda belirtilen mülteci akınlarının siyasi olmasına karşın, ekonomik nedenlerle çok zor şartları göze alma pahasına kendi bulunduğu ülkeleri terk ederek çalışma imkânının fazla olduğuna inanılan gelişmiş ülkelere özellikle Avrupa Birliği üyesi ülkelere illegal göç edenlerin durumu ve bu ülkelerin göçmenlere karşı tutumu da tartışmaya dâhil edilmesi gerekmektedir. Her yıl başta Afrikalılar olmak üzere onlarca insan yasadışı yollarla, insan kaçaklığı yapan teknelerde Akdeniz’den geçerek Avrupa’ya ulaşmaya çalışıyor. Bulgaristan’ın Türkiye sınırında inşa etmiş olduğu duvar ve Yunanistan’ın uyguladığı göçmenlere karşı sert politikalardan dolayı deniz yolu karayolundan nispeten daha kolay gözükmektedir. Arap Baharı sonrası Libya’da meydana gelen siyasi boşluktan da yararlanan göçmenlerin Akdeniz’de karşılaştıkları teknelerin alabora olması durumunda Avrupa Birliği arama kurtarma çalışmalarında yetersiz kalmakta ve birlikte hareket edememektedir. Göçmenlerin Avrupa’ya geçmek için kullandıkları birincil limanlardan olan İtalya her ne kadar 2013 yılında Mare Nostrum isimli bir operasyon başlatmışsa da maliyetinin yüksek olmasından dolayı bir yıl içerisinde operasyonu durdurma kararı almıştır. Bunu takip eden dönemde Avrupa Birliği sınır güvenliğini korumakla görevli Frontex başlattığı Triton operasyonu ile Mare Nostrum ile kıyaslandığında oldukça küçük bir donanma ile aynı görevi üstlenmeyi amaçlamaktadır. Yine de bir yıl içerisinde İtalya’nın tek başına yürüttüğü operasyonda 150.810 göçmen denizden kurtarılırken 15 ülkenin bir arada oluşturduğu Triton aynı başarıyı sağlayamadı. Bir kıyaslama yapıldığında; “Mare Nostrum uluslararası sularda görev alırken, Triton İtalyan kıyılarının 30 mil açığına kadar devriye görevi sürdürüyor. Sınır güvenliğini esas alan Triton 3 milyon euro aylık bütçeye sahipken, Mare Nostrum aylık 9 milyon euroluk bir bütçeye sahiptir.” (Güçtürk, 2015, s. 3-4). Frontex verilerine göre 2014 yılında Avrupa’ya ulaşmaya çalışan kaçak göçmenlerin %46’sını Eritre ve Suriyeliler geri kalanını ise Sudan, Afganistan ve Iraklılar oluşturuyor. Son olarak geçen yıl Akdeniz’de hayatını kaybedenlerin sayısı 3.500 iken, bu yılın ilk üç buçuk ayında rakamlar 900 olarak belirlendi. Bu durum ise Avrupa Birliğinin genelde insan hakları, özelde ise mültecilik sorunu üzerine ciddi eleştiriler almasına yol açmaktadır (Amnesty, 2015, s 5-7).

  1. Dünden Bugüne Türkiye’de Mültecilik ve Sığınmacılık

Bugün Türkiye sokaklarında yürüdüğünüzde pek çok farklı ırka, dile, ten rengine sahip insanı görmeniz mümkündür. Dış politikada son dönemde hızla artan popülaritesiyle değişik alanlarda açılımlar yapan ve “Model Ülke” olarak gösterilen Türkiye, bunun bir sonucu olarak dünya çapında göç alan ülkeler sıralamasında dördüncü sıraya kadar yükselmiştir. Eğitim ve yatırım yapmak için gelenlerin yanında pek çok mülteci Türkiye’ye kendi ülkelerinde yaşadıkları sıkıntılardan kurtulmak için bir varış noktası olarak görmeye başlamıştır.

Tarihsel olarak incelediğimizde ise Türkiye, Osmanlı İmparatorluğundan başlayarak göç hareketleri bulunmaktadır. 1492’de İspanya’dan kurtarılan Yahudiler, Osmanlı – Rus savaşları sonrası Kafkasya’dan, Kırım Tatarları ve Çerkesler, Balkan savaşlarından sonra Muhacirler, Bulgaristan ile yapılan antlaşma kapsamında yapılan mübadele ve az da olsa bir grup Polonyalının Osmanlı topraklarına göç etmesi bunlara örnek olarak gösterilebilir. Cumhuriyetin ilanı sonrasında ise 1934 yılında çıkartılan “İskan Yasası” Türkiye’ye diğer ülkelerden göç etmek isteyenlerin yalnızca Türk etnik soyundan ve Türk kültüründen olmaları halinde iskan ve Türk vatandaşlığını alma haklarına sahiptirler. Ancak Kirişçi’nin de ifade ettiği gibi “Türk etnisini ve kültürünü tanımlayan açık kriterler yoktur. Dışarıdaki hangi grupların Türk etnisine ve kültürüne ait olduklarının tanımlanması konusundaki yetki Bakanlar Kurulu’na verilmiştir.” (1999, s. 111) Bu yasadan hareketle Cumhuriyet dönemi göç hareketlerine baktığımızda Türkiye’ye göç edenlerin büyük bir bölümünü, Bulgar, Ahıska, Pomak, Boşnak, Arnavut gibi Türk ve Müslüman topluluklar oluştururken, Rum, Ermeni ve Museviler ise Türkiye’den diğer ülkelere sığınmışlardır. Bulgaristan, Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya’dan 1923 ve 1997 arasında Türkiye’ye sığınanların sayısı toplamda yaklaşık 1,7 milyon olarak tahmin edilmektedir (İçduygu ve Biehl, 2012, s. 12). Gerek uluslararası gerekse de Türkiye içindeki köyden kente göç hareketliliği aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin ulus-devlet inşa sürecini anlamak açısından da önemlidir. 1920 – 1950 arasını ulus-devlet inşası ve nüfusun homojenleşme dönemi, 1950 – 1980 arası ulus-devlet inşasının yerel ve ulusal olarak yerleşikleşmesi süreci ve son dönem olan 1980 sonrasını ise ulus-devlet inşasının “küresel” olarak belirginleştiği aşama olarak ele almak mümkündür (Pusch ve Wilkoszewski, 2010, s.24-26).

1960’lı yıllardan itibaren Avrupa’ya ve özellikle Almanya’ya çalışmak için giden Türkiyeli göçmenler dış politik anlamda, iki ülke arasındaki sosyal, siyasi ve ekonomik ilişkilerde önemli bir yere sahiptir. 1961 yılında Federal Almanya ve Türkiye Cumhuriyeti arasında imzalanan antlaşma kapsamında bugüne kadar milyonlarca Türkiye vatandaşı Almanya’ya göç etti ve pek çoğu bu ülkeye yerleşti. Günümüzde Almanya’da yaşayan 3 milyon Türk var ve bunların 1 milyonu Almanya vatandaşı (Cuntz, 2011, s. 7). 20. yüzyılın ortalarından itibaren bu ve benzeri açılımlar yapan Türkiye aynı zamanda farklı coğrafyalardan gelen insanların buluşma noktası olmaya başlamıştır. 1979 yılından başlayarak Rusya’nın Afganistan’ı işgali, İran’da yaşanan rejim değişikliği, Saddam Hüseyin yönetimindeki Irak’ın kuzeyinde Kürtlere uygulanan baskı, 1. Körfez Savaşı ve Doğu Avrupa ve Sovyetler Birliği’nde komünist rejimlerin yıkılmasının ardından Türkiye göç hareketlerinin önemli bir varış noktası konumuna yükselmiştir (Erder ve diğerleri, 2014, s. 230). Bu akınlardan en kritiği ise 1989 – 1991 yılları arasında 1,5 milyon Iraklının Türkiye sınırına dayanmalarıdır (Kirişçi, 1991, s. 545). Uzun süre sınırlarını kapalı tutan Türkiye devleti karşı karşıya kaldığı bu kriz sonrasında hazırlıksız olduğunun farkına varmış ve belirli adımlar atılması gerektiğini kabullenmiştir.

  1. Suriye Krizi

Türkiye’nin uluslararası göç tecrübesinde yaşanan kırılma noktası 2011 yılında Suriye’de patlak veren iç savaşın ardından gerçekleşmiştir. Ancak Türkiye krizin başladığı ilk dönemlerde sorunun bugün gelinen nokta kadar büyüyeceğini kestirmekte zorluk çekmiştir. Sığınmacılar sorunu iç politika konusu olduğu kadar dış politikada da ciddi tartışmalara neden olmaktadır. Bölgesel olarak baktığımızda 20 milyon nüfusa sahip Suriye’de ülke nüfusunun 3 milyonu ülkeyi terk etmek zorunda kaldı.[iv] Kitlesel göçün sonucunda Suriyeliler komşu dört ülke Türkiye, Lübnan, Ürdün ve Irak’ta sığınmak zorunda kalırken, Türkiye Suriye iç savaşının 5. yılında dünyada en çok mülteci barındıran ülke sıralamasında birinci sıraya yerleşirken bu süre zarfında yaklaşık toplam 6 milyar dolar harcamıştır.[v] Buna karşın her ne kadar Avrupalı liderler Suriye krizine insani ve siyasi boyutlarda çağrılar yapsalar da sığınmacıların bölge ülkelere yerleştirilmesi şeklinde bir politika izlemeyi tercih etmektedirler (Orchard ve Miller, 2014, s. 34). 2014 yılı verilerine göre toplam Suriyelilerin %5’i, 222 bini Avrupa ülkelerine sığınma hakkı kazanabilmişlerdir.[vi]

Türkiye’deki Suriyelilerin durumunu incelediğimizde, krizden önce resmi istatistikler 1995 – 2013 yılları arasında sadece 635 Suriyeli sığınmacının bulunduğunu göstermektedir (Kirişçi, 2014, s. 17). Suriye krizinin patlak vermesinden sonra Nisan 2011’de Türkiye’ye gelen ilk kafileden bugüne 4 yıl içerisinde resmi rakamlara göre 1,6 milyon, gayri resmi rakamlara göre 2 milyon Suriyeli Türkiye sınırları içinde bulunmaktadır (Orhan ve Gündoğar, 2015, s. 7). Öncelikle sınırda bu konuda sorumlu olan AFAD’ın kurduğu çadır kentlerde ülkeye giriş yapanları barındıran Türkiye daha sonraları sınıra yakın Gaziantep, Hatay, Şanlıurfa, Mardin, Kilis gibi illerde kurulan konteyner kentlerde Suriyelileri “misafir” etmeye başlamıştır (Orhan, 2014, s. 10). Diğer üç ülke ile kıyaslandığında sağladığı olanaklar açısından Türkiye’deki kamplar uluslararası kamuoyunda takdir edilmektedir. Uluslararası Kriz Grubu tarafından yayınlanan bir raporda kamplardan; “şimdiye kadar görülmüş en iyi mülteci kampları”[vii] şeklinde söz edilirken, The Newyork Times da yayınlanan “Mükemmel Bir Mülteci Kampı Nasıl İnşa Edilir”[viii] sorusuyla Türkiye’nin sığınmacılara yaptığı faaliyetleri inceliyordu. Her ne kadar kampların durumu takdirle karşılansa da en temel sorun, sayıları 1,6 milyon olan Suriyeli sığınmacıların 4 Mayıs 2015 tarihi itibariyle sadece 259 bini bu kamplarda hizmetlerden faydalanıyorlar.[ix] Geri kalan nüfus ise kamp dışında kampların bulunduğu şehirler başta olmak büyükşehirlerde yaşamaya çalışıyor. İkinci olarak tartışılan durum ise kayıt dışılık sorunu AFAD’ın 2013’de yaptığı bir araştırmada kamplarda veya kamp dışında yaşan Suriyelilerin yüzde 42 ve yüzde 48’i ülkeye “resmi olmayan noktalardan” giriş yapmış durumda[x]. Bu da ciddi bir kesimin kayıt dışı olarak Türkiye’de yaşaması anlamına geliyor ve gelecekte oluşacak güvenlik açığına da zemin hazırlamış oluyor.

Üçüncü nokta ise; Suriyelilerin hukuki durumu hakkındadır. Önceki bölümde de ifade edildiği gibi 1951 Cenevre sözleşmesine coğrafi çekince ile taraf olan Türkiye, kendi iç hukukunda hazırlanan yasalarda benzer çekinceyi devam ettirmekte ve “Mülteci” ve “Sığınmacı” arasında yaptığı ayrımda, Mülteciler Avrupa’dan gelenler olarak tanımlamaktadır. Bu çekinceyi, 1991 Irak krizinden sonra 1994 yılında kabul edilen yönetmelikte, AB uyum yasaları çerçevesinde 2006 yılında yapılan düzenlemelerde, Suriye krizinin ardından 2013 yılında yayınlanan “Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu” ve son olarak 2014 yılında imzalanan Geçici Koruma Yönetmeliğinde görmek mümkündür. Dolayısıyla ülkesini terk etmek zorunda kalan Suriyeliler diğer dünya ülkelerinde mülteci olarak nitelendirilirken Türkiye’de sığınmacı konumundalar. Siyasal olarak Suriyelilere başından itibaren “açık kapı politikası” izleme kararı alan Türkiye’de ilk gelen gruplar genel anlamıyla “misafir” olarak karşılansalar da ülke içindeki nüfusları giderek artmaya başladıktan sonra Suriyelilere “Geçici Koruma” statüsü sağlandı. Bu statü şu şekilde tanımlanmaktadır;

“Ülkesinden ayrılmaya zorlanmış, ayrıldığı ülkeye geri dönemeyen, acil ve geçici koruma bulmak amacıyla kitlesel olarak veya bu kitlesel akın döneminde bireysel olarak sınırlarımızdan gelen veya sınırlarımızdan geçen ve uluslararası koruma talebi bireysel olarak değerlendirilmeye alınamayan yabancılara sağlanan koruma.”

Bugün geldiğimiz noktada 5 yıldır Türkiye’de yaşayan Suriyelilerin büyük bir bölümünün Türkiye’de kalacağı kabul edildiğinde, bu hukuki tanımdaki “geçici” kavramı tartışmalara neden olmaktadır (Erdoğan, s. 44-57).

Son olarak değinilmesi gereken nokta Türkiye’nin Suriyeli sığınmacılar krizine müdahalesi sırasında uluslararası kuruluşlar ile girdiği ilişkidir. Nisan 2011 – Kasım 2014 döneminde sığınmacılar için Türkiye 4,5 milyar dolar harcama yaparken, Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği ülkelerinden gelen yardım miktarı toplamda 245 milyon dolardır (Orhan ve Gündoğar, s.7). 2013 yılında harcadığı 1,6 milyar dolar ile Türkiye, Amerika ve İngiltere’nin ardından insani yardım bağcısı 3. ülke haline gelmiş durumda.[xi] Bunun en temel nedeni de yukarıda da bahsedildiği gibi kampların yüksek kalitede olması. Lübnan, Ürdün ve Irak ile kıyaslandığında Türkiye az sayıda uluslararası kurumla işbirliğiyle içinde bulunduğu bu durumla başa çıkmaya çalışıyor. Her ne kadar 2012 yılının yaz aylarına kadar Türkiye Birleşmiş Milletlerin Suriye Bölgesel Müdahale Planına dahil olmama kararı almış olsa da bundan sonraki dönemde Suriye’deki savaşın tahmin edilenden uzun süreceği anlaşılmaya başlandığında Türkiye’nin bu politikası da değişmek durumunda kaldı. İlk dönemde sadece iki STK – İHH ve Hayata Destek Derneği – sığınmacılara yardımlar sağlarken artık Gıda ve Tarım Örgütü, Uluslararası Göç Örgütü, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı, Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu, BMMYK ve UNICEF ile ortak projeler yürütülmeye başlanmıştır. Yine de bölge de artan güvenlik tehdidi yabancı STK’lara olan güvensiz tutumu tetikliyor ve yardım yapılmasına engel teşkil ediyor. Öte yandan diğer üç ülkede yaşam koşulları Türkiye ile kıyaslanmayacak kadar kötü durumda olduğu halde devletlerin uluslararası örgütlere izin vermesi sonucu yapılan yardımların büyük bir kesimi bu ülkelere aktarılıyor. Sonuç olarak şunu ifade etmek gerekir ki küresel çapta Suriyeli mülteciler sorunu ile nasıl başa çıkılacağı sorusunun net bir cevabı veya göçmenlerin üçüncü ülkelere sevk edilmesi yönünde güçlü bir isteğin olduğunu söylemek güç. Kemal Kirişçi’nin de belirttiği gibi “Türkiye kendine yardım edilmesi için uluslararası topluma yardım etmek zorunda.” (Kirişçi, 2014, s. 49). Sorunun insani boyuttan ziyade bir iç politika malzemesi haline getirilmesi tartışmanın sağlıklı bir zeminde tartışılmasını engelliyor. Ayrıca savaşın başlamasından bugüne Türkiye’de dünyaya gelen Suriyeli çocuk sayısının 35.000’i aşması, pek çok Suriyelinin ülke içinde iş yapmaya başlaması ve yakın gelecekte Suriye krizinin çözümlenmesinin zor olduğu gibi meseleler göz önüne alındığında, Türkiye’de bir Suriye diasporası oluşacağı kabul edilmektedir. Dolayısıyla Türkiye atacağı siyasi, ekonomik, kültürel ve hukuki adımları “Geçici” olarak değil kalıcı şekilde atmak zorundadır.

 

Dipnotlar:

[i] Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin Sözleşme, Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği Türkiye Temsilciliği

[ii] History of UNHCR, http://www.unhcr.org.tr/?page=53 (09.05.2015)

[iii] http://www.irinnews.org/report/89571/middle-east-palestinian-refugee-numbers-whereabouts (09.05.2015)

[iv] http://data.unhcr.org/syrianrefugees/regional.php# (10.05.2015)

[v] UNHCR warns of bleaker future for refugees as Syrian conflict enters 5th year, 12 Mart 2015, http://www.unhcr.org/55016fff6.html (11.05.2015)

[vi] http://data.unhcr.org/syrianrefugees/asylum.php (10.05.2015)

[vii] Blurring The Borders: Syrian Spillover Risks for Turkey, International Crisis Group, No: 225, 30 Nisan 2013 http://www.crisisgroup.org/~/media/Files/europe/turkey-cyprus/turkey/225-blurring-the-borders-syrian- spillover-risks-for-turkey (10.05.2015)

[viii] Mac McClelland, “How to Build a Perfect Refugee Camp?”,New York Times,13 Şubat 2014 http://www.nytimes.com/2014/02/16/magazine/how-to-build-a-perfect-refugee-camp.html?_r=0 (10.05.2015)

[ix] Barınma Merkezlerinde Son Durum, AFAD ://www.afad.gov.tr/TR/IcerikDetay1.aspx?ID=16&IcerikID=848 (11.05.2015)

[x] Türkiye’deki Suriyeli Sığınmacılar, 2013 Saha Araştırması Sonuçları, AFAD, 2013 ://www.afad.gov.tr/Dokuman/TR/60-2013123015491-syrian-refugees-in-turkey-2013_baski_30.12.2013_tr.pdf (11.05.2015)

[xi] Global Humanitarian Assistance Report 2014, http://www.globalhumanitarianassistance.org/wp-content/uploads/2014/09/GHA-Report-2014-interactive.pdf (11.05.2015)

Kaynakça

Ahmet İçduygu, Kentler ve Göç; Türkiye, İtalya, İspanya, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2012

Ahmet İçduygu, Sema Erder ve Ömer Faruk Gençkaya, “Türkiye’nin Uluslararası Göç Politikaları, 1923 – 2023: Ulus-devlet Oluşumundan Ulus-ötesi Dönüşümlere”, Koç Üniversitesi Göç Araştırmaları Merkezi Proje Raporları 1, İstanbul, Ocak 2014.

Barbara Pusch ve Toma Wilkoszewski, Türkiye’ye Uluslararası Göç; Toplumsal koşullar – Bireysel Yaklaşımlar, Kitap Yayınevi, İstanbul, 2010

Cynthia Orchard ve Andrew Miller, “Protection in Europe for refugees from Syria”, Forced Migration Policy Briefing 10, Refugee Studies Centre, Oxford Department of International Development, University of Oxford, Eylül 2014

Kemal Kirişçi, “Misafirliğin Ötesine Geçerken: Türkiye’nin “Suriyeli Mülteciler” Sınavı”, Brookings Enstitüsü ve Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu, Haziran 2014

Kemal Kirişçi, “Türkiye’ye Yönelik Göç Hareketlerinin Değerlendirilmesi”, in Z. Bora (ed.) Bilanço 1923-1998: Türkiye Cumhuriyeti’nin 75 Yılına Toplu Bakış Cilt 1, Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul, 1999

Konrad Adena ue Stiftun “Almanya’ya Türk Göçünün 50. Yılında Türk-Alman İlişkilerinin Dünü, Bugünü ve Geleceği”, Ankara, 04 – 05 Mayıs 2011

M. Murat Erdoğan, Türkiye’deki Suriyeliler: Toplumsal Kabul ve Uyum, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2015.

Oytun Orhan ve Sabiha Senyücel Gündoğar, “Suriyeli Sığınmacıların Türkiye’ye Etkileri”, ORSAM Rapor No: 195, Ocak 2015

Oytun Orhan, “Suriye’ye komşu ülkelerde Suriyeli mültecilerin durumu: Bulgular, Sonuçlar ve Öneriler” ORSAM Rapor No: 189, Nisan 2014