IŞİD’i doğru anlamak

20. yüzyılın ilk yarısında hâkim olan İslamcılığı cemaatler ve hareketler oluşturmaktaydı. Mısır’da Müslüman Kardeşler, Pakistan’da Cemaat-i İslami bunlara örnek gösterilebilir. Bu dönemde hedeflenen, İslam düşüncesinin yeni bir okumasıyla birlikte toplumun İslamlaştırılmasıdır. 1967 Arap – İsrail savaşının Arap Milliyetçiliği projesinin hayal kırıklığı yaratmasıyla İslamcılığın bölgesel anlamda ivme kazandığını söyleyebiliriz. Özellikle Şubat 1979 tarihinde İran’da yaşanan devrim ve ardından kurulan İslam Cumhuriyeti, coğrafyadaki pek çok hareket tarafından coşkuyla karşılandı. İranlı devrim ideoloğunun kitapları Arapça ve Türkçe gibi bölge dillerine çevrildi ve uzun süre İslami hareketlere ilham kaynağı oldu. Bütün bu etkileşimler sonucunda esas itibariyle bölgesel ve küresel anlamda 1980’li yılların birincil gündem maddesi İran devrimiydi. Cemaat ve hareket hüviyeti taşıyan İslamcılığın bu tarihten itibaren, Mısır, Türkiye ve Cezayir gibi ülkelerde siyasallaştıkları ve parlamenter sisteme dâhil oldukları gözlenmiştir. O günden bugüne tartışmaların yoğun olarak, “İslam ve Modernlik”, “İslam ve Demokrasi”, “İslam ve Laiklik”, “İslam ve Kadın Hakları” gibi konular etrafında şekillenmiştir.

1979 yılı İslami hareketleri etkileyen diğer iki olaya daha sahne olduğudur; Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgali ve radikal dini bir grup tarafından Kâbe’nin işgali. Bunu izleyen yıllarda Ortadoğu “Yabancı Savaşçılar” olgusu ile karşı karşıya kalmıştır. Süreç içerisinde başta Arap kökenli olmak üzere dünya çapından pek çok Müslüman, Afganistan, Bosna ve Çeçenistan gibi çeşitli çatışma bölgelerinde yer almışlardır. Daha sonrasında 11 Eylül saldırıları, ilerleyen yıllarda Amerika’nın Afganistan ve Irak işgalleri ve geçtiğimiz yıllarda Libya ve Suriye iç savaşında önemli ölçüde yabancı savaşçıların rol alması yerel İslamcılığın küreselleşmesine neden olmuştur. Sonrasında ise tartışmalar “İslami Terör”, “İslam ve Şiddet”, “İslam’da Cihat” üzerine yoğunlaşmıştır.

Köken olarak bu grupların “Selefilik” düşüncesinden etkilendiğini söyleyebiliriz. Bu konuda yapılan pek çok analiz Selefi hareketlerin üç ana akıma ayrıldığını kabul etmektedir; “Sadelik Yanlısı (Purist) Selefiler”, “Politik Selefiler”, ve bu çalışmanın da konusu olan “Militan (Cihadi) Selefiler” (Wiktorowicz, 2006).[i] Ancak yine de bu üç kategori haricinde çeşitli katmanlar bulunmaktadır. Örneğin, hareket olarak Militan Selefilik’in birincil hedefinin “Yakın Düşman” mı yoksa “Uzak Düşman” mı olduğu sorusu önemini korumaktadır. Buradan hareketle silahlı mücadeleyi destekleyen Militan Selefiler, yerel/bölgesel bazda hareket edenler ve küresel çapta faaliyet gösterenler olmak üzere iki farklı şekilde de karşımıza çıkmaktadır (Gerges, 2006). Ancak özellikle Amerika’nın Irak işgali ve yeni kurulan Irak hükümetinin Şii ağırlıklı olması – mezhep ve tekfir gibi – farklı tartışmaları beraberinde getirirken Militan Selefilik içerisinde kırılmalara, yerel ve küresel cihat ideolojisinin melezleşmesine neden olmuştur (Hegghammer, 2008). Son olarak IŞİD’in Suriye ve Irak’ta kısa süre içerisinde önemli bir bölgeyi kontrol altına alması, kendini İslam Devleti, liderini Halife olarak tanıtması ve bulunduğu bölgelerde uyguladığı şiddet “Cihadi Selefilik” hakkındaki tartışmaları gerek hareketin kendi içerisinde gerekse de araştırmacılar açısından tekrardan alevlendirmiştir. Kanaatimizce Afganistan ve Irak tecrübelerinin ardından bugün Militan Selefilik, Suriye iç savaşının patlak vermesi sonrasında yeni bir evreye girmiştir. Silahlı mücadeleyi destekleyen Selefi düşünceyi anlamlandırabilmek amacıyla geçirdiği siyasi ve ideolojik dönüşüm kronolojik olarak tahlil edilmelidir. Bu ise Militan Selefi hareketin “görünen yüzleri” Usame bin Ladin ve Eymen el-Zevahiri’nin söylemlerinin ötesine geçerek sağlanabilir. Bu isimler başta olmak üzere pek çok “Yabancı Savaşçıya” ilham kaynağı olan, Abdullah Azzam, Ebu Musap el-Suri ve Ebu Muhammed el-Makdisi gibi Militan Selefilik düşüncesine yön veren ideologların çalışmalarından hareket etmek bu gruplar hakkındaki görüşlerimizi sağlam bir zemine oturtmamıza yardımcı olacaktır.

Öte yandan kanaatimizce değinilmesi gereken bir diğer nokta “Militan Selefi” olarak adlandırılan hareketler, İslamcılık tartışmalarının ötesinde ulus ötesi bir olgunun parçası oldukları vurgulanmalıdır. Bu örgütler her ne kadar Müslüman topluluklar arasında gelişme göstermiş olsalar da kökleri 1800’lü yılların ortalarına dayanan “Yabancı Savaşçıların” devamı niteliğindedirler. Örneğin 1818 yılında Simon Bolivar komutasında Güney Amerika’da İspanya’ya karşı verilen mücadeleye İngiltere ve İrlanda’dan yaklaşık 5.000 gönüllü katılmıştır. Benzer şekilde “Uluslararası Tugaylar” adıyla 30.000 civarında Amerikalı ve Avrupalı Marksist ve Anarşist 1936 yılında İspanya’da Faşist Franco yönetimine karşı başlatılan mücadeleye dâhil olmuştur. Son olarak, 58 farklı ülkeden 5,000 savaşçının 1948 Arap-İsrail savaşı sırasında İsrail tarafında savaşa katılmaları, “Yabancı Savaşçılar” olgusunun tarihselliğini ortaya koyması açısından yeterlidir (Malet, 2010). Dolayısıyla Militan Selefi hareketler geçmişten gelen “Ulus Ötesi Direniş Hareketlerinin” (Transnational Insurgent Movements) Ortadoğu coğrafyasındaki izdüşümü olarak değerlendirilebilir. Sonuç olarak her hareket bulunduğu ülkeye ve sahip olduğu ideolojik alt yapıya göre farklılık gösterse de, bu makalenin yazarı İslami diskur ile hareket eden militan grupların sosyo-politik olarak bu gruplar içine dâhil edilmesi taraftarıdır.

Sahip olduğu şiddet söylemi sayesinde dünya çapında kendisine özellikle gençler arasında destekçi bulan bu Militan Selefi gruplar günlük hayatta bir tehdit olarak karşımıza çıkmaktadır. Türkiye özelinde konuyu ele aldığımızda bu konuda yapılan analizler iki temelde şekillenmektedir. Birinci yaklaşım grupların şiddete eğilimli olmalarından dolayı konuyu güvenlik sorunu olarak ele alarak bir an önce bu grupların yükselişinin nasıl durdurulabileceği sorusuna cevap aramaktadır. İkinci bakış açısı ise “Cihat” diskuru üzerinden konuya yaklaşarak olayın ilahiyat yorumunu incelemekte, tartışmayı bugünün dinamikleri ve söylemleri ile değil erken dönem İslam tarihine referansla – Haricilik ve/veya Selefilik – açıklamaya çalışmaktadır. Bunlara ek olarak yapılan analizler 20. yüzyıl İslami hareketler dinamiklerini baz alarak, Seyyid Kutup’un “Yoldaki İşaretler” veya Mevdudi’nin “Kur’an’a Göre Dört Terim” kitabı üzerinden sürdürülmektedir. Bunun pek çok sebebi olmakla beraber en temel neden çoğunlukla İslamcılığa yaklaşımların güncel Türkiye siyasetine kurban edilmesi ve ideolojik bir perspektiften sürdürülmesidir. Günlük polemiklerin peşi sıra sürdürülen İslamcılık tartışmaları dünya İslami hareketlerinde yaşanan dönüşümü açıklamayı, anlamayı ve anlamlandırmayı imkânsız hale getirmektedir.

Bütün bu bilgiler ışığında konuyu ele aldığımızda her ne kadar Türkiye’nin toplumsal ve siyasal gündeminde kendisine yeni yer bulsa da, Militan Selefi hareketler faaliyetlerine, 1979 Afganistan – Rus Savaşından bugüne kadar 36 yıldır devam etmektedirler. Bu sadece tarihsel aralığı değil aynı şekilde Güneydoğu Asya’dan (Filipinler) Kuzey Afrika’ya (Mali), Afrika Boynuzundan (Somali) Kuzey Kafkasya’ya (Çeçenistan) kadar azımsanmayacak bir coğrafyayı kapsamaktadır. Dolayısıyla bütün bu zaman zarfında dünyanın farklı bölgelerinde yaşanan çatışmaları içine alacak çalışmanın ciltler dolusu kitaplar gerektireceği açıktır. Sonuç olarak herhangi bir vakıada olduğu gibi bugün dünya gündemini meşgul eden IŞİD/DAEŞ hakkında geniş çaplı çıkarımlar ve kesin yargılara varmadan önce yapılması gereken son gelinen noktadan hareket etmek değil tarihi, siyasi, sosyolojik gelişim süreçlerini göz önünde bulundurmaktır.

[i] Quintan Wiktorowicz’in, Anatomy of Salafi Movement çalışmasında kullandığı “Cihadi Selefilik” tartışmalı bir kavramdır. “Cihat” olgusu Selefiler de dâhil bütün Siyasal İslami hareketlerin üzerinde ittifak ettiği bir kavram olmakla birlikte kanaatimizce bir gruba atıfla kullanmak ve Cihat’ı savaş ve şiddet olarak yorumlamak hatalıdır. Dolayısıyla bu tarz örgütlerin kullandıkları silahlı militan metotlara referansla bu makalede yazar Militan Selefilik kavramını uygun görmüştür.