Çerkesler nerede hata yaptı? Cem Kumuk’la dünden bugüne…

Kafkasyalılara esir düşşüp kurtulmuş bir subaya Kafkasyalıların yumuşak karnının ne olduğunu soruyorlar. O da ”Kafkasyalıları topla tüfekle yenemezseniz, bu size çok pahalıya mal olur. Ama Kafkasyalı elitler içinden kendinize yandaşlar edinirseniz onlar zaten kaleyi içeriden yıkarlar, hiç merak etmeyin” diyor.

Ajans Kafkas’ın düşünce turunun konuğu bu kez ‘Neredesin Prometheus’ adlı kitabıyla tanınan araştırmacı Cem Kumuk oldu. Mevdudi Bayçora ve Hüseyin Tok’un sorularını yanıtlayan Kumuk, mikro milliyetçiliğin Kafkasya’yı bölücü etkisine değinirken ortak strateji üretmedeki başarısızlığına, diasporanın aydın ve varlıklı insan yetiştirmedeki şanssızlığına, strateji üretmedeki yetersizliğe, anavatan ve diaspora arasındaki kopukluğa dikkati çekiyor. İşke Kumuk’un yanıtları: 

 

Sizi kendi ağzınızdan tanıyabilir miyiz?

1967’de Ankara’da doğdum. 93 harbinde Uzunyayla’ya yerleşmiş Kabardey bir ailenin çocuğuyum. Uzunyayla’ya yerleşir yerleşmez, asker olmaları sebebiyle Osmanlı ordusunda cepheden cepheye gidip köyde bile yaşayamayan bir aile. Dedem 1915 Ermeni olayları sırasında Tokat alay komutanlığı; 1940’lı yıllarda doğuda Kürt isyanlarının olduğu dönemde Diyarbakır alay komutanlığını yapan İsmail Hakkı Kumuk. Türk ordusunda iyi tanınan bir şahsiyet. Babam da Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bir subayıydı. Askerlik bizde bir aile geleneği.  Ben hariç… Akademik eğitimimi Edebiyat Fakültesi’nde aldım. Ancak mesleki kariyerimi tamamen farklı bir alanda, bugün çok moda bir deyişle lojistik veya daha bilimsel bir deyişle tedarik zinciri yönetimi denilen alanda yaptım. Aslında bir ticaret erbabıyım, iş adamıyım. Ama hepsinin ötesinde Kafkasyalıyım. Dernek yada aile ortamlarında kulaktan kulağa bize telkin edilen Kafkasya idealleriyle büyüdüm. Profesyonel işlerimin dışında zamanımın çok büyük bir bölümünü bu ideal için geçiriyorum.

Peki kendi kimliğinizi nasıl tanımlıyorsunuz ve Türkiye’deki Kafkasyalıların kimlikleri ne üzerinden hareketle tanımlanmalıdır sizce; xabze mi, dil mi ya da başka bir şey mi?

Kimlik olarak kesinlikle kendimi Kafkasyalı ve Çerkes olarak tanımlıyorum. Bu soruyu bir İsviçreliye sormuş olsaydınız da benzer bir cevap alırdınız. Derdi ki ben İsviçreliyim ve Fransızım, İsviçreliyim ve Almanım. Sonuçta ben de bir Kafkasyalı ve bir Çerkesim. Nerede dünyaya geldiğim önemli değil, bu benim Kafkasyalılık özelliğimi değiştirmiyor.

Tabii Kafkasya dediğimiz zaman ortak kültür birikiminin yanında bir takım etnik farklılıklar olsa da bu bizim Kafkasyalılık üst kimliğimizi değiştiren bir etken değil. Bu her ne kadar Sovyet – Bolşevik dönemde parçalanmaya çalışılmışsa da, diasporanın bu parçalanmadan önceki dönemde sergilediği birliktelikte olduğu gibi Çerkes, Abhaz, Oset, Dağıstanlı ve Çeçen’in, hatta Karaçay, Balkar ve Nogay’ın farklı unsurlar olmadığı, aynı kültür potasında eriyebildiği Kafkasyalılık bizi tanımlayan bir üst kimliktir.

Bunun ortak paydası khabze midir? Khabze mutlaka ait olduğu dönemin toplum değerlerine göre şekillenen bir kavram. Ne tek başına khabze, ne tek başına dil… Kafkasyalılık bilincini oluşturan ortak bir kültür var. Bugün Hıristiyan bir Abhaz, Hıristiyan bir Asetin ile Müslüman bir Çeçen, Müslüman bir İnguş yan yana geldiği zaman eğer 100 değerin 90’ını paylaşabiliyorlarsa, din çok önemsizleşiyor demektir. Dil, evet, çok çok önemli. İletişim sosyal olmanın en kaçınılmaz öğesi.  Ancak Kafkas halkları hiçbir zaman ortak dil kullanmamanın sıkıntısını çekmedi. Tarihte milli meclislerini toplarken, Ruslara karşı ortak savaşta iletişim kurarken mutlaka koşullara göre ortak dil buldular. Dolayısıyla Kafkasyalılık felsefesini, birliğini temsil eden kavram tek başına dil olamaz. Bu yüzyılların getirdiği bir ortak yaşam anlayışıdır. Çeçeninden Adigesine, Abhazından Osetine, İnguşundan, Dağıstanlısına, neresinden bakarsanız bakın, Temruk’tan Kızılyar’a, hatta Bakü’den Oçamçira’ya kadar, İngur nehrine kadar bu dikdörtgenin içinde oluşan kültür, aynı kültürdür. Hatta Gürcüleri bile soyutlamanız mümkün değil.

‘Neredesin Prometheus’ kitabınızda Kafkasya ve Kafkasyalıların tarihinin yaklaşık iki yüz yıllık kesitini ele alıyorsunuz. Bu süre zarfında birçok kırılmalar yaşandı, 11 Mayıs Cumhuriyeti, sürgün vs. Bunlardan kendi adınıza, Kafkasyalılar hakkında çıkardığınız sonuçlar nelerdir?

Kafkasya’nın yerli halklarıyla şekillenen ve daha sonradan bu coğrafi kesişim noktasının kuzeyinden veya güneyinden gelip geçen insanların bıraktığı tortularla da – bunlar Karaçaylar olsun, Balkarlar olsun, Nogaylar olsun vs. – oluşturduğu ortak bir temel yapı var. Ne zaman ki Moskova knezliği bir imparatorluk aşamasına geldi, o zaman bu temel yapıda problem  çıktı. Kafkas halkları, Kafkas dağlarının güneyindeki halklarla güneye inmeye çalışan kuzeydeki Rus imparatorluğunun arasında bir tampon rol oynamaya başladı. Bu derin menfaat çekişmeleri içinde oyuncu olmayı gerektirdi. Bu içine zorla sokulduğumuz bir oyundu, Ruslar ve Osmanlılarla kıyaslandığında küçük bir coğrafyaya sıkışmış bir halkın sadece kendi inisiyatifiyle bir yerlere gelemeyeceğinin göstergesiydi. Yani 1800’lü yıllarda yaşanan olaylarda aynı bugün olduğu gibi Rus yanlısı Kafkasyalılar, Osmanlı yanlısı Kafkasyalılar, yine o dönem o coğrafyada büyük menfaatleri olan İngilizleri de alırsak İngiliz yanlısı Kafkasyalılar vardı. Bu da parçalanmayı beraberinde getirdi. O döneme dek coğrafya hangi gücün altında olursa olsun birliğini korumuştu. Gidenlerin bıraktığı tortular da o kimlik altında o birliğin bir parçası haline geldi. Ama Moskova knezliğiyle başlayan baskı bu yapıyı değiştirdi. 1800’lü yıllarda yaşadığımız olaylar, 1905 ihtilali, 1917 ayrı birer dönüm noktasıdır. Kafkasya Cumhuriyeti, Sovyet dönemi ayrı birer dönüm noktasıdır, bunun en sonuncusu Sovyetlerin parçalanmasıdır. Bunlar Kafkasyalıların bağımsızlık yolunda trene binecekleri birer istasyondu. Ve biz her seferinde kaçırdık. Bu istasyonlarda trene binenler özgürlüğe kavuştular ki bu DA kendilerince kazanılmış özgürlükler değildi. Emperyalist sistemde küçük güçler her zaman büyüklerin takdir ettiği kadar özgürlüğe kavuşabilmişlerdir. Kafkasya da maalesef bu oyunda küçük güçlerden birisidir. Dikkat ederseniz Kırım savaşı sonrasında yapılan Paris Barış Konferansı’nda İngiliz ve Fransızların Çerkeslere arka çıkmaması, sırf o günkü dengeler yüzünden bizi feda etmeleri, bize bağımsızlığın layık görülmemesiydi. Aynı şey 1918’de gerçekleşti. Yine 1919’da Paris Barış Konferansı’nda kimi halklara verilen özgürlükler var… O dönemde de ne İngilizler, ne de Almanlar Menşevik Ruslara ve Gürcülere verdikleri desteği Kuzey Kafkasyalılara vermediler. Gerçi ben Kuzey Kafkasya söylemine temelden karşıyım. Bu noktada bir vurgu yapmak istiyorum: Tek bir Kafkasya vardır; tarihteki kitaplara baktığımız zaman Kafkasya’yı tanımlayan coğrafya Kafkas dağlarının kuzey tarafında Karadeniz ile Hazar arasında olan bölgedir. Kuzey Kafkasya denmemiştir hiçbir zaman. 18. ve 19. yy. eserlerine bakın, Kafkasya olarak tanımlanan bölge burasıdır. Bugün 21. yy da Kafkasya coğrafyası olarak tanımlanan bölge güneyi de içine alır.  Aslında bu  bölgenin güney kısmının adı Trans-Kafkasya’dır , Mavera-i Kafkasya’dır, yani Kafkas Ötesi’dir. Bugün gelin görün ki Kafkasya denilen coğrafyadan artık içine Ermenistan’ın, Gürcistan’ın ve Azerbaycan’ın da alındığı bölge anlaşılmaktadır. Bu bilinçli olarak empoze edilmekte ve özellikle 2. Çeçen-Rus savaşından sonra, yüzyıllardır Kafkasya olarak bilinen bölgenin “Güney Rusya” olarak adlandırılmasıyla başlanmıştır. Bu bilinçli ve amaçlı yürütülen sistematik çalışma yüzyıllardır bildiğimiz Kafkasya’nın ortadan kaldırılması, yerine sahte bir Kafkasya yaratılması, soykırım suçlarının gelecek nesillerce bilinmemesini sağlamanın çabasıdır.

Amaç burada nokta atışı olarak nedir? Kimlik kayması mı?

Kesinlikle. Kafkasya denilen bölgenin aslında Kafkas ötesi olan üç egemen cumhuriyete sığdırılması, Kafkasya’nın tamamen Rus egemenliğine girmiş, bundan sonra da hiçbir şekilde Kafkasya olarak anılmayıp, hafızalardan da yavaş yavaş silinerek bölgeyi Rusya’nın bir parçası, güney ucu olarak sonraki nesillere aktarma çabasıdır. Başka bir şey değildir.

150 yıllık sürgünlerin, soykırımların ve diasporik bir toplum haline gelmemizin tarihine baktığımızda, bugün neredeyiz? Bunu bir yandan, içe dönük, toplumun kendi kökleriyle ilgili olarak; diğer taraftan dünyadaki yerimiz anlamında soruyoruz. Dünyadaki yerimiz bağlamında, aktörler değişse de yine tarih tekerrür ediyor mu?

Kendimi hiçbir zaman tarihçi olarak adlandırmadım. Tarih benim için Kafkasya ile sınırlı olmak üzere ilgi alanıma giren bir konu olarak ortaya çıktı. Dolayısıyla bu soruyu tarihçi unvanıyla yanıtlayamam. Fakat bilimsel tarihçilikte tarih tekerrür etmez denir. Ancak ne hikmetse 1800’lü yıllardaki, 1900’lü yılların başındaki ve bugün yaşadığımız senaryolar birbirlerine çok benziyor. Oyuncular dahi birbirlerine çok fazla benziyor. Sadece isimlerin değiştiğini, bir Hollywood filminin 1860, 1920 ve 2000’li yıllarda çekilmiş versiyonları şeklinde yorumlayabilirsiniz.

Fakat biz bu süreçte Polonyalıların yaptığı gibi aktör olamıyoruz. Onlar da bağımsız değillerdi ama ellerindekileri kullanıp bağımsızlıklarını kazandılar. Biz neden yapamıyoruz?

“Hak edene hak ettiği kadar” özgürlük. Bu daha çok karşıt güçlerin ellerindeki iskambil kağıtlarını kendi çıkarları doğrultusunda ne kadar kullandığıyla alakalı. Evet, Polonya’nın özgürlük savaşıyla Kafkasya’nın özgürlük savaşı aynı döneme denk gelmiştir. Polonyalıların Kafkasya’da göstermiş oldukları varlık kendi inisiyatifleri dışındaydı. Polonyalı aktivist ve özgürlük savaşçılarını bu şekilde örgütleyerek Rusya’ya ikinci bir cephe açıp, Rusya’nın savaştığı cephe sayısını arttırmak istemişlerdir. Niyet netti: “Ortak düşmana karşı ortak savaş”. Fakat şunu da düşünelim, eğer Polonya Rus işgali altında olmasaydı gelip Kafkasya’da savaşırlar mıydı? Kafkasyalıları sevdikleri için onların yanında savaşmadılar. Gerek Hotel Lambert Grubu, gerekse bu gruptan bağımsız hareket eden İngiliz etkisindeki Polonyalı aktivistlerin kendi aralarındaki yazışmalara -ki bunlar benim “Neredesin Prometheus”adlı kitabımın bir kısmının kaynağını oluştururlar- baktığımızda önceliğin Polonya’nın bağımsızlığı olduğunu görüyoruz. İkincisi batılı güçlerin menfaatleriyle doğru orantılı olarak, onların desteğini sağlamak ve sonuç olarak Kafkasyalıların yüksek direniş gücüyle Rusya’yı zayıflatıcı, güçlü bir direniş meydana getirmek. Peki bütün bunların sonucunda Kafkasya neden bağımsızlığını kazanamadı?  Birinci sebep; Polonya’nın jeopolitik olarak o zaman Rus tehdidine karşı Batı dünyasının kendisini korumak adına çok daha stratejik bir konumda olmasıdır. Polonya’nın arka bahçesi Batı Avrupa’dır. Rusya eğer Polonya’yı aşarsa batı için büyük bir tehdit oluşturmaktadır. Fakat Rusya Kafkasya’yı aştığı zaman batı için değil daha çok Osmanlı için bir tehlike oluşturmaktaydı. Burada da Osmanlı’nın Batı için ne kadar önemli olduğu sorusu devreye giriyor. Bırakın Kafkasyalıları o dönemin “Hasta Adam”ı Osmanlı bile batılıların kendi ellerinde kullandıkları bir iskambil kağıdına dönüşmüş durumdaydı. Bu durumda elbette ki Batılıların tercihi belliydi: Polonya’yı kurtarmak ve Rusya ile arasında güçlü bir tampon bölge oluşturmak.

Tarihe bu şekilde bakmak kendimizi pasifize etmek değil midir? Bu ilişkiler de nihayetinde karşılıklı değil midir? Batı Polonyalıları kullanır, Polonyalılar da Batı’yı kullanır…

Zaten ben de ikinci sebebe gelecektim. Polonya’ya baktığımızda bir ulus devlet geçmişi görürüz. Bir diplomasi kültürleri var. Polonyalılar Kafkasyalılar ile kıyaslandığında Batılılar nezdinde kabul gören diplomasi kültürüne çok daha fazla sahip. Diplomasi oyununu güzel oynayabiliyorlar. Kafkasyalıların böyle bir yeteneği yoktu. Bunun en belirgin özelliği Kırım Savaşı’dır. Eğer Kırım Savaşı’nda Kafkasyalılar müttefikler safında cephede yer alsalardı belki Kafkasya’nın tarihi değişebilirdi. Olay çok net bir şekilde Kırım Savaşı sonrasında Paris Barış Konferansı’nda görülmüştür. Bu, savaş sonrasında Kafkasya’nın Rusya kontrolüne terk edilmesinin yegâne sebebidir. “Kafkasyalılardan Kırım Savaşı sırasında yardım istedik fakat onlar bize yardım etmediler. Kafkasya’ya yardım edecek birileri varsa bu Osmanlıdır. Biz Müslümanlardan daha Müslüman olamayız” dediler. Yani Kırım Savaşı sırasında müttefiklere destek olamayışımız, Muhammed Emin’in Zanıko Sefer’le, Zanıko Sefer’in Hacı Giranduk Berzeg’le, Hacı Giranduk Berzeg’in Şamil’le olan anlaşmazlıkları, ortak bir noktada birleşememeleri, Kafkasya mücadelesini verenler olarak batılıların karşısına ortak stratejileri olan bir bütün halinde çıkamamamıza sebep oldu. Diplomasi faaliyetlerini yürütemedik.

Biz Kafkasyalılar olarak hep geçmişe takılıp kalıyoruz ve bunu yaparken de tarihi bir nostalji alanı olarak görüyoruz. Buradan geleceğe yönelik projeksiyonlar ortaya konulmuyor.

Sürgün sırasında yaşananlar gerçek anlamda bir soykırımdır. Soykırımdan kurtulanların birinci önceliği yaşamda kalabilmektir. Artık o noktada ulusal ideallerin öncesinde hayatta kalabilme mücadelesi vardır. Anadolu bir kurtuluş olmadı. Osmanlılar Kafkasyalıları Rumeli’de Hıristiyan nüfusa karşı savaşta, Arap topraklarında isyanlara karşı kullanıldılar. Anadolu topraklarında salgın hastalıkların, bataklıkların var olduğu bölgelere yerleştirildiler. Bu sebeple biz hiçbir zaman için belimizi doğrultup, geçmişten dersler alarak ileriye ışık tutamadık. Bilinçli olarak köylü zihniyeti içinde bırakılmış, entelektüel birikimi zayıf bırakılmış bir toplumuz. Bunun ötesinde maddi açıdan zenginleşememiş bir toplumuz. Ayrıca, toplumunuzun entelektüel birikime sahip olduğu iddia edilen kişileri de sizi kontrol eden güçlerin birer uygulayıcısı ise toplum olarak çok da geçmişinizi sorgulayıp, ileriye bakamazsınız. Böyle bir yeteneğiniz yok. Bu toplumun değil, onları bu hale getirenlerin suçu. 

Diasporada gerek entelektüel, gerek kurumsal olarak öncelikle yapılması gereken nedir?

Toplumumuzun ‘SWOT analizi’ dediğimiz analizinin çıkarılması gerekiyor. Zayıf ve kuvvetli yönlerimizi, fırsatlarımızı ve bize yönelen tehditleri çok iyi ortaya koymak gerekir. Ardından hem diaspora, hem Kafkasya’da ortak bir hareket planı çıkarılmalı. Bugün Kafkasya’yı diasporasız, diasporayı Kafkasyasız düşünmek mümkün değil. Bir halkın ki buna en güzel örnek Yahudilerdir, büyük bir kütlesinin anavatanı dışında yaşadığını düşünürseniz, o anavatanın belkemiği diasporasıdır. Hareket planlarıyla toplum bir tarafa kanalize edilebildiği taktirde değişen toplum önderlerinin özellikleri stratejileri değiştiremez. Onlar da sürecin parçası haline gelir.

İdeolojiler tabii ki insanın hareket yönünü belirler, fakat Türkiye’nin kısır siyasi tartışmaların etkisinde kalarak Kafkasya’yı da o pencereden değerlendirmeye çalışmak anlaşmazlıklara sebep oluyor ve bu durum toplumda da sunni bölünmelere sebep oluyor gibi. Bundan nasıl kurtulabiliriz?

Entelektüel birikimi olmayan fakir ve köylü bırakılmış bir toplum için fazla bir seçenek kalmıyor. Bu toplum bütün olumsuzluklara rağmen azınlık da olsa entelektüeller çıkarmaya, maddi açıdan yeterli donanıma sahip insanlar çıkarmaya devam etmekte ama bu insanlar toplumları adına bir şeyler üretememektedir. Sonuçta menfaat ilişkileri içerisinde toplum, entelektüel ve zenginlerinden bir fayda sağlayamamaktadır. 

Bu noktada Kafkasyalılık anlayışı farklılık gösteriyor. Kimisinin kafasında Kafkasyalılık 150 yıllık kültürel ritüellerden ibaret, entellektüellerin düşüncesindeki Kafkasyalılık ise bundan çok daha farklı. Bu da bir ikilik doğuruyor.

Kesinlikle. Uzunyayla’nın, ya da Adapazarı’nın bir köyünde sade yaşam süren bir Çerkes ile oturup konuşmaya kalktığım zaman benim ona anlattıklarımla, onun kafasındaki şeyler arasında çok büyük fark var. Bu uçurumu kapatamadığımız körler ve sağırlar olarak birbirimizi ağırlamaktan bir adım öteye gidemeyiz.  Entelektüeller Fransız ihtilalinde Marie-Antoinette’in “Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler” çözümlemelerinden öteye gidemezler.

Bu aslında çok da entelektüellerin suçu değil gibi sonuçta bu toplumun da bir ara kadro yetiştirebilmesi gerekiyor…

Entelektüellerin toplumu yönlendirebilmesi için mutlaka toplumun bundan maddi anlamda bir fayda sağlaması gerekir. Eğitim olarak, iş olanağı… Yani toplumumuz Kafkasyalı olmaktan dolayı bir fayda sağlayacağını düşünmeli, bu birlikteliğin verdiği gücü hissedebilmeli. Bu aşiret mantığında dahi aynı şekildedir. Eğer aşiretinizi arkanıza alırsanız yapacağınız hareketlerde bir güç hissedersiniz. Bu en ilkel toplumlarda dahi görülür. Dolayısıyla toplumla elit kesim arasındaki bu ilişki oluşturulmadığı sürece toplum farklı, entelektüeller farklı telden çalar. Bunun en güzel örneğini Yahudi toplumunda görüyoruz.

Az çok varlığından söz edebileceğimiz bir Kafkasya kamuoyumuz var. Ancak bu kamuoyunun bazı kırmızı çizgileri, dokunulmazları söz konusu. Bazı şeyler hiç değiştirilmemek üzere var gibi algılanıyor. Belki de yanlışlar olmalarına rağmen o konuda farklı şeyler söylemek bizim toplumumuzda tehlikeli. Hemen damgalanabiliyorsunuz. İş hain suçlamalarına kadar varıyor. Böyle bir ortamda verimli entelektüel çabalar oluşabilir mi?

Bu toplum aslında şu anda kendi inisiyatifiyle belirlediği sorunlarla değil, kendisine empoze edilen sorunlarla uğraşıyor. Aşılması gereken ortak sorunlarımız var. İster İslami hayat görüşünü, ister sosyalist hayat görüşünü, ister mikro milliyetçi görüşü, isterse de Birleşik Kafkasya idealini benimsemiş olsun, Kafkasyalıların mikro anlamda değil makro anlamda çözülmesi gereken ortak sorunları var. Fakat bizim uğraştıklarımız bu makro sorunlar değil. Şu anda boğuştuğumuz sorunlar esas önemli olan sorunlarımızın farkına varamamamız için başkalarınca önümüze konulmuş olanlardır. Bunun üstesinden gelmemizin tek çaresi mikro sorunlarımızı geçici bir süre bir kenara itip, makro sorunlarımızda azami ölçüde birleşip, fırsatlar, tehditler, zayıf ve kuvvetli yönler belirlendikten sonra bunları öncelik sırasına, bir hareket planına göre çözüm aşamasına koyup yola çıkmaktır. Ne zaman ki bu makro sorunlar çözülür, işte o zaman aramızdaki mikro sorunları çözme zamanı gelmiştir. Sanki bir sistem kurduk da bu sistem sosyalist mi, şeriat mı,  yoksa milliyetçi mi olsun diye tartışıyoruz.

Elitlerin bölgede söz sahibi olan güçlere entegre olmaları hakkında neler söyleyeceksiniz?

Elitlerin entegrasyonu sadece 21.yy’a ait bir problem değil. Özgürlük mücadelesinin ilk başladığı günlerden beri yaşanan bir problem. Bununla ilgili çocukken Kafkasyalılar tarafından köle olarak esir alınıp bırakılan ve sonradan Rus ordusunda Kafkasyalılara karşı çarpışan bir Rus subayı güzel bir örnek. Rus komutanlar Batı Kafkasya’ya boyun eğdirmeye çalıştıkları bir dönemde strateji uzmanlarını topluyorlar. Birinin aklına o subay geliyor. Subaya Kafkasyalıların yumuşak karnının ne olduğunu soruyorlar. O da ”Kafkasyalıları topla tüfekle yenemezseniz, bu size çok pahalıya mal olur. Ama Kafkasyalı elitler içinden kendinize yandaşlar edinirseniz onlar zaten kaleyi içeriden yıkarlar, hiç merak etmeyin” diyor. Kafkasyalıların boyun eğdirilmesinde beşinci güç kendileridir. Bugün de yaşananlar pek farklı  değil. İşin kötü yanı Ruslar o zaman Kafkasyalıların bu yumuşak karınlarını bilmiyorlardı. Artık 200 senedir bunu çok iyi kullanıyorlar. Bugün Çeçen Savaşı’nın bu duruma gelmesinde sadece Ruslar değil, başta Kafkasyalıların kendileri olmak üzere, Batı Dünyası da sorumludur. Bunun farkına varamayan Çeçen halkı ise maalesef bu işe kurban olarak seçilmiştir.

Etnik kimlik üzerinden siyaset yapılması hakkında neler söyleyeceksiniz?

Bunun pek mümkün olabileceğini düşünmüyorum. Dünyada artık hiçbir yapıda etnik kimlik üzerinden siyaset yapılmıyor. Siyasetin işleyişi tamamen toplumun ortak menfaatleri yönünde diğer toplumlara karşı avantaj elde edebilmelerine dayanıyor. Yoksa bir toplumun içindeki etnik bir grup üzerinden siyaset yapmanıza ortam müsait değil. Ayrıca zaten öyle bir siyaset yaparak başarılı olabilme şansınız da yok. Fakat şöyle bir şey yapılabilir; örnek olarak Gürcüler. Var olan siyasi yapı içerisinde etkin rol alarak buradaki inisiyatif alabilme güçlerini  kendi etnik grubu adına kullanabiliyorlar. (Abhazya Devlet Başkanı Sergey) Bagapş bugün Türkiye’ye sokulmadıysa bunun sebebi Gürcü kökenli etnik kimliğin bizimle kıyaslandığında sayıca az olmalarına rağmen toplumun siyasi yapıları içinde daha örgütlü, daha planlı bir şekilde kendi menfaatleri doğrultusunda hareket edebilmeleridir.

Dönüş hakkında neler söyleyeceksiniz… <