Hulusi Üstün’ün Ardından 3 – Hep Özleyeceğiz Seni Hulusi Üstün

Hep Özleyeceğiz Seni Hulusi Üstün

“Onu tanımayanlar şanslı” demiş Hulusi Üstün bir yazısında. Ben de derim ki: Hulusi abiyi tanımayanlar çok daha şanslı.

Hulusi abiyi tanımak ve ardından veda etmek. Katlanılır gibi değil. Duygularımı ifade etmekte zorlanıyorum. Bir hikâyenin içindeyiz. Hulusi abinin yeni hikayesi.

Hulusi abinin vedasına hala alışamadım. Bir hafta oldu. Sanki dönecek ve diyecek ki: İşte bu da benim son hikayem. Doğru ya, senin hikayelerin hep hüzünlü biterdi. Yüreğimizi o haberden sonra bir kor kapladı. Aklımız ise çok sevdiğin Mavi Kasaba’daki o çınar ağaçlarının altında kaldı. Gidişine herkes gibi ben de alışamadım Hulusi abi.

Vefatından bir gün önce aradı. Hâl hatır sordu. Çoğu zaman “Veyselciğim” derdi. Keyfi yerinde olduğunda da “Ayvatlı” diye takılırdı. Bazen “patron”, bazen de “abisinin gülü”… Bir İstanbul beyefendisiydi. Sözleriyle insanı hep onore ederdi ya da ince mizahlarla takılırdı. Herkese bıraktığı ayrı bir iz, ayrı bir söz, ayrı bir hitap vardı.

Ne zamandır görüşmüyorduk. “Ben İstanbul’a gelirsem haber ederim,” demişti. Vefatından bir gün önce, cuma günü saat 2 gibi aramıştı.

— Seni bir göreyim, özledim. Görüşelim, neredesin? demişti, öyle içten.

— Yurt dışındayım abi. Ben de sizi özledim çok. Haftaya ziyaret edeyim, döneceğim.

— Peki, dedi ve kapattık. Bilen bilir, “Peki”yi çok severdi. Onun bu pekisinden sonra insan hep hata mı yaptım, yanlış bir şey mi dedim diye düşünürdü. Hulusi Üstün’ün “peki”si zor bir imtihandı. Sonra ben de alıştım ve ona karşı hep “peki” derdim.

Meğer son görüşmemizmiş. İçime oturdu öylece. O güzel sesini son duyuşummuş. Söylenmeyi severdi. Benim de hakkım var Hulusi abi, söyleneceğim. Dert sahibi ettin de gittin. Keşke o son konuşmayı hiç yapmasaydık.

Fatih’i onunla tanıdım. Hangi cadde, hangi sokakta hangi bilgi, hangi tarih var bilirdi. 7 tepeyi 70 farklı kaynaktan anlatır, hayret verici bilgiler aktarırdı. Greklerden Latinlere, Bizans’tan Osmanlı’ya her detayı bilirdi. Vakıf Fatih’te olduğu için her geldiğinde arar, çıkıp beraber gezer, sohbet ederdik. Yemeğe tek oturmayı sevmezdi. “Alo” der, inerdim sofrasına. Fatih’in enfes lokantalarını o bilirdi. Çok iyi bir gurmeydi.

Abartısız: Çok kibar, amasız, fakatsız, nadide biriydi. Sadece benim için değil, niceleri için. O büyük bir servetti. Yitirdik…

Ağustos ayında tatlı bir heyecan ile aramıştı. Silivri kaymakamı ile görüşmüş, “Senin yazıların neden derlenip vakıfta basılmıyor?” demiş kaymakam bey. Aman Allah’ım, ne tatlı telaş! O ses tonunu, heyecanını unutamayacağım. “Bizim için şereftir abi,” diyerek ekledim. O da ben de heyecanlandık.

Tüm eserlerini 4 cilt halinde basacaktık. “İşte 4 başlık: Geziler, Çerkeslik, dostların ardından yazdıklarım, mutfak kültürü” diye ayırmıştı. Dostların seni şimdi nasıl yazacak Hulusi abi? Bu nasıl bir keder…

Heyecanlıydık. Laf açıldı, “Hulusi abi, hatıratınız da varsa…” diye söze girdim. “Veyselcim, çok hatıram var ama erken. Bu yaşta bana hatırat mı yakıştırdın? Ah Ayvatlı…” diye ekledi.

Fethi Hoca redaksiyon çalışmasına başlamıştı bile. Vefatından 10 gün önce kitabın akıbetini sormuştu. “Kitap için bir takvim var mı kafanızda? Ne zaman basılır acaba?” dedi. Heyecanla bekliyordu. “Ekim sonu abicim,” demiştim. Yarım kaldı, göremedi…

Bir de Son Özgürlük Savaşı Çeçenya’sı vardı. Rusçaya çevirmek istiyordu. Kafkasya’daki soydaşlarının bu şaheserini okumasını istiyordu. Birkaç çeviriyle başladık ama o da yetişmedi. Belki de hepsi bize vasiyet kaldı.

Bir yıl önce, 3 ay dargın kaldık Hulusi abi ile. Yanlış bir anlaşılmayla bana darılmıştı. “Hep muhabbetimle büyüttüğüm insanlar muhalifim oldu benim,” diyerek mesaj attı. Ama nasıl bir çile! Üzüntümü dile getirdiğimde, “Hayat kimsenin yokluğuyla son bulmaz” diye ekledi.

Uzak kaldık bir süre. Rahmi Hoca’yı araya koydum. “Hocam, bizim aramızı düzelt, yoksa harap olacağım.” Sonra gönlünü aldık bir şekilde. Şu mesajla barışmıştık: “Hoş geldin, hep hoş kal. Endişe etme artık, tamamen iyileştim.” Çocuk ruhlu ve narindi.

Silivri’ye gittiğimde hep balık ısmarlardı. “Abi, neyin mevsimi, ona göre geleyim,” derdim. Takılırdı, “Gel bu sefer sana balina yedireceğim.”

Kafkasyalı asaletini, nezaketini ve duruşunu ondan öğrendim desem yeridir. O benim hocamdı. Tıpkı sevdiği Şocen Abdulkadir gibi. İki değerli insan şimdi beraber.

Ayvatlı derdi çoğu zaman. Ayrı bir mizah ve espri yeteneği vardı. Tatlı dili ve mizahı ile insanları güldürürdü… Saatlerce mesajlaşıp uzun süren, bilgilendiren, öğreten, sıkmayan ve keyif dolu sohbetleri olurdu. Espri, nükte, mizah, kinaye… Ne varsa. Kimileri de onu donuk ve kibirli sanardı. Tabii tanımayanlar, keşfedemeyenler. Onlara sözüm: “Hulusi abiyi tanımadığınız için biraz dertlenin.”

Vakfa son zamanlarda gelemediğini, gönlünün hep vakıfta olduğunu söylerdi. “Kankoç’la sözleştik. Bundan sonra vakfın her programına geleceğiz inşallah” diye hevesini belirtmişti.

Bizim büyüklerle olmayı o kadar isterdi, severdi ki. Hele Mehdi hocası… Canıydı. “Hocayı değerlendirmemiz lazım, daha sık görüşmemiz lazım” derdi. Sosyal medyada vakıfta bir toplantıyı görmüş, üzülmüş, dertlenmişti. “Beni niye çağırmadın?” diye sitem etmişti.

“Çok üzüldüm. Herkesi görmüş olurdum. Şemsiye miyim ben de unutuyorsun? Binersin sen benim kayığıma bir gün. Unutma bunu.” Unutmuyorum Hulusi abi, unutmayacağım. Seni hiçbir zaman unutmayacağım.

Vakfımızdaki büyüklerle beraber son oturmamız, Mart 2024 sonunda bir iftar akşamıydı. Belgesel çekimlerini yapmıştık gün içinde. Mehdi hoca, Hulusi abi ve ekip. Akşamına da büyüklerin katılacağı bir iftar tertip edilmişti. O gün ne de mutluydu. Eve gidene kadar teşekkür mesajları attı. “İyi ki çağırdın, iyi ki varsınız” diye. Arkasından şu yazısını yayınlamıştı:

NOTLAR: Cumartesi, bir belgesel için röportaj vermek üzere Yenikapı Mevlevihanesindeydik. Yine güzel bir İstanbul havası. Şehre ramazan suhuleti de çökmüş. Yol sakin, insanlar durgun…

Akşam Saraçhane’de ‘Gazala’ adlı bir Kafkas restorantında Çerkes Thamadeleri ile bir araya geldik. 

Sohbet sohbeti açıyor… 

Yine milyonuncu kez konuşuyoruz… Tarih coğrafya, dil, xabze, mitoloji, hatıralar.

Boğazına kadar hatıra ile dolu, geçmişin içinde yaşayan adamlarız aslında. 

Nakd-i ömrünü bu uğurda sarf eylemiş şövalyelerimiz, Sılpağar Yılmaz, Thaghapsou Mehdi, Negor Fethi, Papba Ömer, Kandur Şakir, Neğoy Cehdi, Yandır Ali, Koban İsmail, Biybak Ahmet ve gençler. 

Eksildikçe birbirine daha sıkı sarılan dostlar, eskidikçe kıymetlenen dostlar, aziz bir ailenin büyükleri onlar. 

Geç saat…  Dostçuğum, kardeşçiğim Şahin, ‘gel!’ diyor… 

Tekrar yola çıkıyorum. 

İstanbul ferah, sakin, dingin… 

Aman sabahlar olmasın… Aman sabahlar olmasın…”

İftar öncesi Silivrikapı ve sur etrafında seninle yaptığımız o kısa gezi… Ne güzeldi Hulusi abi.

YTB ile uluslararası öğrencilerle beraber, Hulusi abi riyasetinde dersler yapardık. Aman Allah’ım, bu ne ilginç bir bilgi derinliği! Saatlerce İstanbul’un kadim tarihinden bahsederdi. Dünyanın farklı yerlerinden gelen insanlar, Hulusi Hoca’yı hayranlıkla dinler, sohbet ederdi. Vefatını duyan öğrenciler şaşkınlık içinde bana yazıyor. Kimi Sudanlı, kimi Kazak, kimi Boşnak. Dünyanın her yerinden öğrencisi vardı. Kimse inanamayıp bana soruyordu: “Evet, doğru, Hulusi bugün vefat etti. Cenazesi ikindi namazını müteakip Silivri’de olacak” diyerek haber verdim dünyanın farklı yerlerindeki simalara

O güler yüzün hep hatırımızda kalacak.
Hulusi abi, bir güz günü, 28 Eylül 2024 tarihinde bizlere veda etti. Dingin bir deniz, ya da derya deniz…

Şu cümleleri yazmıştı 1997 güzünde: “Yaşamdan el çekip düşseydim toprağa, poyraza kapılmış yapraklar misali. Ve yazmayı öğrenmeseydim keşke. Bir ikindi vakti karışsaydım toprağa.”

Vefatından üç gün sonra, Fatih’te dolaşıyorum. Ne kadar eksik bir sur içi… Ne kadar eksik bir Fatih. Veysel, ne kadar da manasız Hulusi abisiz Fatih’te gezmek. En sevdiği, özlediği yer… Şehzadebaşı’ndan geçerken hatırladım. Sezai Karakoç’un cenazesine gelmiştik en son. Tam da bu mevsimler, güz. “Bak Veyselciğim. Dertli insandı rahmetli. Ne güzel bir yerde ne güzel insanlar yolcu ediyor” dediğini hatırladım. Senin vedan da öyleydi Hulusi abi. Şahidim.

Yine Suriçi konusunda konuşurken: “Hulusi abi, zor olmuyor mu Silivri’den Fatih’e gelmek, özlemiyor musunuz?” diye sordum. “Kendimi artık çok yalnız hissediyorum. Fatih’i özlüyorum. Uzaktayım, tüm dostlarım, hislerim burada. Silivri artık çok uzak geliyor gözüme. Dönmem lazım buralara.”

O çok sevdiği Fatih, artık çok yalnız.

Aslında beni kırmayan biriydi. Beni değil, çevresindekileri hiç kırmaz, incitmezdi. “Peki” veya “uygundur” derdi hep.  Vefatından bir gün önce aradığını hep hatırlayacağım, o sesi hep kulağımda olacak.

En son 21 Mayıs belgeseli galasında yüz yüze gelmiştik. Gala günü erken gelmiş, muhabbet ediyorduk. Bir ara üç beş adım uzaklaştı, sigara yaktı birileriyle. Cihat Özsaray’a işaret ederek: “Hulusi abiye bak, sigarayı bu kadar keyifli içen biri, bu kadar iyi bir Hollywood sahnesi gördün mü?” dedim. O da arkasını dönüp:
“Kerata, duyuyorum. Bir ara da beraber içeriz” diye güldü. Biz de epey gülmüştük.

Ümmetin derdiyle dertliydi, şahidim. Galada yaptığım Çerkesya ve Gazze konuşmamı çok beğenmiş, teşekkür etmişti. “Duygulandım” diye de eklemişti.

O çok sevdiğin dostların karşılasın seni. O özendiğin halk, sana vefasını göstersin. Selamınla heyecanlandır o diyardakileri. Selam söyle bizlerden dostlarına. Güzel sarıl Şocen Kadir Hoca’ya, hasret gider, bizden de iyi haberler ilet. Gönlün gibi güzel insanlar ile beraber ol. Şimdi oradakilerin yüreğini ferahlat, o güzel kalemin ve kelamınla…

Yüreğindeki o dert sahibi yürekli insanlar karşılasın seni.

Tam da ne güzel özetledin dostlarının halini, geçmiş zamanda.

Dostum öldü, bastonunu kaybetmiş bir kötürüm gibi kaldım ortada…

Bugün yedinci gün…

Babaydı, arkadaştı, dosttu, komşuydu, dert ortağımdı. Ne çok hatıra bıraktı bana, ne çok şarkı, ne çok şiir, ne çok atasözü… belki bunları bana aktarması için yazgı onu karşıma çıkarmıştı. 

29 Eylül gecesi ruhunu teslim etti meleklere. Ah Hikmetçiğim, ah benim yaşlı dostum dedim ona. Hoş geldin Hikmet, hoş geldin ya Abu Leyl, ya Hamişkont Ebu El Perejiy, hoş geldin Hulusi’nin sevgili Ateşböceği… Lütuf ve keremimizin bir ifadesi olarak sen de sorgusuz sualsiz gir cennete diyecektir.”

Tabutuna dokunamadım, kabrine toprak atamadım Hulusi abi. Yanı başındaydım ama Hulusi abi, tüm dostların gibi seni oradaydık, yalnız bırakmadık. Birkaç damla yaş süzüldü gözlerimden toprağına. Sonra örtüldü nazik bedenin. Oğlun Enis ve dostun Şahin’in ellerinde toprağa verilişini öylece izledim. Seni uğurladık, tüm sevdiğin dostlarınla birlikte.

“Zihnim dost mezarlığı, yüreğim hiç sağalmayacak yaralarla kaplı.”

Hulusi abi, sesindeki dinginlik ve kalemindeki güzellikle ayrıldın aramızdan. Hatıralarını ve kaleminin ruhumuzda bıraktığı izlerle seni hep yâd edeceğiz. Mekânın cennet, makamın âli olsun Hulusi abi.

Seni tanıyan herkes gibi, seni hep özleyeceğim Hulusi abi…

Fatih, 5 Ekim 2024

Hulusi Üstün’ün Ardından 3

Bu makalede yer alan görüşler yazara aittir ve Ajans Kafkas'ın editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Diğer Köşe Yazıları