Sefer E. Berzeg ile Drau Trajedisi üzerine söyleşi
Drau Trajedisi, II. Dünya Savaşının en şiddetli günlerinde Avrupa’nın göbeğinde gerçekleşmesine rağmen tarihin tozlu raflarına atılmıştır. Drau’da tam olarak nelerin yaşandığı, savaşın galiplerinin kendi tarihlerini yazdığı bir dünya sisteminde merak edilip araştırılmamıştır bile. Geriye kalanlar birkaç hatıra kitabı, dergilerdeki kırıntılar ve arşivlerde çürüyen belgelerden ibarettir. Halbuki buradan ciddi bilimsel araştırmalar, makaleler, romanlar, filmler ve belgeseller çıkabilirdi.
Avusturya’nın güneyinde 28 Mayıs 1945 tarihinde şiddetlenen ve kaynaklarda “Drau Katliamı”, “Drau Faciası” gibi isimlerle de geçen bu olayla ilk olarak yüksek lisans tezi yazarken karşılaştım. Konunun üzerine eğilmeme rağmen doğru bilgilere ulaşamamak can sıkıcıydı. Bu durum ilginç gelmişti, hatta olayın baş sorumluları arasında İngiltere’nin bulunuyor olması İngilizce kaynakları taramama yol açmış, ancak oradan da doyurucu bilgiler edinememiştim.
Yaşananları aktaracak bir isimle söyleşi gerçekleştirme fikri işte bu şekilde oluştu. Sefer E. Berzeg, yıllarını Kafkasya çalışmalarına adamış değerli bir araştırmacı. Söyleşi teklifimi ona ulaştırdığım zaman sağ olsun anında kabul etti ve sonuç olarak doyurucu bir metin ortaya çıktı. Kafkasyalıların yaşananların merkezinde olduğu ve İngiltere, Almanya, Avusturya, Rusya, Amerika, Türkiye gibi ülkeleri doğrudan etkileyen Drau Trajedisiyle ilgili umarım kamuoyunun ilgisini çekecek başka çalışmalar da gerçekleşir.
Drau Faciası olarak geçen olay sırasında yani Mayıs 1945’de, dünyada ve Kafkasya’da nasıl bir atmosfer vardı?
Bilindiği gibi, 1939-1945 yılları arasında süren ve neredeyse beş kıtaya yayılan II. Dünya Savaşı, Sovyetler Birliği, Almanya, İngiltere, Fransa, Japonya ve ABD gibi “büyük” devletler yanında, onların egemenlik ve etki alanında bulunan ve kendi devleti bulunmayan birçok halkı da ister istemez bu uluslararası facianın içine sürüklemişti. Kuzey Kafkasya halkları da, bu dönemde, kaçınılmaz olarak, hem Sovyet egemenliğine ve “Kızıl Terör”e karşı silahlı ayaklanmaların hala sürdüğü anayurtları, hem de 1920’lerin başındaki Sovyet işgali sonrasında Avrupa ülkelerinde oluşmuş olan küçük ama oldukça etkin diasporalarıyla, bu küresel felaketin içinde kalmışlardı. Diasporadaki en büyük Kafkasyalı kitlesinin yaşadığı Türkiye’nin, savaşın sonuna kadar bu küresel boğazlaşmanın dışında kalabilmiş olmasını ise, sürgündeki Kafkasyalı kitleler açısından olduğu kadar Türkiye halkının geneli için de önemli bir başarı ve bir şans olarak kabul etmemiz gerekir.
Kuzey Kafkasya sürgünleri, iki dünya savaşı arasındaki dönemde Avrupa ülkelerinde, Paris’teki “Kafkas” grubu ve Paris-Varşova merkezli “Kafkasya Dağlıları Halk Partisi” başta olmak üzere çeşitli ulusal örgütlenmeler oluşturmuşlardı. Türkiye, Yakındoğu ve Avrupa ülkelerinde sürgünde yaşamakta olan geniş bir Kafkasyalı kitlesi, Sovyetler Birliğindeki Alman ilerlemesini ve askeri başarılarını büyük bir ilgiyle izlemekteydi. Almanya’nın 1941 yılında başlattığı askeri saldırı sonunda SSCB’nin Ukrayna, Belorusya cumhuriyetleri ve 1942’nin ortalarında da Don ve Kuban bozkırları ile Kuzey Kafkasya bölgesinin bir kısmı ile Kırım da Alman işgali altına girmişti ve buralarda Alman askeri yönetimleri mevcuttu.
Savaşın daha ilk aylarında 3 milyon 800 bin Sovyet askeri neredeyse hiç savaşmadan Almanlar ve müttefiklerine teslim olmuştu. Öyle ki Almanlar bile bu kadar çok sayıda esir alacaklarını düşünmemişlerdi. Savaşın sonuna kadar Almanlara esir düşen Sovyet askerlerinin sayısının ise 5 milyon 240 bine ulaştığı ifade edilmektedir. Diktatör Stalin ve onun Sovyet yönetimi, Alman ordularına esir düşmeyi “düşmana sığınmak”, “dış ülkeye kaçmak”, “ihanet” ve “askerden firar” olarak niteliyor ve bu “suçların” hepsi için idam cezasını öngörüyordu. Bu nedenle başta Ruslar, Belaruslar, Ukraynalılar ve Rus Kazakları olmak üzere yüzbinlerce Sovyet savaş esiri, Almanların esir kamplarında sefalet içinde ölmek ya da “kendi” devletleri tarafından öldürülmektense, Almanlar tarafından oluşturulan “yardımcı güçler”e katılarak Alman ordusuyla birlikte Sovyet Kızıl Ordusuna ve partizanlarına karşı savaşmaya başlamışlardı.
Alman kuvvetlerine katılan bu “yardımcılar”ın sayısının 600 bin ila 1 milyon 400 bin arasında olduğu tahmin edilmektedir ve bunların yarısından fazlasını da Almanlara esir düşmüş olan Sovyet Generali Vlasov’un örgütlediği “Rusya Kurtuluş Ordusu”na (KONR) mensup olan Ruslar, Beloruslar, Ukraynalıları ve (Rus) Kazakları gibi Slav kökenli eski Sovyet askerleri oluşturuyordu.
Aynı şekilde, 1943 yılının sonlarında Polonya’da oluşturulan “Doğu Lejyonu Komutanlığı” nezdinde de 14 Türkistan, 8 Azeri, 7 Kuzey Kafkasya, 8 Gürcü, 9 Ermeni ve 7 Volga Tatarı piyade taburu kurulmuştu. Genellikle savaş esiri Sovyet askerlerinden oluşan bu milli birliklerdeki lejyonerler Alman üniforması giyiyor, fakat üniformalarında kendi milli devlet armaları ve işaretlerini de taşıyorlardı. Kuzey Kafkasya Lejyonu’nda da, Berlin’de oluşturulmuş bulunan “Kuzey Kafkasya Milli Komitesi”nin çalışmalarıyla Alman esir kamplarının bilinen feci koşullarından kurtarılmış olan, tüm Kuzey Kafkasya boylarından askerler bulunuyordu. Ayrıca Gürcü Lejyonu’nda da az sayıda Adıge, Abhaz ve Karaçay-Balkarlı asker vardı.
Kuzey Kafkasya Lejyonu kurulurken aynı boydan olanlar mümkün olduğunca bir araya getirilmişlerdi. Örneğin 800. Piyade Taburu Çerkesler, Karaçaylılar ve Abhaz-Abazalardan, 801. Tabur Dağıstanlılardan, 802. Tabur Osetlerden, diğer bazı taburlar ise Çeçen ve İnguşlardan oluşmuştu. Berlin’deki “Kuzey Kafkasya Milli Komitesi” tarafından “Severnıy Kavkaz” (Kuzey Kafkasya) adıyla Rusça siyasi-kültürel bir dergi ve Kafkas (Adıge, Oset, Karaçay-Malkar, Kumuk, Avar, Çeçen-İnguş, Lezgi …) dillerinde ve Rusça olarak da “Gazavat” adlı ve özellikle Lejyon mensupları arasında çok popüler olan haftalık bir gazete yayınlanıyordu.
Yıllardır Stalin’in “kızıl terör”ü ve “temizlik”leri altında ezilmekte olan Kuzey Kafkasya’da, halkın önemli bir kısmı gelen Alman ordusunda kendisi için bir kurtuluş umudu görmüş ve onu adeta sevinçle karşılamıştı. Aslında zalimlikte Stalin rejiminden geri kalmayan Almanlar da, -bizzat Hitler’in talimatıyla- Kuzey Kafkasya’nın yerli halkına karşı adeta istisnai bir tavır takınmış gibi görünüyorlardı. Propaganda gayesiyle de olsa, halkın, din, milliyet ve özgürlük duygularına saygı gösteriliyor, camiler yeniden açılıyor ve kolhozlar ilga olunuyordu.
O dönemde Kafkasya’da bulunan bir Alman gazetecisi olan Erich Kern, şöyle yazmaktaydı:
“… Özellikle İslam unsurları ile aramız iyi. Her tarafta gönüllü süvari birlikleri kayıt ve teşkil olunuyor. Hazreti Peygamberin yeşil savaş bayrağı Alman bayrağı ile birlikte dalgalanıyor. Sıkı bir emir gereği Kafkasyalılara dost muamelesi yapılıyor. Özendirici bir propagandayla, karşılıklı ve samimi bir anlaşma sağlandı, bir dostluk havası esiyor. Burada, bütün Müslüman halk müthiş bir komünist düşmanı idi. Ben kasabaya girerken Karaçaylılardan oluşturulmuş bir süvari taburu gülüp oynayarak ve şarkı söyleyerek dağdaki görevine gidiyordu!.. Uzun boylu, tunçlaşmış güzel delikanlılar, eyer üzerinde kalıp gibi duruyorlar…”.
Fakat bu durum uzun sürmedi. Alman orduları, Stalingrad’daki yenilgileri üzerine 1942 yılı sonlarına doğru Kafkasya’dan çekilmeye başladılar. Onlarla birlikte Bolşevik-Rus zulmünden yılmış ya da bölgelerinin işgal altında kaldığı kısa süre içerisinde şu veya bu şekilde “Alman faşistlerinin iş birlikçisi” durumuna düşmüş olan 15 bin kadar Kafkasyalı (Adıge-Kabardey, Karaçay-Balkarlı ve Oset…) de çekilen Almanlarla birlikte yurtlarını terk etmek zorunda kaldılar.
Bu Kafkasyalılar, kendilerini Avrupa içlerindeki Drau nehrinin yanında nasıl buldular?
Almanlara esir düşüp de ve kurtulmak isteyen, fakat oradan kurtulsa bile, Sovyet hükümetinin bilinen tutumu nedeniyle kendisini yine ölümün beklediğini bilen birçok Kuzey Kafkasyalı savaş esiri de, 1942 yılı sonlarında oluşturulan “Kuzey Kafkasya Lejyonu”na katılmayı yeğlemişti. Hatta bazı Kafkasyalılar özellikle Karaçaylılar, Alman birlikleri içine de serpiştirilmişti. Kuzey Kafkasya Lejyonu’nun bazı birlikleri Almanlar tarafından önce Belorusya’da partizanları ezmek için, sonra da Doğu cephesindeki çeşitli görevlerde, Kızıllara karşı kullanıldılar.
Örneğin, Dağıstanlı Avar, Dargi, Kumuk, Lezgi vd. boylara mensup savaş esirlerinden oluşan “801. Kuzey Kafkasya Taburu” Kafkasya cephesinde görevlendirilmiş ancak burada daha çok savunma hatlarının inşasında kullanılmıştı. 1943 yılı başlarında Kafkasya’dan çekildiğinde, personel sayısı iyice azalmış ve donanımı “felaket” bir durumdaydı. Büyük zorluklarla boğuşmak suretiyle Taman yarımadasına, oradan da Kerç yoluyla Herson’a vararak, Korgeneral von Kleist’in karargahına katılmıştı. Bu Kafkasyalılar, içinde bulundukları tüm bu olumsuz koşullara karşın yine de oldukça yüksek moralli idiler ve ellerindeki Sovyet silahları yerine Alman silahları talep ederek, “inşaat işleri yerine cephede savaşmak” istediklerini bildirmişlerdi. Ordu Karargahı, 15 Nisan 1943’de, bu Tabur’un lağvedilmesine ve ve Bergmann” (Dağlı) özel güçlerine katılmasına karar vermişti. 22 Nisan 1943’te Nikolayev’den Bahçesaray’a nakledilen 801. Kuzey Kafkasya Taburu’nun öyküsü böylece sonlanmış oldu.
Buna karşılık “802. Kuzey Kafkasya Piyade Taburu”, 1942 Eylül sonlarından başlayarak cephede ve en ön saflarda çetin savaşlara katılmıştı. 900 Oset-İnguş-Çeçen ile 37 Almandan oluşan bu tabur, tam donanımlı ve silahlı idi. Nogay steplerinde ve Terek nehrinin kuzeyinde cereyan eden savaşlara katıldı. Daha sonra da cephede en ön saflarda yer aldı. 16 Aralık’ta önemli kayıplar verdiği görüldü. 19 Aralık’ta, bu Taburun da içinde bulunduğu savaş grubu, Sovyetlerin yoğun topçu ateşi desteğindeki tank saldırılarında çok kritik anlar yaşadı. Sovyet tankları, savaş hattının ana bölümünde, Taburun mevzilerini ezerek geçtiler ve önemli bir üssü ele geçirdiler. Buna karşın büyük bir cesaret ve beceri gösteren 802. Kuzey Kafkasya Taburu’ nun mensupları, 3 Sovyet tankını vurdukları gibi derhal karşı saldırıya geçerek, işgal edilen Alman üssünü de geri alarak ellerinde tuttular ve bu arada 46 da esir ele geçirdiler. Bu tabur da, 3. Tank Tümeni ile birlikte 30 Aralık 1942’de, vatanlarından tekrar ayrılmanın verdiği moral bozukluğu içinde ve bir sürü zorlukla boğuşarak, Kafkasya’dan çekilmeye başladı. Stavropol-Bataysk-Taganrog üzerinden Dnepropetrovsk’un güneyindeki Kamenskoye’ye gitti ve orada güvenlikle görevlendirildi. Yaz aylarında Azak denizi kıyılarını korudu. 1943 sonbaharında Mariupol’da 336. Piyade Tümeni ile birlikte, en ön safta yine çetin çatışmalara katıldı. Kötü koşullar içinde bulunmasına karşın büyük takdir ve övgü aldı. Fakat burada olduğu gibi, daha sonra köprübaşı Herson’da da büyük kayıplar verdi. Sonuçta, 1944 yılında kalıntıları “Bergman” Özel Güçlerine katılan bu “802. Kuzey Kafkasya Taburu” da, Alman komuta kademelerinin beklentilerinin çok üzerinde başarılı oldu, takdir ve övgüler kazandı.
Genellikle Adıgelerden, Karaçaylılar, Abazalar ve 40 yardımcı Alman personelden oluşan 800. Kuzey Kafkasya Taburu ise savaşa hazır bir durumda olmadığı halde, 15 Ağustos 1942’de eski Çerkesya topraklarındaki Adıge Özerk Bölgesi’nin güneyinde, Tuapse’ye yönelik olarak başlayan saldırı hareketinin sağ kanadında yer alan 125. Piyade Tümenine katıldı. 27 Ekim itibarıyla, bu Tümenin kaybettiği 41 askerin 27 tanesi Kuzey Kafkasyalıydı ve daha sonraları da tümenin kayıplarının çoğunluğu yine onlardan oldu. Tabur’un Alman Komutanı Kurpanek, 20 Kasım 1942 günü Kafkas sorumlusı General Kostring’e yazdığı raporda “son dört haftada 71 kayıp ve yaralı veren” taburunu överek onun gereksinimlerini bildiriyor ve “Kuzey Kafkasyalılara çok sempati duyup onları çok takdir ettiğini, 900 Kafkasyalı personeli ile, Alman yardımcı personeliyle yaşadığı sorunların yarısını bile yaşamadığını…” bildiriyordu. 20 Ocak 1943’te, Krasnodar’ın güney girişinde önemli bir yer olan Tahtamıkuay adlı Çerkes köyünü de bu Kuzey Kafkasya Taburunun bazı bölümleri başarıyla savundu ve Sovyet ordusunun Krasnodar’ı tekrar ele geçirmesini engelledi. Uzun süren siper savaşlarında çok ağır koşullarda savaşan 800. Kuzey Kafkasya Taburu da , Sovyet ordularının nihai büyük saldırısını çok zayıflamış ve ümitsiz bir durumda karşılamak zorunda kaldı. Fakat 6 Mart 1943’te 900 kişi olan mevcudunun 247’si ölü ve yaralı olsa da, geriye kalanları “hala işe yarayabilir” olarak değerlendiriliyordu. 20 Mart 1943’te bu Taburun görevlerini tam bir başarıyla yerine getirdiğini bildiren Kafkas sorumlusu General Kostring’in önerisi üzerine, 800. Kuzey Kafkasya Taburu da cephedeki deneyim ve yeteneğinin korunup geliştirilmesi ve yeniden organize edilmesi amacıyla geriye çekildi.
Kuzey Kafkasya Lejyonu’nun diğer taburlarının öyküleri de, bu üç taburun öykülerinden pek farklı değildi. Alman komutanlığı onların Tabur’dan büyük birlikler oluşturmalarına yanaşmamıştı. Bunlardan başka OKV emrine verilmiş bulunan “Kuzey Kafkasya Şamil Özel Birliği”ni de belki anmamız gerekir. Özel ve titiz bir eğitimden geçirilmiş olan bu birlik de, 1942’de Maykop ve Grozni yakınlarına Sovyet cephe gerisine bırakılmış ve verilen görevlerin tamamını yerine getiremese de Kafkas cephesindeki Alman ordusuna çok yararlı olmuştu. 1943’de General von Heygendorff Kuzey Kafkasya Birliklerinin cesaretini ve her bakımdan güvenilirliklerini övmüştü. Bunlar arasında, 1943-44 kışında Harkov ve Dnepropetrıvsk’da görev alan 836. Kuzey Kafkasya Piyade Taburu özellikle özellikle öne çıkmıştı. Bu tabur Harkov’daki kuşatma çemberini yardıktan sonra, ölen Alman Tabur Komutanının savaş alanında geride kalan cesedini almak için tekrar geriye döndü. Ne Alman ne de Sovyet ordularında pek rastlanmayan ama Kafkasyalılarda çok doğal ve sıradan sayılan bu davranışları, onların yoldaşlık, sadakat ve birbirine bağlılık özelliklerini ve güvenlerini kazanan, sevdikleri komutanlara ölümü hiçe sayarcasına nasıl bağlandıklarını gösteren bir örnek olmuştu.
Kuzey Kafkasya Lejyonu’nun tüm birlikleri, 1944 yılı sonlarında Kuzey İtalya’da, Tolmezzo kenti yakınlarındaki Karnot istasyonunda toplandı ve sonra da Paluzza kasabasında konuşlandırıldılar. Savaşçıların beraberindeki aileler de, kent çevresindeki köylere yerleştirildi. Kafkasyalılar burada da yerli komünist partizanlara, Padolyalılara ve milliyetçilere karşı mücadele etmek durumunda kaldılar.
Alman orduları Kafkasya’yı terk ederken, ister-istemez yurtlarını terk etmek zorunda kalan çok sayıda Kafkasyalı da bu orduları takip ederek aileleriyle birlikte batıya doğru gidiyorlardı. Yabancı ülkelerdeki belirsiz bir geleceği “Sovyet cennetinde” yıllardır çektikleri zulümlere yeğleyen bu insanlar da, gruplar halinde, kendilerini izleyen Sovyet partizanlarıyla çarpışarak, atlar ve arabalarla ve bazen de yaya olarak, uzun ve yorucu bir yolculuğa katlanmak suretiyle Kuzey İtalya’ya kadar gelmişler ve oradaki yurttaşlarına katılmışlardı.
İtalya’ya, Alman ordusundaki Gürcü ve Azerbaycan Lejyonları’nın bazı taburları da gelmişti. Bunlar savaşın son günlerinde, 7 Nisan 1945’te ayaklanarak Almanlara karşı savaşmaya başladılar ve bu arada, Almanlara verdikleri söze sadık kalmayı yeğleyen Kuzey Kafkasya birliğini de kuşatmaya kalktılar. Fakat sadece Paulyar kasabasında bulunan bir Adıge Takımı’nı esir etmeyi başarabildiler. Bu takım da daha sonra Alayın Karaçay bölüğü tarafından kurtarıldı.
Alman ordusunda bulunan toplam Kuzey Kafkasyalı asker sayısı yaklaşık 28 bin iken, subay sayısı sadece 175 kişiydi. Bu subay kadrosunun önemli bir kısmını da, 1918-20 yıllarında Kuzey Kafkasya Cumhuriyeti ordusunda ya da Beyaz Gönüllü Ordu’da görev yapmış ve Sovyet işgali üzerine yurdunu terk etmek zorunda kalmış olan eski mülteciler oluşturmaktaydı.
Alman ordusunda hizmet eden Kazaklar da, Orta İtalya’ya dağılmışlardı. Onlara SS Birlikleri komutanı Alman Sen-Paul ve Kuban Kazaklarından General Şkuro komuta ediyorlardı. Sefer Atamanları olan Kazak General Domanov’un karargahı, Udino kentinde bulunuyordu. İtalya, Çekoslovakya ve Yugoslavya’da partizanlara karşı savaşmış olan bu Kazaklar, İtalyan topraklarına kendi topraklarıymış gibi yayılmışlar ve bilinen “Kazak” davranışlarıyla, İtalyanlarda hem kendilerine hem de Almanlar ve müttefiklerine karşı tam bir nefret duygusu yaratmayı başarmışlardı. Bu nedenle İtalyan partizanlar, Avaro kentindeki Kazak hastanesini havaya uçurmuşlar ve buna karşılık olarak Kazaklar da bütün bir kenti top ateşiyle yerle bir etmişlerdi.
Bu arada İtalya’ya çıkmış olan Müttefik Amerikan ve İngiliz güçleri saldırılarını sürdürüyor ve sürekli ilerliyorlardı. Cephe, Kuzey Kafkasya alayının bulunduğu yere 7 km. kadar yaklaşınca, Kuzey Kafkasyalı Albay Tomayev, yurttaşlarını kuşatılmaktan kurtarmak gayesiyle geri çekilme emri verdi ve bu yüzden cephe gerisine çekilmeyi istemeyen Alay komutanı Toerer’le karşı karşıya geldiler. Fakat Kafkasyalılar, hemşerilerinin emrine itaat etmeyi yeğlediler ve Alman komutan da bu duruma uymak zorunda kaldı. Kuzey Kafkasyalıları takiben, Kazak birlikleri de cephe gerisine çekildiler. Herkes Avusturya yönünde ilerliyordu. Onlar yoldayken, 28 Nisan 1945’de Almanya’nın teslim olduğu haberi geldi. Geri çekilenler, 1 Mayıs’ta Obertrautstein kentinden geçerek Lienz bölgesine geldiler ve orada kamp kurarak yerleştiler. 3 Mayıs’ta Lienz kenti ve çevresi de Mareşal Aleksandre komutasındaki 8. İngiliz Ordusu birlikleri tarafından işgal edildi.
Kafkasyalılar, Kazaklar ve diğer göçmenler, durumlarını ve neden yurtlarını terk etmek zorunda kaldıklarını açıklamak gayesiyle Spital kentindeki İngiliz makamlarına başvurdular ve kendilerine uygar ülkeler geleneğine uygun olarak iltica hakkı tanınması ricasında bulundular. Gönderilen bu kurullar İngiliz Komutanlığı tarafından çok iyi karşılandı. Hatta Kafkasyalılara Yakındoğu İslam ülkelerine göçebilmeleri için gerekli yardımların yapılacağı vaadinde bile bulunuldu. Fakat bu umutlu ve sevinçli durum, ancak Mayıs ayı ortalarına kadar sürdü.
İngiliz komutanlığı, Lienz’in İngilizler tarafından alınmasından iki gün sonra, Kafkasyalılara Kazaklardan ayrılmaları emrini verdi. Bu emre uyan Kafkasyalılar, Tuna boyunda, Lienz’den 25 km. uzaklıkta bulunan bir araziyi ve köyü işgal ettiler. Onların hemen yanlarındaki bir alana da, Gürcüler ve Azeriler yerleştiler. Bunların arasında, “anavatana” dönme eğilimi ve Rusların, Almanların tarafında savaşa katılmış olmalarını “bağışlayacakları” şeklinde bir kanaat yaygındı. Bölgede, Oberdrauburg’dan Dellach’a kadar olan yer, Kuzey Kafkasyalılara tahsis edilmişti. Lienz’den Oberdrauburg’a kadar olan sahayı ise Alman ordusundaki Kazak Gönüllü Tümeni’ne mensup Don, Kuban ve Terek Kazakları işgal ediyorlardı.
Kafkasyalılar, savaş öncesinde Fransa’da yaşayan ve bir kardeşi de Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olarak orada bulunan eski mültecilerden Çerkes General Sultan Kılıç Girey’in önderliğinde bir komuta heyeti oluşturmuşlar ve kamplarını düzene sokmuşlardı. General Sultan Kılıç Girey’in çadırı Karaçaylı subaylar tarafından korunuyordu. Kamptaki Kafkasyalı erkeklerin tümü 8 bin kişi kadardı, kadınlar ve çocuklar ise yaklaşık 2 bin kişiydiler. General Şkuro’nun komutasındaki Kazakların sayısı 16 bin kişiyi buluyordu ve yanlarında aileleri yoktu. Kazaklar’ın 18 bin kişi kadar olan diğer bir bölümünün ise sayıları 6 bin kişi kadar olan aile üyeleri de yanlarında bulunuyordu.
Kafkasyalılar ve Kazaklar ellerinde kendilerini savunmak için bir miktar silah da bulunduruyorlardı. Mayıs ortalarında, İngiliz Komutanlığı onlara bu silahları teslim etmeleri emrini verdi. General Sultan Kılıç Girey, yaratılmış olan güven duygusunu yok etmemek için İngilizlerin bu talebine karşı çıkmadı ve Kafkasyalılar da Kazaklar da emri yerine getirdiler. Sadece subaylar için cep silahları ve kampların inzibatı için bir miktar tüfek bırakıldı. Kafkasyalıların kampında, teslim edilen silahları da yine Kafkasyalılar koruyorlardı ve İngiliz subayları bu silahların geçici olarak toplandığını, yakında onlara geri verileceğini ve isterlerse kendilerinin de İngiliz ordusuna kabul edileceklerini söylüyorlardı. Fakat birkaç gün sonra, Kafkasyalı subayların ve inzibat güçlerinin de silahlarını teslim etmeleri gerektiğini bildiren yeni bir emir geldi. Bu emir de mecburen yerine getirildi.
Bu sırada General Sultan Kılıç Girey de, Kafkas Süvari Tümeni “Dikaya Diviziya”nın (1914-18) Çerkes Alayı’ndan beri arkadaşı olan ve daha sonra Bolşevik Ruslar tarafından öldürülen Karaçaylı bir dostu olan Catday Bayramuk’un, 25 yıl sonra tekrar Kafkasya’ya gidebildiğinde kendisine armağan edilen güzel bir tüfeğini kendi eliyle İngilizlere teslim edememiş ve onu Catday’ın kampta bulunan akrabalarının çadırına götürerek onlara iade etmişti.
Teslim edilen tüm bu silahlar, kısa bir süre sonra kamp bölgesinden götürüldü.
Drau vadisindeki kimi zaman trajedi, kimi zaman ise bir katliam olarak geçen olaylar nasıl oldu ve neler yaşandı?
Anılarında bu olaylara da anlatan Süleyman Mudoytı adlı bir hemşerimizin dediği gibi, “Eğer Kafkasyalılar önlerindeki felaketi, verilen şeref sözünün hayasızca çiğnenebileceğini, hazırlanan ve İngilizler ile Bolşevikleri ahlaki açıdan aynı düzeye getiren hıyaneti sezmiş olabilseydiler, onlardan hiçbiri silahını gönüllü olarak teslim etmezdi. Elbette bu durumda da ölmeleri kaçınılmazdı. Ama hepsi savaşçı gibi, hainlerle ve onların Bolşevik dostlarıyla çarpışarak ve onurlarıyla ölürlerdi. Fakat o sırada İngilizlerin bu kadar sınırsız bir alçaklık yapabileceğini kim tahmin edebilirdi ki? İngiltere ve Amerika’nın tarihinde kara bir leke olarak kalacak olan Yalta anlaşmasının gizli içeriğini kim bilebilirdi?”.
Kafkasyalıların ve Kazakların Sovyet güçlerine teslim edilmesi “operasyonunu”, İngilizlerin 8. Ordusu bünyesinde bulunan “Filistin Tümeni” gerçekleştirmiştir. Silahların tamamen teslim edilmesi emrinden iki gün sonra İngilizlerden yeni bir talimat geldi. Buna göre “Kafkasyalılar’ın ve Kazaklar’ın komuta kadrosunda bulunan, astsubaydan başlayarak herkes, tören üniformalarını giyerek İngiliz karargahında yapılacak olan bir konferansa katılacaktı. Bazıları kuşkulanmaya başladılar. Astsubaylar ve Çavuşlar bu geziden kurtulup kampta kaldılar. “Konferansa”, 1105 Kazak subayı ile 250 Kafkasyalı subay gitti. Komuta heyeti arabalara yerleştikten sonra, kafile yanlarında beliriveren İngiliz tanketleri (küçük tanklar) ile birlikte yola çıkarak gözden kayboldu… Aynı anda kampın çevresinde de İngiliz tanketleri ortaya çıktı. Dört-beş saatlik ıstıraplı bir bekleyişten sonra kampa yeni bir tanket eskortu daha geldi ve bir İngiliz subayı, çevirmen aracılığıyla şunları bildirdi: “Komutanlarınız artık vatanlarına döndüler. Siz de toplanın, iki gün sonra, 16 Mayıs’ta siz de gideceksiniz!”.
Kamptan önce Osetler, Karaçaylılar ve Balkarlar kaçmaya başladılar. Birkaç kilometre uzakta bir orman vardı ve kaçanlar önce oraya gidiyorlardı. Kaçmak çok zordu, çünkü kampın çevresinde gece gündüz tanketler devriye geziyordu ve ormanın içinde gizlenmiş makineli tüfek yuvaları vardı.
Kampın ortasında siyah bir bayrak çekilmişti. Herkes kendisi için mezar kazmaya ve dua etmeye başladı. 16 Mayıs günü kampa tanketlerle İngilizler geldiler. “Vatana” dönmeye razı olan küçük bir grup diğerlerinden ayrıldı. Yaşlılar, çevirmen aracılığıyla şunu bildirdiler: “Bizler Rusya’ya gönüllü olarak gitmeyeceğiz. İşte mezarlarımız, bizi burada öldürün ama teslim etmeyin”. Bunun üzerine İngilizler zor kullanmaya başladılar. Tanketlerin üzerinden inerek kadın çocuk ayırımı yapmadan insanları sopalarla ve dipçiklerle dövmeye başladılar. Yere yıkılanların ellerini ve ayaklarını bağlayarak kamyonlara attılar. Bazıları arabalardan atlayarak kaçmak isterken tanketlerin altında ezildiler. Birçok kadınlar da kollarında çocuklarıyla birlikte önüne yattıkları tanketler tarafından ezilmek suretiyle öldü ve bu katliam 3 saat kadar sürdü. İngilizler, o gün kampı terk ettikten sonra, etraftaki kuşatmayı daha da güçlendirdiler.
Günün geri kalan kısmında kampta anlatılması zor dehşet sahneleri yaşandı. Toplu intiharlar başladı. Bazıları Ruslara teslim edilmektense aileleriyle birlikte arabalarını Tuna nehrine sürerek boğuldular. Bazıları ellerini bağlatıp tek başına nehre atladı. Bazıları araba oklarını kaldırarak, intiharın başarılı olması için sıkıca bağlıyor ve kendilerini asıyorlardı. Grup halinde intiharlar da oldu. Bunlar yaşamdan ayrılmak için birbirlerine yardım etmeye söz veriyorlar ve bıçaklarla, baltalarla ve tabancalarla (bazıları her şeye karşın silahlarını teslim etmemişti) kendilerini öldürüyorlardı. İngilizler kampın çevresinde devriye geziyorlar ve tüm bu feci olaylara karışmak konusunda en ufak bir istek göstermiyorlardı. Gece birçok kişi de kamptan kaçmıştı. Yazık ki gece aydınlıktı. İngilizler tanketlerdeki makineli tüfeklerle kaçanlara ateş açarak birçoğunu öldürmüşlerdi.
Ertesi sabah katliamın ikinci aşaması başladı. Bu seferki “operasyon” ilkinden de daha acımasızdı. Tanketlerden oluşan bir çığ, savunmasız insanların üzerine yuvarlandı ve onları ezerek geçti. Bu kez İngiliz üniforması giymiş Sovyet askerlerinin de katıldığı gündüz saat 14:00’e doğru sona erdi. İyice hırpalanan Kafkasyalıların ve Kazakların doldurulduğu kamyonlar sıkı koruma altında 14 km. uzaklıkta bulunan demiryolu istasyonuna yöneldiler, burada büyük bir katar kurbanlarını bekliyordu. Katarın hareketinden önce İngilizler ve Ruslar çevredeki ormanlık alanda ve dağda tarama operasyonu yaptılar. Etrafı çevrilenlerden bir kısmı, kadınların umutsuz çığlıkları altında bıçaklarla ve ele geçirebildikleri silahlarla İngilizlerle göğüs göğüse çarpışmaya girdiler. Gözleri dönen askerler karşı koyanları öldürdüler, fakat onlardan da birçok kişi hayatını kaybetti. Yakalananlarla kafile tamamlandı ve bundan sonra Sovyet işgal bölgesine, Judenburg yönüne doğru yola çıktı.
Kuzey Kafkasyalı subayların Sovyetler’e tesliminde başka ayrıntılar var mıdır?
Daha sonraları anlatıldığına göre, İngilizler onları “konferansa” davet ettiklerinde, önce anket türü bir şey uygulamışlar. Bunun sonucuna göre yüksek rütbeli subaylardan, sadece hiçbir zaman Sovyet vatandaşı olmamış ve Fransa’da yaşamış olan eski mültecilerden Çerkes General Sultan Kılıç Girey’i ve General Ulagay’ı ayırmışlar. Sonra diğer subaylara kendilerinin Sovyetlere teslim edilerek “vatanlarına” gönderilecekleri bildirilmiş. Subaylar buna uymayı reddedince Kuzey Kafkasyalıların Drau nehri kıyısındaki kampında yaşanan feci sahneler, yani göğüs göğüse çarpışmalar, saldırganların silahlarının elinden alınması, cinayetler ve tanketlerin insanları ezip geçmesi gibi olaylar aynen burada da yaşanmış. Kamyonlara atılan esir subaylar, her birine dört tanketin eşlik ettiği kamyonlarla, Sovyet işgal bölgesine götürülerek Ruslara teslim edilmişler. Subay kadrosundan sadece birkaç kişi mucize kabilinden kurtulmayı başarmış. Örneğin bunlardan biri Balkarlardan Lago Şakman idi. Osetlerden Hacımet Mudoytı çarpışmalar sırasında öldürüldü, Rusların eline canlı olarak geçmek istemeyen Oset Albay Tomaytı ve Karaçaylı Laypan ise kendilerini tanketlerin altına atarak ezilmek suretiyle öldüler. Yüksek rütbeli subaylar arasında, yaralı olarak nasılsa kurtulabilen bir kişi de Çerkes Albay Kuşuk Ulagay idi ve daha sonra mülteci olarak bulunduğu Şili’de öldü.
Almanya teslim olduğu sırada, bir Kuzey Kafkasya taburu da Yugoslavya’da Tito’nun Kızıl partizanlarıyla çarpışmakta idi ve bu nedenle de Kuzey İtalya’da toplanan yurttaşlarına katılamamıştı. Osetlerden oluşan bu taburun mensupları da orada Sovyetlere teslim edildiler. Olayın ayrıntıları hiçbir zaman öğrenilemedi. Sadece Süleyman Mudoytı yayınlanan anılarında, bu taburdan da sadece Canbot Mamıy(ev) ile soyadını öğrenemediği Gako adlı iki Kafkasyalı (Oset) askerin kurtulmayı başarabildiği şeklinde bir nota rastlanıyor.
Sovyetler Birliğine teslim edilenler kaç kişiydiler ve akıbetleri ne oldu?
Sadece Lienz’deki kampta, Kuzey Kafkasya’nın tüm halklarına mensup, -kadınlar ve çocuklar dahil- 8 bin kadar insan bulunduğu biliniyor. Bunların yaklaşık 1/3 kadarı, çeşitli şekillerde kaçarak kurtulabildiler. Diğerleri çatışmalarda öldürüldü veya Sovyetlere teslim edildiler. Fransız ve Amerikan işgal bölgelerinde teslim edilenler ve münferit olarak teslim edilen birçok kişi bu sayının içinde değildir.
Drau vadisindeki teslim olayları sırasında, bazı İngiliz askerleri bile bu kabusa dayanamayarak mültecilerle birlikte hüngür hüngür ağlamaya başlamışlardı. Bunlardan bazıları, olanakların el verdiği kadar yanlarında bulunan gıda maddelerini vermek ve yol göstermek suretiyle bazı mültecilerin Avusturya dağlarına kaçmalarına yardım ettiler. En fazla merhamet hissini duyanlar ise, çıldırma derecesine gelen mültecileri evlerinde, bodrumlarında ve ambarlarında saklayan ve ormanlarda gizlenenlere gıda maddeleri sağlayan Avusturyalılar oldu. Kaçabilenler kent içlerinde inzobat kuvvetleri tarafından izlenip yine Sovyetlere (yani Ruslara) teslim edildiği için kaçabilenlerin hepsi dağlara sığınıyor ve buralarda ağaç kökleri yiyerek yaşamaya çalışıyorlardı. Avusturyalı halk bu kaçaklara her türlü yardımı yapmaktan geri kalmadı. Halk bunların bazılarını kendi evlerinde barındırmış yahut ormanlarda kararlaştırılan belli yerlere kaçaklar için yiyecek taşımıştı. O günlerde Avusturyalıların da bolluk içinde yaşamadıklarını unutmamalıyız.
İngiliz subayları Kuzey Kafkasyalı liderlerden General Sultan Kılıç Girey’e, Sovyet yurttaşı olmadığı için serbest olduğunu söylemişlerdi. Ancak ömrü boyunca Sovyetler Birliğine ve Komünizme karşı askeri ve siyasi mücadele vermiş ve Avrupa’daki sürgün yıllarında “Kafkasya Dağlıları Halk Partisi”nin başkanlığında bulunmuş olan bu Çerkes general, onların lütfunu kabul etmedi. Bu serbestliğin diğer Kafkasyalılar için değil de sadece kendisi için olduğunu anlayıp, Kafkasyalı subayları ölüme götürecek kamyonlara doğru yiğitçe yürümeden önce Müttefik devletler subaylarına söylediği şu sözler birçok yerde hayranlıkla kaydedilmiştir:
“Benim adamlarım cesur askerlerdir ve özgür bir Kafkasya için yaşamlarını vermeye hazırdırlar. Atalarım şeref ve namus uğrunda Rus boyunduruğuna karşı savaşırken şehit oldular. Bu arkadaşlarım ise gece gündüz benimle aynı ideal için döğüştüler. Onların kanı benim kanımdır. Şerefle savaştığımız anlarda o şerefi paylaştık, şimdi de aynı akıbeti paylaşacağız. Milletime ihanet edip onlar Sovyet NKVD’sinin ölüm mangaları tarafından idam edilirken, ben burada bir korkak gibi yaşayamam. Sovyetlerin sizin gerçek dostlarınız olmadığını bir gün siz de anlayacaksınız. Fakat o gün belki de iş işten geçmiş olacak. Bugün bu yaptıklarınızla sizler de Sovyetler kadar suçlu oluyorsunuz. Bolşevizme karşı muzaffer günlerde biz bu arkadaşlarımla hep bir arada idik. Şimdi onlar ölüme gönderilirken, onları yalnız bırakamam. Başlarında yine ben, kızıl cellatlara doğru yürüyeceğiz. Bu onuru kimseye bağışlayamam!”
Hayretler içinde kalan İngiliz ve Amerikalı komutanlar, Kafkasyalı generalin kendilerine sırtını çevirerek hazır bekleyen GMC kamyonuna gidişini şaşkın nazarlarla izlediler.
Bilindiği üzere Sultan Kılıç Girey, bir yıldan fazla Moskova’daki Lubyanka hapishanesinde kaldıktan ve “Sovyet Yüksek Mahkemesinde” kaldıktan ve bazı Rus, Kazak, Alman generalleriyle birlikte “yargılandıktan” sonra 1947 yılında Kızıl Meydan’da asılarak idam edildi. Kafkasyalılar ve Kazakların komuta kadrosundakilerin birçoğunun ise, daha Avusturya topraklarında iken katledildiği düşünülüyor. Anlatılanlara bakılırsa subaylar Graz yakınlarında bir demiryolu tüneline sokuldular ve çıkışlar kapatıldı. Sonra da tünel havaya uçuruldu. Graz İngiliz işgal bölgesine dahil edildikten sonra İngilizler bu ölüm tünelini açtılar. Sovyetler Katin ormanlarında vahşice katlettikleri binlerce Polonya subayı gibi, tüm cinayetlerini faşist Almanların üzerine yıktıkları için, buradakilerin de güya Almanların savaşın sonunda bu şekilde yok ettikleri Sovyet savaş esirleri oldukları ilan edildi. Fakat yerli Avusturyalı halkın ifadesine bakılırsa, bunların Kazak ve Kafkasyalı subaylar olduklarına pek kuşku yok.
Diğer Kafkasyalılar ise Sovyetler birliğine götürüldüler. Birçoğu idam edildi. Kalanları Sibirya’daki çalışma kamplarına gönderilerek oralarda feci koşullar yok edildiler. Bunlardan birisi olan ve nasılsa sağ kalabilen birisiyle, Sultan Kılıç Girey’in yeğeni ve anne tarafımdan akrabam olan “Çerkes Bore” ile Glasnost sonrasında Maykop’ta tanışmıştım. Stalin’in ölümünden (1953) sonra çıkarılan aflarla serbest kalmış, Adıgeyli bir “komsomolka” ile evlenmiş, ama daha çok Abhazya’da yaşamıştı, birkaç yıl önce öldü.
Drau’dan sağ kurtulanlar hangi ülkelere ve nasıl gittiler?
Çoğunluğu onlardan olan ve Avrupa ülkelerinde kalan 900 kadar Kafkasyalı, 1949 yılında Türkiye tarafından kabul edilerek Türkiye’ye geldiler. Bunların arasında birçoğumuzun yazılarını ve eserlerini okuduğu Profesör Aytek Namitok (ki eşi zaten Türkiyeli bir Çerkes’ti), Adıge şair ve besteci Kube Şaban gibi kültür adamları da bulunuyordu. Örneğin Kube Şaban o yılların bilinen sosyo-politik ortamı nedeniyle bir süre sonra Ürdün’e oradan da ABD’ye gitti. İyi ki de gitti, oralarda hiç değilse kültürel bazı faaliyetlerde bulunmak ve bazı folklor derlemelerini ve şiirlerini bastırmak olanağını buldu. Ürdün ve Suriye’de de bunlardan küçük bazı gruplar bulunuyordu. Çoğu daha sonraları “Tolstoy Fonu” nun muhacirlere tanıdığı olanaklardan yararlanarak ABD’ye gidip orada yerleştiler. Hemen hepsi oralarda veya Türkiye’de öldüler. Maalesef aralarında -anıları da yayınlanan- Dağıstanlı (Lak) Musa Ramazan (Türkiye) ve ABD’ndeki Çerkeslerden yazar Kadir Natho gibi birkaçı dışında “Glasnost” dönemine yetişebilen ve yurdunu tekrar görebilen fazla kimse olmadı.
Bu mültecilerin Türkiye’de veya başka ülkelerde herhangi bir etkileri oldu mu?
Elbette oldu. Örneğin zaten daha önce de Türkiye’de bulunmuş olan Aytek Namitok, 1950’lerin başında İstanbul’da kurulan Kuzey Kafkasya Kültür ve Yardımlaşma Derneği’nin kurucu kadrosu içindedir ve yayınlanan kitapları yanında, eşi Hunca Hayriye Melek Hanım’la birlikte, Prof. Georges Dumézil’in Anadolu’da yaptığı Kafkas (Vubıh ve Adıge) dilleri çalışmalarına da önemli yardımları olmuştur, ayrıca savaş sonrasında Avrupa’da oluşturulan Kuzey Kafkasya örgütlenmelerinin çalışmalarına da katılmış, (ülkeden çıkmasına izin verilmemekle birlikte) Münih’deki Sovyetler Birliğini İncceleme Enstitüsü’nün çalışmalarına da yayın yoluyla katılmıştır.
Kube Şaban (Adıge), Ramazan Karça (Karaçaylı), Ramazan Traho (Adıge) gibi, o günün koşulları nedenitle ülkede pek fazla kalamamış olan bazı kişilerin hizmetlerinin de unutulmaması gerekir. Ayrıca bu mültecilerden Gayttatı Elbruz Gaytaoğlu, Musa Ramazan vd., profesyonel folklorcular oldukları için, 1950’lerden sonra İstanbul, Ankara, Bursa vd. yerlerde kurulan ilk Kafkas Kültür Dernekleri’nde folklor hocalıkları yapmak ve ekipler yetiştirmek suretiyle, bu derneklerin yaşaması ve gelişmesi ve çoğalmasında yadsınamayacak kadar önemli bir rol oynamışlardır.
Drau trajedisi ile ilgili bilimsel bilgiler, belgeseller ya da diğer çalışmalar çok kısıtlı. Bunun sebebi ne olabilir?
Bu söylediğiniz, Kafkasyalıların tarihinin tamamı ve kültürlerinin tüm unsurları bakımından da bütünüyle geçerlidir. Bu konularda düşünürken, anayurttan sürüldükten sonra içinde yaşadığımız çeşitli ülkelerin sosyo-politik durumlarını, üzerimizde yıllar boyu uygulanmış olan baskıcı ve yanlış politikaları ve bunların sürgündeki Kafkas toplulukları üzerindeki olumsuz etkilerini de gözden kaçırmamamız ve her konuda olduğu gibi tarihimiz konusunda da daha çok, daha da çok, çalışmamız gerektiğini düşünüyorum.
Sefer E. Berzeg’in Önerdiği Kaynaklar:
Ramazan Traho: “Çılgınlık Kurbanları (Lienz Faciası Münasebetiyle)”; Kafkasya (Der Kaukasus), No: 13, S. 19-21. München, Ağustos 1952. :
“Ölüme Böyle Gittiler”; Kafkas Mecmuası, Sayı: 2, S. 9-10. İstanbul, Aralık 1954. / “Kahraman İdealist General Kılıç Girey”; Yeni Kafkas (Dergisi), Sayı: 13, S. 9-10. İstanbul, Ocak-Şubat 1959. Her iki yazı, (Arjantin’de yayınlanan “Der Weg” (No: 7/, 1954) adlı bir Alman dergisinden alıntıdır).
Suleyman Mudoytı (Medoyev): Мой воспоминания; (Anılarım). S. 80-127. Augsburg 1955. (Rusça)
M. Devletbey: “Şimali Kafkasyalılar’ın Drav Faciası”; Yeni Kafkas (Dergisi), Sayı: 3, S. 5-6. İstanbul, Mayıs-Haziran 1957.
Dr. Vasfi Güsar: “Drav (Drau) Faciası”; Yeni Kafkas (Dergisi), Sayı: 9, S. 4-6. İstanbul Mayıs-Haziran 1958.
Ahmet Hazer Hızal: Kuzey Kafkasya (Hürriyet ve İstiklal Davası); S. 109-122. Orkun Yayınları, Ankara 1961.
Nadir Devlet: “Stalinizme Karşı Almanya’da Oluşturulan Lejyonlar”; // Stalin ve Türk Dünyası, (Ed.): Emine Gürsoy Naskali- Liaisan Şahin. S. 99-118. Kaknüs Yayınları: 313. İstanbul 2007.
Joachim Hoffmann: Die Ostlegionen (1941-1943). Turkotataren, Kaukasier und Volgafinnen im deutschen Heer; Verlag Rombach, Freiburg 1976. (Almanca)
Joachim Hoffmann: Kaukasien 1942/ 1943. Das deutsche Heer und die Orientvölker der Sowjetunion; Rombach Verlag. Freiburg, 1991.