Mehdi Nüzhet Çetinbaş ile “Uzuntarla’dan Portreler” üzerine söyleşi
Mehdi Nüzhet Çetinbaş, Türkiye’de Kafkas toplumu içerisinde önemli görevler üstlenmiş, ne zaman Kafkasya ile ilgili bir mesele olsa ilk akla gelen, yapıp ettikleriyle, fedakarlıklarıyla birçok kişinin kıymet verdiği bir isim.
Aktif bir sivil toplum geçmişi olan Mehdi Nüzhet Çetinbaş, 2000’li yıllarla birlikte yoğunlaştığı yazarlık sürecinde eserleriyle okuyucuyla buluşuyor. İlk önce “Elveda Çerkesya” isimli romanıyla başladığı bu yolculuk, son çıkan “Uzuntarla’dan Portreler” kitabıyla devam ediyor.
Kocaeli sınırları içerisinde bulunan ve Çerkeslerin yoğun olarak yaşadığı Uzuntarla’nın geçmişten günümüze kültürüyle, tarihiyle ve bütün yönleriyle ele alındığı bu kitapla ilgili kendisiyle bir söyleşi yapmak istedim. Teklifimi kırmayıp vakitlerini ayırdığı için oldukça memnun olduğumu burada belirtmek istiyorum.
Elbette Uzuntarla sıradan bir köy değildi, çoğu hüzün dolu ama yer yer de gülümseten anlamlı, derin bir hikayesi vardı. Tarihe not düştüğümüz bu söyleşiyi ve kitabı bütün okuyucuların ilgisine sunuyoruz.
Kafkas muhacirleri tarafından kurulan bir yerleşim birimiyle ilgili “Uzuntarla’dan Portreler” isimli eseriniz yayınlandı, kitabı sizi yazmaya götüren süreç nedir, buradan başlasak?
Kitapta da anlattığım gibi, Uzuntarla 1965 yılına kadar az gelişmiş bir Çerkes köyüydü. Yol, su ve elektrik noktasında çok geri kalmıştı. 1963 yılında E-5 karayolunun buradan geçmesi, 1965 yılında elektriğin gelmesi ile çok hızlı bir değişime girmiştir. 1965 yılında köyde Çerkesçe konuşma oranı yüzde doksanlarda iken, bu oran otuz yıl içinde yüzde onun altına düşmüş, köy fiziki olarak büyük bir değişime girmiştir. 1960’lı yıllarda yetmiş, seksen hanelik bir köyken; bugün bin iki yüz haneyi aşan yerleşim alanına dönüşmüş, 2002 yılında Kartepe adıyla kurulan ilçenin bir parçası haline gelmiştir. Bu kadar büyük bir değişimin yaşandığı köyümün geçmişini ve kurucularını ve yaşananları bir nebze de olsa geleceğe aktarmanın yollarını aradım. Bir söz vardır; “Hafıza-i beşer nisyan ile malüldür” derler. Eğer yazıya aktarılmazsa hatıralar ve yaşanmışlıklar unutulur gider. Kitapta ismi geçen, köyümüzde izler bırakan insanları karınca kararınca kendi çapımda tarihe mal etmek istedim.
Uzuntarla tam olarak neresi? Sadece bir köy mü, biraz hikayesinden bahseder misiniz?
Uzuntarla İzmit merkezine bağlı bir köydü. İzmit ile Adapazarı arasında yer alır. E-5 karayolu kenarında İzmit’e 18, Adapazarı’na 22 kilometre mesafede yer alır. Bugün, 2002 yılında Kartepe adıyla kurulan bir ilçenin mahallesi durumundadır. Uzuntarla, Çerkesçe adıyla (Hacemkohable) 1879 yılında kurulmuş. Kurucusu olan Çerkesler 1864 sürgününde Balkanlar’da Varna dolaylarına yerleştirilen, tarihte 93 Harbi (1877-78) diye bilinen Osmanlı-Rus Savaşı’nın ardından yeniden tehcire maruz kalan bir muhacir grubudur. Köy, Balkanlar’dan geliş esnasında hasbelkader bir araya gelen Çerkesler tarafından oluşturulmuştur. Köyde bütün Çerkes kabilelerinden aileler mevcuttur. Ağırlıklı olarak Abzax sülaleleri mevcuttur. 1879 yılında Uzuntarla adıyla tescil edilip yerleşime açılmasına karşılık, sonradan köye Kafkasya’dan yerleşimler olmuştur. 1918 yılında en son Şapşığ Natxo sülalesinden bir grup Kafkasya’dan gelerek Uzuntarla’ya yerleşmişlerdir. Uzuntarla, Kartepe ilçesinin sınırları içinde kaldıktan sonra, geç de olsa bir uyanışın içine girmiştir. Bin haneyi aşan bir yerleşim alanına dönüşmesine rağmen, Uzuntarla adını taşıyan mahalle Çerkes kimliğini sürdürmeye devam etmektedir.
Kitapta daha çok sizin yaşadığınız dönem işlenmiş ama öncesinde ciddi sürgünler söz konusu. Bahsettiğiniz Balkanlar’a sürgünü biraz açar mısınız? Kafkaslar’dan Balkanlar’a oradan da Anadolu’ya uzanan sürgünler söz konusu.
Benim baba tarafım da Uzuntarla’ya sonradan 1905 yılında Kafkasya’dan gelerek yerleşmiştir. Uzuntarla’nın tarihi geçmişi ile hemen yanındaki Çerkes köyü Ketencilerin tarihi birebir aynıdır. Aynı tarihlerde kurulmuşlardır. Ketenciler köyünün kurucuları arasında anne tarafım olan Koblı sülalesi etkindir. Ben doğduğum köy olan Uzuntarla’nın tarihini kaleme aldım. İçinde adı geçen şahısların ve hatıraların değişmesi ile yazılacak bir kitap, Ketenciler köyünün de tarihi olabilir. Kitapta da sıklıkla bahsettiğim gibi bu kitapta yer alan her şey benim gözlemlerime ve kişisel yorumlarıma dayanmaktadır. Bu yönüyle kitapta mutlaka eksiklikler bulunabilir ya da farklı bakışlar da olabilir. Her iki köy de Balkan sürgünü sırasında aynı kafile içinde bulunan Çerkeslerden oluşmuştur. 1864 yılında Balkanlar’a yerleşip burada on dört yıl kalan, ardından tekrar göç yollarına düşen insanların çektikleri dramları anlatacak birinci dereceden tanıklara maalesef ben kendim ulaşamadım. Anneleri ya da babaları Balkanlar’da doğan kuşağın bir kısmının yaşlılık dönemlerine ulaşabildim. Buradan derleyebildiğim oranda malzeme derlemeye çalıştım. Bunu yaparken, Uzuntarla ve Ketenciler köyünü aynı oranda birlikte değerlendirdim. Canlı tanıkların ağzından duyduklarımı “Elveda Çerkesya” adıyla kaleme almış olduğum romanda anlattım. Elveda Çerkesya romanı gerçek anlamda Uzuntarla ve Ketenciler köylerinin geçmiş tarihidir.
Sürgünlerin yanında bir yandan hayat devam ediyor ve kitabınızda okuyucunun yüzünü gülümseten kısımlar var. Çerkes mizahı diyebileceğimiz bazı bölümler var. Kafkas kültürüyle bu mizah arasındaki bağlantıdan bahseder misiniz?
Kitabı okuyan birçok dostum, benim anlattığım karaktere benzeyen birçok insanın kendi köylerinde de olduğunu söylediler. Çerkes kültürü büyük ölçüde sözlü anlatıma dayalı bir kültürdü. Bu kültür Çerkesçe ile birlikte yaşıyordu. Benim anlattığım mizah yanı ağır basan hatıraların tamamına yakınını bilen ve duyan insanların büyük kısmı halen hayattadır. 140 yıllık Uzuntarla geçmişinde kim bilir ne kadar güzel anılar ve anlatımlar unutulup gitti. Benim amacım, unutulmayı bir yerde dondurup, günümüze kadar gelen hatıraları yazılı olarak kayda alıp gelecek kuşaklara ulaştırmaktan ibarettir. Çerkesçe deyimleri, atasözleri, tekerlemeleri, duaları, bedduaları ve küfürleri ile birlikte bir bütündür. Size komik gelebilir ama Çerkesçe’nin kendine özgü küfürleri vardı. Benim çocukluğunda tanıdığım ve kendilerinden hatıralar anlattığım bu insanların büyük bir kısmı okuma yazma bilmiyorlardı. Bu insanlar belki kitabi bilgiden yoksunlardı ama hepsi de irfan sahibi insanlardı.
Eserinizde Çerkes kültürüyle alakalı önemli bölümler var. Dediğiniz gibi bir yandan kültürün bir yandan da yaşanmışlıkların yok olduğuna şahit oluyoruz. Bu açıdan bakarsak “Uzuntarla’dan Portreler”in anlamı nedir?
Maalesef kültür, teknoloji ve modernleşme karşısında büyük bir yenilgi yaşamaktadır. Eskiden binlerce mısradan oluşan destanları ezber olarak hafızasında taşıyan toplum, iki kıtalık bir şiiri bile hafızasında tutamıyor. Her şeyi bilgisayar marifetiyle yapıyor. Hal böyle olunca sözlü gelenekle bize aktarılan bilgilerin yok oluşu da aynı oranda hızlanıyor. Eğer ben ya da bir başkası bu hatıraları kaleme almasaydık bunlar da bizden sonra hızla yok olup gidecekti. Köyümüzde Çerkesçe birçok coğrafi isim vardı. Çocuklarımızın hiçbiri bu isimleri bilmiyor. Sadece altmış yaşın üzerindeki bazı kimseler biliyor. Onların da büyük kısmı günlük hayatta bu isimleri kullanmıyor. Böyle olunca bu isimler nasıl yaşayabilirdi. Çocukluğumuzda oynadığımız oyunlar, yağmur yağdırmak için çocukların okuduğu Çerkesçe tekerlemeler, bunları bilen ve söyleyen kimse kalmadı. Bunların hepsini kayıt altına aldık. “Uzuntarla’dan Portreler” basılı bir kitap haline gelerek gelecek kuşaklara bilgi aktarımının sağlanmasına yardımcı oldu. Buradan da amaçlanan zaten buydu.
Eserinizin isminde de geçen portreler, kitapta önemli bir yer teşkil ediyor. Unutamadığınız ve sizin açınızdan önemli gördüğünüz bir ya da birkaç isim hakkında neler söylemek istersiniz?
Bana göre, Uzuntarla köyünün en önemli siması, benim de ulaştığım ve tanıma fırsatı bulduğun Hacıbasko Osman amcadır. Çerkesçe “Thamade” kavramının içini tam anlamıyla dolduran bir isimdi. Osman amca öylesine baskın bir karakterdi ki; seçimle iş başına gelmiş bir muhtarın elindeki mührü alıp “Sen yapamıyorsun bundan sonra filanca yapacak!” diyen ve bu sözü yerine getirilen bir insandı. İhtilaflı meselelerde Osman amcanın verdiği kararın üstüne kimse söz söylemezdi. Her cuma namazı çıkışında, cami kapısının önüne dikilir yüksek sesle “Ey cemaat sıkıntısı, derdi ya da biriyle problemi olan varsa burada söylesin.” derdi. Bir müddet bekledikten sonra ses çıkmayınca “Sağda solda kadınlar gibi dedikodu etmeyin!” sözleri ile konuşmasını bitirirdi. Yedi sekiz yaşlarında hatırladığım bir olay var. Yine bir cuma namazı çıkışı; köyümüzden biri, köyün dışında yer alıp yerleşen bir Karadenizlinin köy arazisine tecavüz ettiğini ve epey bir arazi işgal ettiğini şikâyet etmesi üzerine takındığı tutum ilginçtir. Bütün köylüyü peşine takarak o şahsın kapısına dayandı. Adam evde yoktu. Bir müddet inceleme yaptıktan sonra, köylülerin desteğiyle tek tek kazıkları söktü. Ardından karısına hitaben “…. söyle bu sınırı eski yerine getirsin aksi halde burada oturamaz!” İşin ilginç yanı Uzuntarla Adıge Kültür Derneği, Osman amcanın çocuklarının yerinde kiracı olarak duruyor.
Eski ismiyle “Uzuntarla Kafkas Kültür ve Dayanışma Derneği” yeni ismiyle “Uzuntarla Adıge Kültür Derneği”nin Uzuntarla ile alakalı önemli çalışmaları var. Bu bakımdan okuyucu kitabınızda sadece bir hikaye anlatımıyla değil, aynı zamanda bilgi ve belge içeren bölümlerle karşılaşıyor.
“Uzuntarla’dan Portreler” kitabı her ne kadar benim imzamı taşıyor olsa da, bu kitabın bazı kısımları kolektif bir çalışmanın ürünü. Bilhassa Uzuntarla Adıge Kültür Derneği Yönetim Kurulu Üyesi Vedat Eroğlu’nun yaptığı derlemeler kitaba ayrı bir renk katmıştır. Dernek tarihi, Uzuntarla spor tarihi ve köy ile ilgili bir çok belge ve derlemeler kitaba ayrı değer katmıştır. Bu kitabın oldukça eksik olduğunun farkındayız. Allah ömür verirse yeni baskılarında unutulan isimler ve yeni derlenen hatıralar, tarihçeler hep ilave edilecek. Böylece yeni değerler de tarihe mal edilmiş olacak. Bu kitapta, 1939 yılında Romanya’dan muhacir olarak Uzuntarla’ya gelen, burada iskan edilen muhacirlerin hayatlarından bir kesit de vermek istedim ancak, bilgi noksanlığı sebebiyle buna cesaret edemedim. İnşallah daha sonraki baskılarda bu konuda destek olacak insanlar bulunur ve kitap daha da genişletilebilir.
“Elveda Çerkesya”dan sonra ikinci kitabınız “Uzuntarla’dan Portreler” oldu. Yeni kitap projeleriniz var mı?
“Robinson Crusoe”nun yazarı Daniel Defoe, ilk romanı olan bu eseri elli dokuz yaşında yazmış. Biz biraz daha gecikerek “Elveda Çerkesya”yı altmış üç yaşında yazabildik. Aslında binlerce sayfaya ulaşan farklı konularda çeşitli yazılar kaleme alan biri olarak roman dalında eser verme noktasında geciktiğimi peşinen kabul etmek durumundayım. Roman yoğunlaşma ve büyük bir emek gerektiren çalışmanın sonunda ortaya çıkıyor. Şahsen ben altmış yaşına kadar çok yoğun bir sivil toplum çalışmasının içinde bulundum. Bu çalışmalar benim yazı hayatına yoğunlaşmamı maalesef engelledi. İş gereği birkaç yıldır İstanbul dışında yaşıyorum. Bu fırsattan istifade ederek yazma fırsatı buldum. Bu iki eserin dışında da çalışmalarım var. Birkaç çalışma paralel olarak yürüyor. En öncelikli olarak yazdığım roman dedemin hayatı. 1905 yılında Kafkasya’da Krasnodar hapishanesinde idam mahkûmu olarak yatarken firar edip Türkiye’ye, Uzuntarla’ya yerleşmesi ve burada ölümünü konu alıyor. Diğer bir roman çalışmam da; Kafkasya’dan dedemin doğduğu köy olan Hatujkoaydan kapı komşumuz olan, İkinci Dünya Savaşı’nda Almanlarla birlikte yurdunu terk edip Türkiye’ye gelen ve Uzuntarla’daki evimizde on dokuz sene misafir olarak kalıp 1969 yılında Kafkasya’ya dönen Paçesfo Mahmut’un (Haçe amca) hayatını anlatan bir roman. Yine Kafkasya’da 1900’lü yılların başında Adıgey’in Hatujkoay köyünde büyük bir medrese açan Adıge edebiyatının ilk eserlerini veren Hatko Ahmet’in babası Hatko Canxot Efendi’nin medresesi çevresinde gelişen olayları ve Sovyet devrimi sırasında yaşananları anlatan bir roman çalışması. Bütün bu çalışmalar hepsi zaman alacak çalışmalar. Allah nasip eder ve ömrümüz olursa bunları tamamlamak istiyoruz. Tabii hepsinden ayrı olarak hatıralarımızı da bir taraftan kaleme almaya çalışıyoruz. Kafkasya ile ilgili sivil toplum kuruluşlarında aldığımız görevler sırasında yaşadığımız ve şahit olduğumuz olayları da kaleme almak durumundayız. Hatıralarımızın büyük bir ihtimalle ölümümüzden sonra yayınlanmasını talep edeceğiz. Tarihe ışık tutması ve bazı şeylerin bilinmesi açısından önemli olduğuna inanıyorum. Yazdığımız şeyler ihtimaldir ki bazı isimler açısından zülfiyare dokunacaktır. Bu sebeple hatıraların daha sonra yayınlanması daha uygun olacaktır.
Son olarak hem kitap hakkında hem de genel olarak vurgulamak istediğiniz birkaç cümle daha alabilir miyiz?
Kafkas toplumu olarak yazılı ve basılı eser anlamında çok zayıfız. Son on yılda oldukça sevindirici birçok gelişme yaşıyoruz. 1970’li yıllarda Kafkasya ile ilgili basılı eser bir elin parmaklarını geçmiyordu. Bugün hamdolsun kütüphane oluşturacak kadar yayınımız var. Bugün belki yeteri düzeyde okuyucu kitlemiz yok. Yine de inatla yazmaya devam etmeliyiz. Kültürümüzü geleceğe ve yeni kuşaklara taşımak istiyorsak yazar sayımızı arttırmak durumundayız.