Putin ne istiyor

Vladimir Putin ismi Rusya Federasyonu’nun tam yirmi senedir başında. O görevdeyken Amerika Birleşik Devletleri’ni sırayla; Bill Clinton, George W. Bush, Barack Obama ve en son Donald Trump yönetti. Bütün bu isimler iktidara gelip giderken, Putin koltuğunu korudu.

Rusya’da işler çok mu iyi gidiyordu da iktidar hiç değişmiyor sorusu önemli. Ya da Putin’in cazibesi nereden geliyor? Artık Vladimir Putin’i anlamaya çalışmak sadece bir devlet başkanını anlamak anlamına gelmiyor. O, artık Rusya’nın bizatihi kendisi olmuş durumda.

İnsan bu gerçeği kabul edince onun hakkında yazılmış eserleri merak ediyor. Bir sır küpü olan Putin hakkında çok detaylı şeyler yazıldığı söylenemez, piyasada onun hakkında çıkmış kitaplar az ve bunlar bir o kadar önemli.

Bu yazının da başlığını taşıyan “Putin Ne İstiyor?” 2015 yılında Jean-Robert Jouanny tarafından kaleme alınmış bir kitap. Hem bu kitabın bende uyandırdığı fikirleri, hem de Putin’in, dolayısıyla Rusya’nın son yirmi yılını yazıda anlatmak istedim.

İç Belirleyiciler

Yazara göre Boris Yeltsin’in ardından Vladimir Putin’in üç işe konsantre olması gerekiyordu. Başkanlığın hükmünü geçirmek, vatandaşlar için kabul edilebilir bir hayat seviyesi oluşturmak ve ülkenin toprak bütünlüğünü korumak. Aslında bu maddeler aşağı yukarı her devlet başkanının hedefleri, ancak miras yıllarca dünyanın süper gücü olarak gösterilen SSCB yönetimi olunca işler biraz farklılaşıyor.

Kitap klasik Putin biyografisinin ardından konuyu Kafkasya’ya getiriyor. Çiçeği burnunda devlet başkanının Kremlin’e gelir gelmez karşısındaki en önemli şeyin Çeçen krizi olduğunun altı çiziliyor. Putin de henüz başbakanlık koltuğundayken başlayan İkinci Çeçenya-Rusya Savaşı’nın onun kariyerini etkileyecek en önemli şey olduğunu anlamıştı.

O yıllarda milliyetçi dalgadan da yararlanan Putin, Çeçen direnişini kırmayı kafasına koymuştu. Sovyetlerin dağılmasının artık bir yerde önüne geçilmesi gerekiyordu, işte orası Çeçenya topraklarıydı. Küçük bir halk ve onun küçük bir ordusuna yenilen koskoca Rusya, ikinci savaşta işi daha sıkı tutacaktı.

Tabii bu sırada devlet mekanizmasında yapılan değişikliklerle sistem tek bir kişinin elinde toplanıyordu. Ülkenin ismi Rusya Federasyonu’ydu ama sistem bambaşka bir yere gidiyordu. Bu sırada Putin ülke dışına ihtişam, ülke içine ise istikrar vadediyordu. 2003-2008 yılları arasında sıradan vatandaşın maaşı dört katı değere çıkmıştı.

Bunlarla birlikte muhalifler teker teker bastırıldı, olmadı yok edildi, ortadan kaldırıldı. Kafkasya’daki Rus baskısına dair eleştirileriyle meşhur kadın gazeteci Anna Politkovskaya 7 Ekim 2006 tarihinde öldürüldü. Ülke tamamıyla Putin’in emrine girmiş, ikinci yol düşünülemez hale gelmişti.

Çeçen direnişinin kırılmasıyla özgüven patlaması yaşayan Putin iktidarı, Kosova’nın Sırbistan’dan ayrılarak bağımsızlık ilan edip Batı ülkeleri tarafından hızlıca tanınmasının hıncını Gürcistan’dan çıkaracaktı. 2008’de patlak veren savaşın ardından Rusya ekonomisi ağır bir darbe aldı.

Putin ekonomideki olmusuz gidişatı kıvrak siyasi manevralarla savuşturmaya çalıştı. Türk halkının Putin denince aklına gelen o meşhur görüntü, kameralar önünde bir fabrikatöre kağıt imzalatma sahnesi bu ekonomik krizin ardından Haziran 2009’da gerçekleşmesi bir tesadüf değildi.

Bütün bu imaj çalışmaları durumu toparlamaya yetmiyordu. Moskova merkezli çatışmalar gündemden düşmez olmuştu. Kafkas kökenliler ile Rus holiganlar arasında yaşanan sokak kavgaları ve yabancı düşmanlığı alabildiğine artmıştı. 2011-2012 yıllarına büyük protestolar ve Putin’in açıktan eleştirilmesi damgasını vuracaktı.

Sovyet coğrafyasında yaşanan yumuşak devrimleri aklından çıkarmayan Putin, bu tarz sivil toplum protestolarını hiç masum görmüyordu. Ancak protestocuların Rusya’nın orta sınıfı olduğunu, ekonomik refahın görece artmasıyla ortaya çıkan yeni bir sınıftan kaynaklandığını da görüyordu.

Bu tarihten itibaren baskı yeni sınıflara ve yeni medyaya yansıdı. İnternetteki kısıtlamalar, medya üzerindeki denetim ağırlaştırıldı. Putin muhafazakarlara ve derin yapıya bir kere daha göz kırptı ve din-devlet-gelenek üçlüsü söylemde ve yasalarda ağırlığını ortaya koydu.

Birçok Batılı siyasetçinin hayalini bile kuramayacağı oy oranı Ocak 2013’te yüzde 60 civarında olan Putin için bu hiç iyi bir tablo değildi. Şubat 2014’te Soçi Kış Olimpiyatlarındaki ulusal konuşma, açılış ve bir iki hafta sonra Kırım’ın işgali, ardından Ekim 2015’te Suriye’ye yapılan hava saldırıları Putin’e olan desteği yüzde 90’a çıkarmıştı.

Bütün bunlara karşın Kırım işgalinden sonra Batı tarafından ekonomik yaptırımlara uğrayan Rusya’da durum kötüye gitmeye devam etti. Fakat ne olursa olsun Putin’in stratejisi şuydu, dışarıya karşı ihtişamı koru, içeride ise dengeleri sağla. Ne yapılıp edilip bu taktiğe sığınıldı ve bu taktik günümüze kadar başarılı sonuçlar verdi.

Her şeye rağmen Sovyetlerin ardından yaşanan Boris Yeltsin dönemine göre ülke iyi bir durumdaydı. En azından Rus halkını dışarıda Putin gibi bir karizmatik lider temsil ediyordu. Bu durumun Türkler için karşılığı şüphesiz Erdoğan’dı. Bill Clinton karşısında gülünç duruma düşen Yeltsin-Ecevit yerine karizmatik ve asla boyun eğmeyen Putin-Erdoğan vardı.

Gaz ve petrol merkezli ekonomik sistem artık Rusya’yı idare edemiyordu ancak Putin’in kurduğu sistemin bel kemiği bu gelire dayanıyordu. Farklı bir ekonomik model oluşturup buradan gelecek sıcak paranın paylaşımı rejime tehlike oluşturacaksa, varsın hiç o para gelmesin anlayışı hakimdi.

Ülkedeki hakim rüşvet ve yolsuzluk önlemleri ise bir işe yaramıyordu. Rusya vatandaşlarının yüzde 77’si konuyla ilgili alınan önlemlerin caydırıcı olmadığını belirtiyordu. Her ne kadar dışarıya karşı nükleer güç ve Putin karizması pazarlansa bile içeride durumlar o kadar yolunda değil.

Kafkasya ise Rus nüfusun azaldığı ve yerli nüfusun, özellikle Çeçenya ve Dağıstan’da gittikçe arttığı bir coğrafya olarak Rusya’nın içerisindeki yabancı olarak değerlendiriliyordu. Sovyetlerin dağılmasının ardından bir türlü istikrara kavuşamayan bir bölge olan Kafkasya, Putin’in önündeki en büyük dezavantajlardan biri olmayı korudu.

Kafkasya’daki problem sadece terör unsurları değil elbette, bölgede aynı zamanda yerel güçler arasında ciddi bir toprak kavgası söz konusu. Stalin iktidarı dönemine dayanan krizlerin azalmak bir yana arttığı bilinen bir gerçek. Putin ise gayet soğukkanlı bir şekilde ara ara dondurucudan çıkarılarak ısıtılan problemleri dikkatle izliyor. Putin, komşu halkların birbirleriyle kavga ettikten sonra kendisini barışı sağlamak için bölgeye çağıracağının oldukça bilincinde.

Rejimin Entelektüel Temelleri

Jean-Robert Jouanny’e göre, Vladimir Putin ikinci defa Mart 2012’de Kremlin’e döndüğü zaman yeni bir yayılmacı ideoloji arayışına girdi. 2011-2012 yıllarındaki protesto gösterileri, onun gerçek bir kimlik sergilemeden var olamayacağını göstermişti. Bu kimliğin oluşumu teoriden ziyade daha çok fiiliyatta kendini gösteriyordu; Kırım’ın işgali ve Suriye’ye müdahale.

Teorik cephede neler olduğuna bakarsak biraz geriye gitmekte fayda var. Sovyetler yıkılırken Rus kültüründeki canlanma ve uyanış zirveye çıkmıştı. 1990’lı yılların çalkantıları bu arayışların sağlıklı bir zemine oturmasını engelledi ve sonunda Putin, Aralık 1999’da “Yeni Yüzyılın Şafağında Rusya” başlıklı parti programını açıkladığı yazısında her şeye rağmen etnik olarak Rus terimini kullanmayarak birleştirici bir fonksiyon inşa etmeye koyuldu.

Çarlık ve Sovyet arasında bir seçim yapması beklenen Putin ikisini birden işine geleceği şekilde seçeceğini ya da yeri geldiği zaman seçmeyeceğinin sinyallerini vermeye başlamıştı. Orduda kızıl bayrak, donanmada Büyük Petro’nun sancağı, üç renkli iki başlı kartallı sancağa iade-i itibar dikkat çekiciydi.

Putin’in etkilendiği isimler arasında Nikolay Danilevsky, Konstantin Leontiev, İvan Iline ve Lev Gumilyov gösterilirken, çizgisini oluşturan değerler, Ortodoks Hristiyanlık, muhafazakarlık ve Avrasyacılıktır. Etki edilmek istenen alan başlangıçta Sovyet etkisindeki topraklardı, buralar Putin’e göre Rus dünyasının parçasıydılar.

Ancak burada etnik olarak Rus olmak önemli değil, örneğin Abhazya ve Güney Osetya’nın 2008 yılında Rusya Federasyonu tarafından tanınmasının ardından o ülkelerin vatandaşlarına Rus pasaportu verilip Rusya üzerinden dünyaya açılmalarını sağlamak tam da etki oluşturulmak istenen alanı göstermesi bakımından önem arz ediyor.

Gene kitapta Rusya’da güçlü olan üç damardan bahsedilir; Liberaller, Realistler ve Milliyetçiler. Liberaller, Rusya’nın yüzünü Batı’ya dönmesini ister. Realistler, Batı’ya rağmen Rusya’nın çıkarını kollanmasını savunur. Milliyetçiler, Rus ulus devleti ve SSCB özlemine göndermeler yapar. Putin bunlar arasında rahatlıkla geçiş yapabilir. Ancak gene de 2000-2004 arası Liberal, 2004-2008 arası Realist, 2012 sonrası ise Milliyetçi Putin imajı vardır.

Vladimir Putin’in Dış Politikasının Başat Eğilimleri

Putin’den önceki Yeltsin dönemi mirası pek iç açıcı değildi. Ancak buna rağmen Sovyetlerin etki alanı için birkaç hamle yapılmıştı. Bağımsız Devlet Topluluğu bunlardan en önemlisiydi. ABD, Çin, Türkiye ve İran gibi ülkelerin Sovyet coğrafyasına girmesini engellemek amacıyla kurulan birliğe Baltık ülkeleri dışında bütün Sovyet ülkeleri katılmıştı.

Başlangıçta bu yeni cumhuriyetler Putin ve doğal olarak Rusya için ciddiye alınmayan meselelerdi. Baltık ülkeleri 2004 yılında Avrupa Birliği ve NATO’ya alındığı zaman, Gürcistan’da 2003 yılında “Gül Devrimi”, Ukrayna’da ise 2004 yılında “Turuncu Devrim” yaşanması tehlike çanlarını çaldırıyordu. Batı için Sovyetlerin yıkılması yetmemişti, Rusya Federasyonu çevreleniyordu.

Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü ve Avrasya Ekonomik Birliği gibi yapılar bu çevrelemelere bir cevap niteliğinde doğdu. Putin’in bundan sonra Orta Asya ve Doğu Avrupa ülkeleri ile ilişkisi ekonomik tehdit temelli olacaktı. Rusya’nın şartlarını kabul etmeyenler için ekonomik ambargolar ve askeri müdahaleler açık bir şekilde masaya yatırılmaya başlıyordu.

Bu duruma en bariz örnek Güney Osetya Savaşı’nda belirginleşecekti. Mihail Saakaşvili, Gürcistan’ın özerk bir bölgesi olan Acara’yı kontrolü altına aldıktan sonra gözünü Güney Osetya ve Abhazya’yı dikmişti. Her ne kadar uluslararası arenada bu ülkeler tanınmayan ülkeler konumunda olsalar da tek taraflı olarak bağımsızlık ilan etmişlerdi ve kolay lokma olmayacakları açıktı.

Önüne gelen fırsatları iyi değerlendiren bir dış politika anlayışına sahip olan Putin, 2008 yılında Kosova’nın bağımsızlığının sonuçları olacağını Batı’ya deklare etmesinin ardından gelen Gürcistan’ın bu hamlesini iyi değerlendirip karşı saldırıya geçti. 1979 Afganistan harekatından sonra Rus güçleri ilk defa uluslararası bir operasyon yapıp Güney Osetya ve Abhazya topraklarına yerleşti.

Putin bu operasyonla yakın coğrafya ülkelerine sert bir mesaj veriyor, renkli devrimleri yıkıyor, hem içte hem de dışta hasımlarına meydan okuyordu. Ayrıca bu operasyona Batı ülkelerinden ciddi bir cevap gelmemesi, Rusya’nın 2014 yılında Ukrayna’ya yapacağı operasyonun önünü açıyordu. Avrupa yanlılarının ayaklanmasını fırsata çeviren Putin, Kırım’a Rusça konuşan vatandaşlarını koruma bahanesiyle özel birliklerini gönderdi ve sözde bir referandumla Kırım ilhak edilmiş oldu. Ardından benzer yöntemlerle Rus yanlısı Louganks ve Donetsk halk cumhuriyetleri bağımsızlık ilan ettiler.

Sonuç

Jean-Robert Jouanny, “Putin Ne İstiyor?” isimli kitabında Vladimir Putin iktidarının on altı yıllık bir özetini çıkarmış. Kitap yazıldıktan sonra dört senelik bir Putin iktidarı daha var. Kitap, bir Avrupalının gözünden Putin’i ve Rusya’yı anlatması bakımından önemli.

Son çeyrek yüzyıla damga vurmuş bir isimden bahsediyoruz. Onun hikayesi şimdiden kitaplara konu olmaya başladı. Her kitap insanın aklına soru işaretleri düşürebilir. “Putin Ne İstiyor?”u okuyunca, insanın kitap ismini oluşturan soruya cevap veresi geliyor.

Kısaca baktığımız zaman Putin; ilk önce Kafkasya’yı, ardından Kırım’ı ardından da Suriye’yi aştı. Bunun kimisini enerji politikası gereği yaptı, kimini gücünü göstermek için, kimisini de kendisine yapılan saldırılara bir cevap niteliğinde.

Peki şimdiki hedef neresi olabilir? Rusya’nın gücünü gösterebileceği, Putin’in iktidar sürecini uzatabileceği fetih nerede gerçekleşebilir? Rus dünyasının, Ortodoks Hristiyanlığın ve Slav ırkının birleştiği yer deyince elbette insanın aklına Balkanlar geliyor. Balkanlar ve Rusya’nın daimi dostu Sırbistan.

Balkanlar’ın Kafkaslar için önemi nedir deyince yukarıda bahsettiğimiz şu detayı unutmamakta fayda var, Rusya ve Gürcistan arasında Ağustos 2008’de çıkan Güney Osetya Savaşı, Kosova’nın Batı tarafından desteklenen bağımsızlığına Putin’in bir cevabı olarak yorumlanıyor. Bu gerçek akılda tutulursa, olası bir Balkan karışıklığının Kafkaslar’da hissedilmeyeceğini iddia etmek oldukça güç.

Sonuç olarak, “Putin Ne İstiyor?” sorusunu bir kere daha cevap vermeye çalışırsak; Putin her devlet başkanı gibi kendi ülkesinin refahını, onu Rusya’nın başına geçirenlerin çıkarını ve kişisel menfaatini istiyor. O ne bir Petro, ne de bir Stalin; o Putin, o pragmatik bir lider. Paylaşacağı bir dünya görüşü olmayan ve pragmatizmin bayraktarlığını yapan Putin’in iktidarı ve yayılmacılığı ne kadar sürebilir? Ve onun yeni hedefi Balkanlar olabilir mi? Bu soruların cevabını ne bu kitap ne de biz verebiliriz, bunun cevabını sanırım zaman verecek.

Bu makalede yer alan görüşler yazara aittir ve Ajans Kafkas'ın editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Diğer Köşe Yazıları