Yalçın Karadaş ile Çerkesler üzerine söyleşi
Yalçın Karadaş, Türkiye’nin önde gelen Çerkeslerinden. Yazdıkları ve konuşmalarıyla yıllardır mücadelesini sürdürüyor. Bildiğini çekinmeden aktarıyor, bu dikkat çeken tarafı. En son Karadaş’ın “Varlar Ama Yoklar Türkiye’de Demokrasi Mücadelesi ve Çerkes Meselesi” isimli kitabı çıktı, oradan yola çıkarak hem Türkiye’deki Çerkeslerin durumunu hem de Kafkasya’daki gelişmelerle ilgili fikirlerini dinlemek ve aktarmak istedim. Sağ olsun değerli vakitlerini ayırdılar, aşağıdaki metin ortaya çıktı. İlgililere sunulur.
Türkiye’de bir Çerkes meselesi var mıdır? Ya da popüler bir ifadeyle sorunu?
Türkiye’de kesinlikle bir Çerkes meselesi ya da sorunu var. Ancak şöyle bir sıkıntı da var, bunu ne Çerkeslerin çoğunluğu kabul ediyor, ne Türkiye halkları kabul ediyor, ne de Türk entelijansiyası kabul ediyor. Ezberlerden oluşan bir yaşam sürüyoruz. Türkiye’de ulusal demokratik halklarla ilgili bir sorun konuşulacağı zaman akla ilk gelen Kürt, Alevi, Ermeni, Rum, bazen de Yahudi olur. Çerkeslerin sorunları olduğunu gayet iyi biliyoruz. Eğer sorunları olmasa ne konuşabilirdik zaten? Ne bu röportajı verebilirdik, ne kitap yazabilirdik, ne de başka programlar yapabilirdik. Böyle bir mesele var, ancak bizim entelektüellerimizde bunu anlatmama sorumsuzluğu var. 1970’li yıllarda üniversitede öğrenciyken, Kürtler de ilk başta kendi meselelerini konuşmuyorlardı. Devrim olacak ve her şey yoluna girecek gibi bir bakış açısı vardı. Bu hayal bir süre sonra Kürtleri rahatsız etmeye başladı. Anladılar oradan bir şey çıkmayacağını. İlginç bir şey var, Türkiye’de belirli amaçlar için bir araya gelen topluluklar zamanla sürüleşmeye başlıyorlar. Türkiye entelektüelleri ezberlerin içerisinden çıkamıyor. Hele bizim Kafkasyalı entelektüellerimiz, çoğu kendini inkar etmiştir zaten, bu meseleyi anlatmak akıllarının ucundan bile geçmedi, bizim gibi tırnak içerisinde söylüyorum marjinal insanlar dillendirmeye başlayınca bıyık altından gülmeye başladılar. Biz ilk şuradan başladık, Çerkeslerin meselelerini anlatmanın gerekli olduğunu anlatmaya çalıştık ve bunu yıllarca sürdürdük. Biz anca Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra bir kırılma yaşadık bir de 2002 yılında AK Parti’nin demokrasi, insan hakları, Avrupa Birliği söylemleriyle, 70-80 yıllık Kemalist, tekçi iktidara alternatif olarak ortaya çıkmasıyla Çerkes meselesini anlatmaya başladık. En azından bugün geldiğimiz nokta kötü bir nokta değil.
Yeni çıkan eserinizin üzerinden devam edecek olursak, Türkiye’de Çerkesler için uygulanan politikayı özetlemek gerekirsek onlar için varlar ama yoklar diyorsunuz. Biraz açar mısınız?
Bu kitabın adını koymaya çalışırken çok uğraştık. Seçeneklerin arasında bu öne çıktı, eski yazılar, çıktığımız televizyon yayınlarına şöyle bir göz attığımda şunu fark ettim, biz varız ama yokuz. Devletin bize bakış açısı bu, Çerkesler devlet için istediği zaman kullanabileceği bir kitle. Özellikle entelektüel kabul edilen insanlarımız için de benzer bir durum var. Çok yakın zamanlara kadar Çerkeslerin de meselesi var diyen çıkmadı. Dolayısıyla biz varız ama kendimiz için de entelektüellerimiz için de devlet için de uluslararası kamuoyu için de meselelerimiz kabul edilmiyor. Dolayısıyla evet varız, gerektiği zaman çok iyi kullanılıyoruz, tarihe bakın, özellikle 1864 sonrası Çerkes tarihi bir kullanılma tarihidir. Sırtımız sıvazlanıyor, pohpohlanıyoruz ama ölmek ve öldürülmek için. Hakkını hukukunu arayınca hemen bölücü etiketi yapıştırıyorlar. İlk önce kendi kurumların, kendi halkın seni engellemeye çalışıyor. Hemen profesyonel ajanlar ve cahiller devreye giriyor bizlere saldırıyorlar. Dolayısıyla özetle cevap, biz evet varız ama kabul edilmiyoruz. Çünkü ilk önce biz kendi kendimizi kabul etmiyoruz. Sorunlarımızın varlığını, bunların çözülmesi gerektiğini, kültürümüzün devam etmesi gerektiğini önce bizim kabul etmemiz lazım. O yüzden kitabın ismi “Varlar Ama Yoklar”.
Türkiye’de bir dönem demokratik açılım süreçleri vardı. Şimdi geriye dönüp o dönemi değerlendirmek gerekirse neler söylenebilir?
Türkiye’de demokratik açılım süreci “Kürt Açılımı” ismiyle ortaya çıkmıştı. Türkiye’de meselesi olan bir tek Kürtlermiş gibi, başkalarının meselesi yokmuş gibi bir zihniyet var. Bunun en büyük nedeni de Kürtlerin ana akım ideolojik gruplardan bir şey çıkmayacağını anlamaları ve daha sonra PKK’nın ortaya çıkmasıyla ilgili. Böyle olunca kafa sayısı ve şiddet kullanım yüzdesiyle devlet size önem vermeye başladı. Kaç kişi oy kullanacak, bu insanları nasıl kendim için kullanabilirim, bu kriterler öne çıktı ve demokratik açılım denen süreç buna göre şekillendi. O dönem biz buna itiraz ettik, yazılar yazdık, çeşitli konuşmalarda ve platformlarla dillendirdik. Bu durumun demokrasiyle uzaktan yakından alakası yok. Türkiye’de onlarca farklı etnik kültürel yapı varken sen sadece Türk ve Kürt üzerinden bir şey yapmaya kalkarsan bu işin yürümeyeceği açıktı. Uzun zamandır yazılar yazıyorduk ve daha sonra 2009 yılında Demokrasi İçin Çerkes Girişimini (DİÇEG) kurduk. Açılım sürecinde aktif olmaya çabaladık.
Çeşitli gelişmeler oldu. 2004 yılında TRT’de Çerkesçe yayınlar gerçekleştirildi, 2012-2013 yılından itibaren birkaç Kafkas dili seçmeli ders olarak okutuluyor. 2011 yılında Erciyes Üniversitesi’nde ve 2013 yılında Düzce Üniversitesi’nde Kafkas Dilleri ve Kültürleri Bölümleri açıldı. Soyadı ve köy isimlerinin aslına uygun değiştirilmesi kolaylaştırıldı. Ancak sonra bir yerde tıkanıldı. Bunun sebebini nasıl görüyorsunuz?
Bu saydıkların elbette kazanımdır. Yani sonuçta nasıl ki 1918 yılında kurulan Kafkas cumhuriyeti bizim tek hukuki dayanağımız ise bu açılım noktaları da bütün halkların ve Kafkasyalıların üzerinde yürüyebilecekleri temeli oluşturmuştur. Biraz gevşek olabilir ama üstünde bina olmadığı için, ben bir mimar olarak o temeli uygun hale getireceğimize inanıyorum. Samimiyetsizlik ve hazırlıksızlıktan dolayı tıkandığını düşünüyorum. Çeşitli gelişmeler oldu evet ama sonra ülkenin ayarlarına geri döndük. Kemalist tekçi, Türkçü ayarlarına geri dönüldü, üstüne bir de dini eklediler.
Türkiye’deki demokratikleşme süreci devam etseydi Çerkeslerin talepleri neydi?
Demokratikleşme sürecinde biz Çerkeslerin etkisi çok sınırlı kaldı. Çünkü önce bizi, bizim insanlarımız engelledi. Maalesef bunu söylemek zorundayım. Bozuluyorlar ama bizim kurumlarımız bizi engelledi. Bunlar bizi temsil edemez, Çerkes adını kullanarak başımıza iş açacaklar, bir şey yapılacaksa biz yaparız, gibi bahaneler öne sürüldü, hepsi belgeleriyle elimizde bulunuyor. Bizim yapılarımız zaten bir türlü devletten kopamayan yapılar. Bu kurumlar içerisinde olup devlet aygıtından çıkarı olan kimseler de bulunuyor. Dolayısıyla biz o demokratik açılım sürecinde oturup tam anlamıyla isteklerimizi çalışamadık bile. Önümüz kendi milletimiz tarafından kesildi. Böyle bir ülkede hayatta kalmak için neyi talep etmemiz gerekiyorsa etmeye başlamıştık. Hala daha ediyoruz, etmeye devam edeceğiz, istedikleri kadar engellemeye çalışsınlar. Çerkes Ethem üzerinden ilkokuldaki çocuğun aşağılanmasından, çifte vatandaşlığa kadar birçok talebimizi doğru düzgün iletmeliyiz. Ama ortada bir samimiyet yoktu. Ve bizim çalışmalarımız çok yetersiz kaldı, insan kaynağımız çok yetersiz kaldı, engellemelerle karşılaştık, bir süre sonra da işin içerisinde DİÇEG’den bir tek ben kaldım, komik ama böyle, bir de Enver Sağlam, onun da adını anmadan olmaz. İnsanlar doğru dürüst açıklama bile yapmadan çalışmalarda yer almamaya başladılar. Ancak bu işin öznesi olması gereken yönetimlerin samimiyetsizliğiydi burada belirleyici olan durum. Bunlardan dolayı ilerleyemedik diye düşünüyorum.
Çerkesler arasında bir çekinceden bahsediyorsunuz. Siyasete girmeyelim bakışının yaygın olduğunu yazıyorsunuz. Bu önyargı kırıldı mı? Yoksa aynı şekilde bir gidişat mı söz konusu?
Biz aslında çok örgütsüz bir toplumuz. Çok örgütlü ama örgütsüz. Varız ama yokuz. Bir araya gelerek ortak aklı bir noktaya getiremiyoruz. Zaten bunu yapabilsek birçok halktan daha ileri bir noktada olurduk, bundan adım kadar eminim. Eski siyasi ideolojik saplantılarını, eskide kalmış kabuslarını yok etse bizim insanımız, kişisel çıkarların öne koyanları dışlayıp biraz toplumsal çıkarları öne koyup bir araya gelseler, Çerkesler dediğimiz Kafkasyalılar dediğimiz bu halk hem bu ülkeyi çok ileri götürür hem de Kafkasya’daki insanlarımızı müthiş rahatlatır, böylece yeniden önemli bir kimlik haline gelir. Çerkes kelimesi itibarlı bir kelimeydi, 93 Harbi’nde kasıtlı olarak dünyaya vahşiler, katiller olarak yansıtıldık, daha sonra bunun devamı geldi, biri sürü olayı bizim üzerimize yıkmak istediler. Her şeye rağmen Çerkeslerin siyasete karışmayalım bakış açısı kırıldı, 15 sene öncesine göre çok değişimler oldu. Olayın bir de tarihsel kökleri var, sürekli edilgen bir toplum olmamız önerildi. 16 Mart 1921 tarihinde Sovyetler Birliği ve Türkiye arasında imzalanan Moskova Antlaşması sonrası Çerkeslerin bu ülkedeki gelecekleri farklılaşmıştır ve Çerkeslerin siyasete müdahil olup devletin aklına itiraz etmememiz için her türlü baskıyı bize yaptılar. Köylerimizi sürgün ettiler, ezan Arapça okunuyor diye falakaya yatırdılar, hapse attılar, eğitmen ve öğretmenler Çerkesçe konuşanları jandarmalara ihbar ettiler. Osmanlı’nın son döneminde Çerkesler çok etkindi çünkü, diğer etnik topluluklara göre baskındı. Bu kırılmak istendi. Ben üniversiteyi 1977 yılında kazandığımda babam Adıge olduğumu söylememem gerektiği konusunda tembihte bulunmuştu. Okuldan atılacağımı düşünüyordu, çünkü bizi okuldan atmışlardı, hatta okula almadıkları bile oldu. 1930’lı yıllarda Harp Okullarında yaşandı bütün bunlar. Tabii bizim insanımız buna neden olabilecek hareketler de yapıyor. Talat Aydemir mesela, sen mi kurtaracaksın bu ülkeyi? Biraz yerinde oturup sakin ol. Ergenekon örgütü vs de hiç palavra değil, bunlar içerisinde de var bizim insanlarımız. Çetin Doğan’ı örnek verelim. Senin ne işin var orada? Ne yapmaya çalışıyorsun? Bu yapılan hareketlerin Türkiye’ye veya Çerkes toplumuna bir faydası var mı? Düşünün yani 12 Eylül öncesinde Kafkas dernekleri bile kutuplaşmış haldeydi. Şu anda bile aynı kutuplaşmalar devam ediyor. İşte bunlar olmasın, tatlı tatlı geçinelim diye birileri de bize siyasetle uğraşmayın diyorlardı. Fakat artık bu kırıldı. Siyasetin s’sini, demokratik hak ve taleplerin d’sini ağzına alamayan kimi dernek çevreleri, tüyleri diken diken olan insanlar parti kurdu ve o dediklerimizi söylemeye, dillendirmeye başladılar. Hatta bu insanlar bizleri partilerinde de istememeye başladılar. Demek ki siyaset gerekiyormuş, hayat siyaset demek, akıllı olmak lazım.
Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmeye çalıştığı ve demokratik açılımın devam ettiği süreç boyunca sizler demokratikleşme sürecinin Kürtlerle sınırlandırılmaması gerektiğini vurguladınız. Türk tarafı ve Kürt tarafının belki böyle davranması normal, ancak siz en çok aydınlardan şikayetçiydiniz. Ve problemin esasında demokrasi ve ırkçılıkla ilgili olduğunu söylediniz. Geriye baktığımız zaman gerçekten haklı çıktığınızı belirtmek gerekiyor. Şimdi nasıl yorumlarsınız?
Bir takım pozitif değişimler yine oldu. Son yıllarda biraz iyimser düşünüyorum. Herkes daha kötümser oldukça ben iyimser olmaya başladım. Başlangıç aşamasında meseleye sadece Kürt meselesi olarak bakan insanların, artık o noktayı aştığını görüyorum. Elbette değişim yeteri kadar değil. Toplumlar arası diyalog veya dayanışma, ilk önce entelektüellerin kendi aralarında istişare kanalları açmasıyla mümkün olacaktır. Türkiye’de ancak böyle bir şeyler olabilir. Türkiye’de ırkçılık diye bir problem var. Ve bu ırkçılığı yapanlar kendilerini ilerici olarak gösteriyorlar. Şiddetli bir tek tipçi anlayış hakim. Ayrıca din gibi kutsal bir konuyu kendi çıkarları için kullananlar da var. Bunlar bizim ilerlememizi yavaşlatıyor. Eleştiri getirince komünist, dinsiz, bölücü yaftalamaları yapılıyor. Bizlerin ilerlemesine mani olan bu yapıları ne yapacağız? Çerkesler de bu grupların içerisinde varlar. Çerkeslerin kendi insanından ziyade, başka grupların liderlerine saygı gösteriyorlar, sanırım bu eskiden beri böyle. Bizim halkımızın entelektüellere ihtiyacı olduğunu anlaması lazım ilk önce. Farklı düşünen insanlara şüpheyle bakmaktan vazgeçmemiz lazım. Türkiye’de de ciddiye alınmıyor entelektüeller. Çeşitli halkların talepleri de görmezden geliniyor, varlar ama yoklar yani. Değişimin yavaş yavaş gerçekleşeceğimi umudu içerisindeyim. Umarım ölmeden görürüm, çok umutsuz değilim.
Peki bu süreç içerisinde Çerkeslerin yapmaları gerekenler nelerdi? Özeleştiri yapılacak olursa neler söylenebilir?
Çerkesler gerçekten bilimsel anlamda travmatik bir toplum. Bunun etkileri üzerimizde çok fazla bulunuyor. Tek tek de travmalarımız var, topluluk anlamında da travmalarımız var. Bu durum yüzlerce yıllık süreçle bağlantılı. Bizim halkımız hala kendi aydınlarının değerini bilmiyor. Bizim Yalçın, bizim Yusuf, deyip geçiyorlar. Ne söylediğine, ne yazdığına bakan yok. Ciddiye almama hali var. Artık bunu yok etmemiz gerekiyor. Diğerlerini gözünde çok büyütüp, kendi insanlarımızı sürekli gömmenin anlamı yok. Bir yandan da kendini övmeye geldiği zaman bizden aşağı kalan yok. Kendi sülalesini, köyünü övmeye gelince eli açık bir toplumuz. Kendi halkımıza dayanarak, kendi aydınımıza dayanarak bir şeyler yapabiliriz noktasına gelemiyoruz bir türlü. Halk, entelektüelsiz olmaz. Arkasında halk olmayan entelektüel de olamaz. Konuşmayı öğrenmek isteyen bir insan dinlemek zorundadır. Yazı yazmak isteyen birinin ilk önce okumayı bilmesi lazım. Bizim toplum, yakın geçmişte bugünkünden daha fazla birbirini dinleyen bir toplumdu, komşu kabileyi dinleyen, onu ciddiye alan, güvenen, saygı duyan bir toplumduk. Göçler, sürgünler, soykırımlar, savaşlar, bunların hepsi üst üste gelince bu travmalardan kurtulup aklı selim bir şekilde biz ne yapıyoruz diyemiyoruz. Öncelikle bir durup, biz ne yapıyoruz dememiz lazım. Dünya yıkılıyor, bizimkiler dans ediyorlar. Elbette dans bizim kültürümüzün çok önemli bir parçası ama dans ve savaş dışında toplumsal anlamda kültürel kodlarımızda yer alan kodlar neden merak edilmiyor? Bahçecilik kültürümüz neden araştırılmıyor örneğin? Çerkesler, Kafkasya’dan gittikten sonra bölgede bir daha kimse doğru düzgün tarım yapamadı. Çünkü o toprakların kadim halkları bu işi en iyi biliyordu. Kimse bunun sözünü etmez mesela. Kabardeylerin çok ünlü bir kumaşı vardı, bu kumaşın nasıl yok olduğunu kimse bilmiyor. Dağıstan’da çok enteresan silahlar, zırhlar yapılırdı, bunlar nasıl yok oldu? Herkes dans ediyor. Kafkasya’nın endemik bitki türlerine ve hayvanlarına ne oldu? Kimse merak etmiyor. Adıgelerin yetiştirdiği at türünün bir zamanlar 40 olduğu söyleniyor, neden şimdi bir tane cins kaldı? Neden acaba bir at cinsine Karaçaylılar bizim, diğer bir at cinsine Adıgeler bizim diyor? Neden aynı yemek Çeçenlerde de var, Karaçaylılar da var, Abazalarda ve Adıgelerde var? Bu sadece bizde var deyip orada ısrar ediliyor, diğerlerinde olması kimsenin dikkatini çekmiyor. Öyle enteresan noktalara odaklanıyoruz ki temel meseleleri kaçırıyoruz.
Yazılarınızda temel anlamda Kafkas aydınları ve kurumları arasında yeterince bir diyalog olmadığını da yazıyorsunuz. Bu nasıl oluşturulabilir? Veya neden böyle bir şeye ihtiyaç var?
Bu diyalog olmak zorunda, dünya çok hızlı bir şekilde değişiyor, bu değişimi kaçırmak istemiyorsak, bu değişimin içerisinde yer almak istiyorsak, bu diyalogsuzluk problemini aşmak zorundayız. Ancak biz bir türlü devletlerin kontrolünden çıkamadık, devletler bizi kontrol ediyor. Türkiye Cumhuriyeti ve Rusya Federasyonu’nun üzerinde mutabık kaldığı konuların başında gelir Kafkasyalılar. Devletlerin müdahale ettiğini düşünüyorum. Dikkat ederseniz sosyal medyadaki bizim insanlarımıza bakın oldukça mantıksız işler yapıyor bizim insanımız. Ulusal meseleyle ilgilenen arkadaşlarımızın biraz egolarını törpülemeleri gerekiyor. 21 Mayıs’la ilgili bir toplantıda neredeyse bütün kurumlarımız bir araya gelme iradesini gösterecekti, tek bir adam yüzünden toplanamadığımız zamanları biliyorum. Geçtiğimiz aylarda Cem Kumuk anlattı, Beyoğlu’nda iş yeri olan bir arkadaşı varmış, 21 Mayıs’larda Rusya Başkonsolosluğu önünde yapılan protestoları izlemiş, bir grup gelip gidiyormuş, sonra ardından başka bir grup, daha sonra başka bir grup, bunların hepsi bizim insanımız. İyi niyetli olabilirsiniz ama biraz akıllı olun. Biraz sakinlik gerekiyor, iş birliklerine ihtiyaç var. Bizim içimizden çıkan ve aydın olarak kabul edilenlerde de bir Kürt öykünmesi görüyorum. Her şeyi Kürtlerden örnek vererek anlamlandırmaya çalışıyorlar. Halbuki bizim toplumumuzun başka bir hikayesi var. Soruyu çok dağıtmadan toparlayacak olursak, derneklerde görev alan insanlar çok büyük bir lütufta bulunmuş gibi davranıyorlar. Yazarlara bakıp birine solcu, diğerine dinci deyip kestirip atıyorlar. Kendi içimizden çıkan entelektüellere de saygı gösterilmiyor, bu bizim çocuk gibi bakılıyor. Halbuki bu toplum dernek yöneticilerine kariyer imkanı vermiş, bu toplum onları onore ediyor, onları ciddiye alıyor, onlara saygı gösteriyor. Keşke profesyonelleşsek ve bütün görevlerde liyakat sahibi insanlar çalışsa. Paralı insan illaki lazım ancak yetkin, birikimli insanlara ihtiyacımız var. Paralı insan da biraz görünmeden para versin. Ancak maalesef parası ve vakti olanlar öne çıkıyor. Başkan oluyor veya yönetime giriyor, halbuki senin birikimin nedir, entelektüel seviyen nedir? Biraz onların geri çekilip entelektüel insanların ön plana çıkarılması gerekiyor. Biliyorum bu işlerle uğraşan bir avuç insanımız var, hepsine saygı duyuyorum, iyi niyetli olduklarından bir kuşku yok ama artık bir şeylerin tamir edilmesi gerekiyor. Şimdi kurumların yönetici profillerinde bir değişim var, kurumlar aydınlarımıza karşı daha pozitifler. Geçmişte yapılan hataları tekrar etmeden hareket etmek gerekir.
Çalışmanızda ilgimi çeken bir tespitiniz var. Kafkas halklarının aydınları arasında birliği savunanların sağ çizgide, mikro milliyetçiliği savunanların ise sol çizgide kendilerini konumlandırdıklarını yazıyorsunuz. İdris Küçükömer’in tezine benzer bir şey. Bu konuyu biraz daha açmanızı rica etsem?
Öncelikli olarak İdris Küçükömer’i saygıyla anıyorum, ezber bozan ve düşmanı çok olan bir isimdir, hayatında hep zorluklar yaşamış biri. Evet doğru İdris Küçükömer’in tezinde de bu işleniyor, çünkü çok basit ama gerçek bu. Türkiye’de insanlar bilinçli bir şekilde hareket etmiyor, kendisini solcu zanneden insanların çoğu aslında solcu falan değil. Solcu en başta ırkçı olamaz, tekçi olamaz. Fakat bizim solcularımıza, Kemalistlerimize, ulusalcılarımıza bakalım hepsi sağlam ırkçıdırlar, fırsat buldukça diğer kimlikleri aşağılarlar. Sağa bakalım, şu an ne kadar eleştirirsek eleştirelim, 2002’den sonra, özellikle 2007’ye kadar gayet doğru işler yapıldı. 1918 yılında Kafkasya’da ilan edilen cumhuriyeti düşünelim, şu an savunucuları ve destekleyenleri kim Türkiye’de? Sağcı bilinen insanlar. Halbuki o yapıyı en çok solcuların savunması gerekiyor, kendilerine ilerici olarak tanımlıyorlarsa böyle davranmaları gerekir. O zamanki dünya konjonktürü nedeniyle o devlet başarısız da olsa neden onun üzerine araştırmalar yapılmıyor, neden çalışmalar yapılmıyor? Ayrıca şahsen sağcıların solcularla diyalog geliştirmeye çalıştıklarını görüyorum, ne yazık ki solcularda böyle bir şey yok, içine kapanık onlar. Özetlemek gerekirse İdris Küçükömer’in tezleri gayet yerinde.
Birkaç yazınızda Karaçaylılar, Malkarlılar, Nogaylar, Kumuklar gibi Türk dili konuşan halkların Çerkeslere veya diğer halklara karşı kışkırtıldığından bahsediyorsunuz. Türkiye’nin ve hatta ABD’nin bununla ilgili politikası olduğunu yazıyorsunuz. Bununla ilgili somut örnekleriniz nelerdir?
Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra 1990’lı yıllarda Türkiye’den Namık Kemal Zeybek ve Hürriyet Ersoy’un Kafkasya’ya ziyaretleri oldu. Hürriyet Ersoy’u tanıyorum, bizim dernekten arkadaşımızdı. İkisi bölgeye gittiler, Karaçay-Malkarlıları ve diğer Türk dili konuşan halkları açık bir şekilde kışkırttılar. Çünkü bu insanlar hala Türkiye’de Türk dışındaki etnisitelerden, farklı dilde konuşanlardan hala çok rahatsızlar. Namık Kemal Zeybek gibi siyasetçiler zihniyet olarak 1930’lu yıllarda kalmış gibiler. Bu kışkırtmalardan kendilerine bir pay çıkarmaya çalışıyorlar. Türk-İslam Sentezi ve Avrasyacılık kavramları var. Türk-İslam savunucuları Orta Asya’dakilerin hepsine Türk diyor, halbuki ben o bölgelerde yıllarca yaşadım ve çalıştım, oradaki insanlar Türk olmayı kabul etmez. Hatta çok ilginç, benim konuştuğum birkaç önemli bilim insanı, “Türkler Kafkasya’dadır. Türkler sizdendir. Biz Orta Asyalıyız, Türkler Kafkasyalı.” demişlerdi. Avrasyacılar için ise Avrasya içerisinde güya sadece Ruslar ve Türkler vardır, diğer halkların hiçbir önemi yok. Çerkes ırkçılığı yapanlar olduğu gibi Türk ırkçılığı yapanlar da var. 1789 Fransız İhtilali’nden sonra bütün dünyaya yayılan bir şeyden bahsediyoruz, imparatorlukları parçalayan, ulus devletleri tasarlayan anlayış. Adıgeler ve Abazalar üzerinde de çok büyük etnik oyunlar oynanıyor, toprak ihtilafları üzerinden kavgalar çıkarılıyor. İnguşlar ve Osetler arasında, Karaçay-Malkarlılar ve Adıgeler arasında toprak kavgaları var. Halbuki bölgede herkes birbirine karışmış halde. Dolayısıyla bu ırkçı kafayla artık bir yere gidilemez, Kafkas halkları omuz omuza olmak zorunda.
Abhazya meselesine değinmenizi isteyeceğim. Sizler zamanında birçok mitingde ve organizasyonda Gürcistan’ın Abhazya’ya saldırmasına karşı çıktınız. Ancak bugünkü tabloyu nasıl yorumlarsınız. Abhazya gittikçe Rusya’ya yaklaşıyor. Son olarak gündemde Pitsunda meselesi var. Bu gidişatın nereye varacağını öngörürsünüz?
Rusya şu an büyük bir panik halinde. Ukrayna ve Abhazya meselelerinde bu çok rahatlıkla okunabilir. Rusya Federasyonu gerçekten federatif bir sistemle yönetilmezse parçalanmaya doğru gidebilir. Abazaların yaşamak için başka çareleri yok, Pitsunda’da çok net görülüyor, kurulan Abhazya devleti buradaki insanların hayal ettiği gibi kurulmadı, Abhazya dahil bütün eski Sovyet ülkelerinde elit ve kurnaz bir kesim zenginlikleri ele geçirir ve halkı istediği gibi kullanır. Dolayısıyla bu klikler, Moskova’ya, Putin’e, Kremlin’e ne kadar yaranırsa kendi özel çıkarları o kadar iyi korunur, yeri sağlamlaştırılır. Halk kimsenin umurunda bile değil. Sovyetler Birliği çöktüğü zaman kaynaklara, zenginliklere çöken elitler var olan sistemin devam etmesinden yanalar. Abhazya mevcut Rusya’daki sistem içerisinde gittikçe bağımlılığı artan pozisyonda. Ancak sonuç olarak güç Batı dünyasının, paranın kontrolünde, onlar da güçlerini her geçen gün artırıyorlar. Yeni bir dünya kapıda, Rusya yaptıklarıyla bu gidişatı etkileyebileceğini zannediyor ama bu mümkün değil. Burada bizim yapmamız gereken, Abhazya ne durumda olursa olsun, yöneticileri kim olursa olsun, ne kadar benimsemediğimiz politikalar da uygulanıyor olursa olsun Abhazya halkına güvenerek, onların yanında durmamız gerektiğidir. Hiçbir zaman Abhazya’yı boşlama şansımız yok. Kafkas halkları için dünyaya açılan tek kapı orasıdır. Ancak kimse Abhazya’ya yardım edemez, şu an mevcut durum bundan kaynaklanıyor. Abazaların burada kurdukları sivil toplum kuruluşları da çok bir şeye yaramaz.
Abhazya ve Güney Osetya’nın bir gün Gürcistan ile barış masasına oturacağına inanıyor musunuz? Bunun önündeki engeller nedir?
Ben bunun kaçırılmış bir şans olduğunu düşünüyorum. Sovyetler Birliği yıkıldığı zaman Kafkas halklarının yöneticileri, elitleri akıllı olup ileriyi görebilselerdi bambaşka şeyleri konuşuyor olabilirdik. Gürcistan özellikle taklitçi, küçük emperyal havaya bürünmeseydi, Abazalarla ve Osetlerle doğru düzgün oturup konuşsaydı başka şeyler yaşanırdı. Ve bu olsaydı belki Abaza diye de bir şey kalmazdı, asimile ederlerdi, Megrel Lazları mahvetti Gürcistan yönetimi. Kafkasya’nın federasyonlaşmasıyla, kuzeydekilerin birleşmesiyle anca Gürcistan’ın aklı başına gelebilecek ve diyalog kurulacak gibi. Gürcistan’da yaklaşık olarak 2 seneye yakın çalıştım, son derece hayalperest ve cahil insanlar var, kendilerini dev aynasında görüyorlar, hiçbir şeyleri yok, devlet olmakla ilgili hiçbir şeyleri yok. Gürcistan Batı’dan gelen parayla ayakta durmaya çalışıyor, Abhazya da Rusya’dan gelen parayla ayakta durmaya çalışıyor. Elbette bütün Kafkas halklarının, hatta sonradan Kafkasya’ya yerleştirilen Kozak, Rus, Ermeni gibi halkların da kardeşçe bir arada oturup demokratik hukuk devleti kurması gerekir. Birbirlerini dinlemeleri gerekiyor, aksi takdirde kan gövdeyi götürür. Kafkasya’da Ermenilerin nüfusu çok fazla, ne yapacağız bunları? Soçi’ye git taksiye bin Ermeni, inşaat işçileri Ermeni. Gidecek hiçbir yerleri de yok, Müslümanlara karşı da kışkırtılıyorlar. Oturup konuşmak dışında başka bir alternatif yok. Rusların da başka bir yolu yok. Dünyada kendi halkına en acımasız davranan devletlerden biridir aslında Rusya. Kendi halkına acımayan sana acır mı? En fazla çıkarları için seni kullanır.
Ukrayna-Rusya Savaşı’nın da Kafkasya’ya etkileri kaçınılmaz hale geldi. Kafkasya’daki ve diasporadaki gelişmeleri nasıl okuyorsunuz?
Kafkasya’da ve diasporada inanılmaz bir cehalet var. Dünyayı okumadan Kafkasya’yı okumak zor. Kafkasya’yı okumadan Adıgeleri, Karaçaylıları okuyamazsın. Ayrı ayrı okumak isteyenler için söylüyorum. Kafkasya ve Kafkasyalılar dünyada yer alıyorlar. Dünyadaki hızlı değişimleri okuyamıyoruz. Üretim ilişkilerinden teknolojiye kadar her şeyde değişim var. Rus devleti Ukrayna’ya ırkçı olduğu için, Naziler bulunduğu için girdiğini iddia ediyor. Halbuki şimdi Rus ordusunun ve yönetiminin kullandığı bütün o işaretleri bakın, aynı Naziler gibi sembollere sahipler. Bütün olaylar sonucunda ya Rusya demokratikleşip federasyonlaşacak ya da parçalanıp gidecek. Kafkasyalıların bu süreçte hazırlıklı olmaları gerekiyor ama biz hazır değiliz. Rus ordusu içerisinde bir Kabardey gitmiş savaşırken Adıge dilinde slogan atıyor. Senin o silahşorluğunu yaptığın adamlar senin kökünü kurutanlar, senin topraklarını yok edenler, tarımını, hayatını yok edenler. Utanmıyor musun sen? Seferberlik kararı öncesinden bahsediyorum. Sen orada paralı askerlik yapacaksın, sonra Adıgece konuşup bütün toplum öyle düşünüyormuş gibi lanse edeceksin, buna kimsenin hakkı yok. Bu yapılanın Kafkasyalılıkla alakası yok, başkasının oyuncağı olunmuş. Gitmek zorunda olsan bile bunun propagandasını yapmak zorunda değilsin. Ve yorumlara bakıyorum insanlar onu alkışlıyorlar, uyaranlara da hakaret ediyorlar, ben bazen tartışıyorum onlarla. Özetle biz dünyayı okuyamıyoruz, gelişmeleri takip edemiyoruz, ilk önce bunu anlamamız lazım, ona göre hareket etmemiz gerekiyor.