Hulusi Üstün’ün Ardından 6 – Hulusi Bir Kalbin Ardından

Değerli Dostlarım; Geçen hafta sonu gece yarısı acı acı çalan telefonda ortak bir arkadaşımız, çok sevdiğimiz yazar ve düşünür Hulusi Üstün Bey’in ani vefatını haber verince olduğum yerde yığıldım. Bu beklenmeyen şok karşısında gözlerimden akan yaşa mani olamadım. Derin bir keder içinde saatler geçmiş neden sonra çöktüğüm yerde başımı doğrulturken onunla ilgili herşey bir film gibi gözlerimin önünde beliriverdi.

Rusya Çeçen savaşından etkilenen ve ülkemize gelen bazı Çeçenlerin Fenerbahçe’deki TCDD tesislerinde hasta olduğu ve onları muayene ederek tedavileriyle Allah rızası için ilgilenmemi isteyen bir dostumun ricasıyla o zaman zaten Fenerbahçe’de oturduğumuz için derhal onların yanına gittim. Orada ilk defa İstanbul’da Çeçen Komitasının ve onlar için gece gündüz çabalayan fedakar bir Çerkes gencinin adını duydum. Benim gibi çok aktif çalışan her gün yüzlerce insanla karşılaşan bir hekimin aklından bu isim silinip gitse de o fedakarlığı hiç ama hiç unutmadım.

Yıllar sonra değerli dostum Mikail Türker Bal tarafından Çanakkale’de tanıştığım akademisyen Doç.Dr. Aznavur Demirpolat hocamız bana yazar Hulusi Üstün’den ve eserlerinden bahsetti. Hafızamın labirentlerinde bu isimle ilgili bir tanıdık titreşim hissetiğimden onunla tanışıp görüşmek istediğimi söyledim. Tabii www.hulusiustun.net sitesine de girerek yazılarını da hemen okumaya başladım. Bu yazılar alelade bir yazar karşısında olmadığımı; yazının konusuna göre çağımızda yaşayan bir Reşat Nuri, bir Falih Rıfkı, bir Şevket Süreyya, bir Ömer Seyfettin, bir Abdülhak Şinasi Hisar, bir Tanpınar karşısında olduğumu anladım. Bunu söylediğim dostlarım sağolsunlar derhal bir buluşmaya vesile oldular ve Hulusi Üstün bulunduğum Kilitbahir’de bir yaz günü arayarak ziyaretime geldi.

Çanakkale Boğazının karşısında oturup ’iki denizin birleştiği yer’ ile ilgili ayetlerin sohbetini yaptık. Kendisini, bizi, geçmişimizi, vizyonumuzu, Kafkasları, Çerkesleri, Vatanımızı, mülteci yerleşiminin gelecek sorunlarını, çağımız insanının arayışını, İstanbul’u, Silivri’yi, tasavvuf ve tevhidi, seyri süluku, Mevlana’yı, Muhiddin Arabi’yi, Füsus ül Hikemi, Hamdun Kassar’ı, Hacı Bayramı Veli’yi, Muhammed Nur’u, Niyazi Mısri’yi ve melameti konuştuk. Tasavvuf yolları ve çağımız Müslümanlarının açmazlarını, Çerkesya ve Adıgheleri, geleceğini, aşina olduğum çerkes geleneklerini, Çerkes dedemi birbirimizin yüreğine bakarak karşılıklı dile getirdik.

O bizi, bizde onu derin ve sessizce dinledik. Cahidi Sultan ve harabe haldeki İrşadi Tekkesinin, rahmetli Ahmet Taner Efendi’nin evinin manevî ikliminde, saatler süren, hiç sıkılmadan devam eden uzun sohbetimizde onu daha yakından tanıma imkanı kendiliğinden oluşuverdi. Engin tevazusuyla ve bir derya misali dolup taşan donanımıyla, aramızdaki yaş farkına rağmen hasbetenlillah karşılıksız dostluk yapılacak bir insanla karşı karşıya olduğumu, yüreğimin izdüşümüne bire bir uyan görüşlerinden, dinlemesinden, sorularından öyle mutlu oldum ki böyle bir dost gönderen yüce Allaha şükrettim.

Daha sonra dostluğumuz devam ederek İstanbul’da Hırka-i Şerif Camiinde buluştuk. Hemen yakınındaki hemşehrimiz meşhur Özkilis de sohbetimize devam ettik. Daha sonra Kafkas Vakfında buluştuk. Bu arada benim yazmak istediğim yıllardan beri kurgusu ve planı, olayları ve şahısları tamamen hazır olan gerçekten yaşanmış bir roman çalışmamdan ona bahsettim. Gün içinde ve gece yatarken gözlerimi kapattığımda o şahıslarla yaşıyor gibi olduğumdan bir hekim olarak bu romanı yazamayacağımı eğer kabul ederse kendisine bütün iskeleti vermek istediğimi söyledim. İnşallah olabilir dedi ama bir türlü olmadı. Fantastik Bir Yolculuk adlı bir tren yolculuğundaki tasavvufi yazım için bu da mükemmel bir roman olabilir deyince lütfen yaz diyerek kendisine ısrar ettim. Ama maalesef pandemi ve Göğerçin’e yoğunlaştığından o da gerçekleşmedi.

Gerek İstanbul gerekse de Çanakkale’de ziyaretlerine devam etti. Çok hürmet gösteriyor “ailemde elini öpeceğim kimse kalmadı lütfen siz büyüğümün elinizi öpmek istiyorum” dese de ben onu kucaklıyordum. Hangi konuyu açsanız o konuda müthiş bir bilgi ve görgüsü aşikardı. Sekiz lisanı konuşuyordu. Çok yazıştık. Tasavvuf yolunda melamet anlayışında seyir usul ve adabının inceliklerinin sohbeti, ilm-i ledün konumuzla da aramızda düzeyli bir saygı ve muhabbetle dostluğumuz devam ediyordu.

Annemin teyzesinin kocası yüz on yaşında vefat eden Çerkes dedemin bir film gibi hayatını onu tanıdıktan sonra hatırlayarak yazdım. Bu paylaşıma yaptığı yorumu aynen şöyleydi.

-“Muhterem hocam, halkım yüz altmış yıl önce dünyanın dört bir yanına savruldu, kimi yerde birbirine yakın bir kaç köy kurabildiler ve o küçük adacıklarda kültürlerini dillerini yaşatmaya çalıştılar. Kimileri ise bir ya da bir kaç aile olarak yerleşti. Onlar kültürlerini dillerini yaşatma imkanı bulamadılar. Kendilerinden ayrı görmedikleri Türk halkına karıştılar. Bahsettiğiniz Çerkes dede sürgünün savurup yalnız bıraktığı insanlardan… ben de onların vatan özlemlerine şahit oldum. Dün Bandırma’daydım. Halamı ziyaret ettim. Zihni alzhaimera teslim. Beni tanıyamadı. Adım geçince gülümsedi… O kadar. Çerkesçe konuştum onunla gözleri parladı. Altmış beş yıldır evli olduğu eşi Çerkes değil. Ana dilini kimse ile konuşamadı. ‘Adigheyim ben’, dedi. ‘Demek sen de Adighesin… Adigheler ne güzel insanlardı, ne iyi insanlardı. Şendiler, mahcuptular… ben Adigheyim. Adighe… Adighe…’ dedi.

Garip bir yazgı. Anlatmak isterim bir gün size. Ne tuhaf ortaçağ adamlarıydı onlar. Ne kadar prensipli, ne kadar kuralcı, ne kadar formal tiplerdi. Ben onları yazdım. Yüze yakın öykü… onları edebiyatta ilk işleyen benim desem yalan değil. Çünkü göz açıp onları gördüm.

Şimdi ben de o Çerkes dede gibiyim. Kavmimin dili kayboldu, hatırası unutuldu. Bu akşam da Biga’da bir düğündeydim. Öksüz ve yetim bir çocuğun hatırına ufak bir eğlenti yapıldı. Danslar edildi. Kardeşçe kolkola girip dedeleri gibi dans eden gençlerde o dansın dışında hemen hemen hiç bir kültürel iz kalmadı.

Ne ki ‘külli men aleyha fan…’ sizin gönlünüze halkımın hatırasını bırakmış olmak benim için ne büyük bir onur bilemezsiniz. Tertemiz hatıralarınızın arasında adımın yad edilmesi benim için bir madalya kadar mühim. Ellerinizden hürmetle öperim. Hepimizin ecdadına rahmet dilerim.”

-“Hulusi Üstün üstadım. Sizi tanımamış olsaydım bu değerli hatıram emin olun aklıma bile gelmeyecekti. Siz bu hatıraların hatırı sayılır “werkh” isiniz. İyi ki sizi tanımış, iyi ki okurunuz olmuşum. Tanrıya şükürler olsun size eserlerinizle dolu, sağlıkla uzun ömürler niyaz ediyorum..”

Hulusi Üstün yiğit ve pervasız bir özgürlük savaşçısıydı. Onun silahı, kılıcı yoktu ama atalarına has asaletiyle dimdik duruşu ve bir hançer gibi yüreklere saplanan ilelebet unutulmaz yazıları vardı.

Kendi cümleleriyle bakınız neler neler diyordu: -“Dört avuç topraktan halk ettiler beni. Biri İstanbul’un Fatih’inden, biri Kaf Dağı’nın zirvesinden, biri Anadolu bozkırından, biri Urumelinden…”

-“Benim yurdum, İstanbul, sevgili Mavi Kasaba’m, hayıflandıklarım, harcadıklarım, heba ettiklerim arkada sadece dağlar denizler ötesinde değil, zamanlar, çağlar ilerisinde kalıyor. Bir Ümmü Gülsüm şarkısı mırıldanıyor yüreğim. ‘Kem beneyna min hayalin havlena!’ Ne çok hayal ile çevreledik etrafımızı… Ne çok hayal ile çevreledik etrafımızı… Kem beneyna min hayalin havlena… Şehri bina eden hayal olmalı… Hayalle değmeli sokaklara, evlere, pencerelere hayaller değmeli. Benim ülkemde şehirleri hayalini yitirmiş plancılar, hayali olmayan mimarlar, hayal kuramayan mühendisler planlıyor. En sevdiği pastayı bölüştüren aç gözlü, iri ve bencil bir çocuğa benziyorlar bu işi yaparken. O sebepten onların diktiği yapıların manzarasına uzaktan bakıp hayal kurulamıyor.”

Kudüs seyahatinde de Falih Rıfkı’nın Zeytindağı gibi şunları yazdı..

-“Beş asır önce anahtarını teslim aldığımız, beş asır boyunca surre alaylarıyla servet akıttığımız, uğruna Anadolu çocuklarının kanını seyelan eylediğimiz, hatırasına şiirler yazdığımız, hareminde birkaç adam bağırıp çağırınca ayağa kalktığımız, dış politikamızı ona göre dizayn ettiğimiz bu taş yığınının nesiyiz biz? O bizim Yahya Kemal şiirinde bahsedilen Mehlika Sultanımız… Fakat onun için biz hiçbir şeyiz. İşte Rum’un, Ermeni’nin, Dürzinin, Musevi’nin elli çeşidini barındıran koca şehirde olmayan tek şey Türk… Suriye’den Türkiye’ye yerleşmiş bir tarihçinin sözleri çınlıyor kulaklarımda. ‘Buraya geldikten sonra öğrendim ki sizin tarihiniz bizim topraklarımızda egemen olduğunuzu yazıyormuş. Komik bir yalan bu. Hiçbir Arap memaliki, ne Suriye, ne Filistin, ne Mısır, ne Irak, ne Hicaz hiçbir zaman Türk’e ait olmadı. Araplar kesintisiz bir şekilde özgür yaşadılar ve sadece belli şehirlerde şehir nizamını korumanız için sizin bulunmanıza izin verdiler. Abbasi devrinde de Memlük devrinde de Osmanlı devrinde de size bizim için savaşma vazifesini verdik, siz de bunu büyük bir sadakatle yerine getirdiniz, hepsi bu.’

Haklıydı büyük ölçüde. Ne asker aldık, ne eğitim verebildik, ne dil öğrettik, ne şehir kurduk. Halep’ten güneye Türk, bazı şehir merkezlerinde Arab’ın gönlünden kopan ölçüde vergi tahsil etmekten başka hiçbir şekilde otorite olamadı. Sadece öldük bu topraklar için, başkalarına karşı elimizle, silahımızla, dilimizle savunduk onları.

Hal böyle iken bu uçsuz bucaksız topraklara camiler yaptık, kamu binaları inşa ettik, demiryolu döşedik, gönüllerini almak için kaymemizi kabul etmediklerinden altın saçtık. Türk’ün emeğiyle, kanıyla kurulmuş koca imparatorluğu sağmal bir inek gibi yatırıp memelerini çölün uçsuz bucaksız kuraklığına doğru akıttık akıttık.”

Unutamadığı bir acı yaşadı..ve şöyle yazdı..

-“Bir kaç yıl sonra, 93 senesi vakitsiz bir sonbahar gibi çöreklendi gençliğime. Yaşıtım kuzenim doğuda askerlik yaparken vuruluverdi. O güne dek hep yaşlıları alıp götürdüğüne şahit olduğum ecel, hayatı kitaplardan ibaret genç adamın üzerinde badem çiçeklerini yakan ayaz etkisi yapmıştı. Günlerce çıkmadığım öğrenci evinde kitapların defterlerin arasındaydım. Saçımı sakalımı kesmiyor, ibadet ediyor ve okuyordum. Okumayı öğrendiğim ilk günden beri hikayeleri içinde kaybolduğum Ömer Seyfettin’in anısına düzenlemiş bir öykü yarışmasıydı bu. Ömer’i tanıyordum. Yüz elli kadar öykü, roman denemesi ve makalesini tamamen okuyup bitirmiştim. Zamanının ruhunu bugüne taşıyan hüzünlü kalemini seviyordum. Erkenden ölüp gittiğini öğrendiğimde gözlerim dolmuştu. Seviyordum onu, saygı duyuyordum. Öyle ki mümkün olsaydı ömrümden bir kısmını kendisine verip biraz daha yaşamasını, biraz daha yazmasını dilerdim.”

“Gençler bilir, yetişkinler hatırlar, yaşlılar unutur.” “On kitabım yayınlanmıştı. ‘Canlar’, ‘Gurbetten Çerkes Hikayeleri’, Geçmişi Sürgün Şehir, ‘Burası Çeçen Komitesi’, ‘Türkü Öyküleri’, ‘Şaheser’, ‘Kanatlı Süvari’nin Hatıraları’, ‘Yüz Elli Yıl Böyle Geçti, Kırk Diyardan Masallar, Turna Fırtınası, Şehir ve semt kitapları… Beylikdüzü, Büyükçekmece… Ayrıca bir çok antoloji ve araştırma kitaplarında makalelerim vardı. Hiç birisi için yüz suyu dökmeden, hiç birisi için temenna etmeden yayınlatmıştım. İşin güzel tarafı o ki artık benim bir patikam vardı. Kimseye göre yazmadan, hiç kimseyle birlikte olmadan, hiç kimseden yardım almadan kendi adımlarımla oluşturmuştum bu patikayı. Sözü mermiye, cümleyi çiçeğe çeviren sihirli bir kalemim vardı benim. Onunla kaldırıyordum gerçeğin üstündeki örtüyü. Dilediğimde ağlatıyordum okuyanı, dilediğimde güldürüyordum. Kah keskin bir kama oluyordu, kah ölümcül hastaya ilaç… Hiç bir çerçeve içine alamıyorlardı beni. Ben kendi patikasında yürüyen yalnız ama özgür bir yazardım. Nicedir ayağı zincirle kayalık bir dağa bağlı bir adamım ben. Ve şunu bilin ki geçmişiyle, tarihiyle barışmayanlar, dedelerinin değerlerine sahip çıkmayanlar şehirler için depremler kadar tehlikelidir. Onların eliyle inşa edilen şehirler ortadadır. Onlar hangi huzurevinde kocarsa kocasın bir imamın önünde, yoksul insanların teberruları ile yapılmış bir camiinin mutfak tezgahına benzeyen musallasında uğurlanacaktır dedelerinin yanına…”

Bir yakın dostu olan Hikmet Bey’in vefatıyla yazdığını, biz bugün kendisine kendi cümleleriyle, hemde kendi vefat günü ile aynı, hatta bugün yedisi olduğunu da hayretle görerek not düşelim.

-“Dostum öldü, bastonunu kaybetmiş bir kötürüm gibi kaldım ortada… Bugün yedinci gün… Babaydı, arkadaştı, dosttu, komşuydu, dert ortağımdı. Ne çok hatıra bıraktı bana, ne çok şarkı, ne çok şiir, ne çok atasözü… belki bunları bana aktarması için yazgı onu karşıma çıkarmıştı. 29 Eylül gecesi ruhunu teslim etti meleklere. Ah Hikmetçiğim, ah benim yaşlı dostum dedim ona. Beni teselli eden o ki seni öte tarafta karşılayacak olan Ulu Allah’ım Karayolları idaresinden de Belediyeden de daha lütufkar. Sen gelince sonuna kadar açacaktır cennetin kapılarını… “ Hoş geldin Hikmet, hoş geldin ya Abu Leyl, ya Hamişkont Ebu El Perejiy, hoş geldin Hulusi’nin sevgili Ateşböceği… Lütuf ve keremimizin bir ifadesi olarak sen de sorgusuz sualsiz gir cennete diyecektir.”

Değerli Dostlarım, Bugünden sonra Silivri ve komşu beldeler, Kafkaslar, Çerkesler hakkında araştırma yapmak isteyen herkesin onun eserlerine müracaat etmesi, üniversiteye başlayan her gencin Turna Fırtınası’nı okuması, yazılarının ve uyarılarının dikkate alınması dileğimizdir.

Hulusi Üstün genç yaşında zahir alemden çekilirken bıraktığı emanetleri; emin olan herkese bıraktığı eserleriyle, Silivri’siyle, eşi Habibe hanımefendi, kıymetli evlatları Elif, Enis ve dostlarıyla aziz hatıralarıyla yaşamaya devam edecek.. Onu hep rahmetle anacak ve hatırlayacağız. Ruhu şâd olsun..

Evet bir Hulusi kalp geçti bu coğrafyadan..

Bir Hulusi Üstün kalbi kaybettik…

Bu makalede yer alan görüşler yazara aittir ve Ajans Kafkas'ın editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Diğer Köşe Yazıları