Tambi Nevzat’ın Hazin Hikâyesi

İnsan, dünyaya gözlerini açtığında güzelliklerle çevrili olduğu kadar, acılarla da yoğrulmuş bir hayatın içinde bulur kendini. Kimi zaman gözyaşlarını saklayan, dertlerini kimselere anlatmayan insanlarla karşılaşırız.

Tambi Nevzat, işte böyle biriydi. Vakıfta boş vakit buldukça alt kattaki Cehti Nogaylaroğlu’nun ofisine iner, saatlerce sohbet ederdim. Ofis adeta bir dergâh gibi olurdu; Cehdi Abi’nin sohbetleri insanı sarar, gelen misafirlerin hikâyeleri derin izler bırakırdı. O misafirlerden biri de Nevzat’tı. Nevzat’ı ilk tanıdığımda 17 yaşlarındaydı. Heybetli ve vakur duruşuyla dikkat çeken bir delikanlıydı. Suriye’deki savaştan sonra ailesiyle birlikte yurdundan ayrılmıştı. Önce Kafkasya’ya, sonra İstanbul’a gelmişti. Dilini bilmediği, kültürüne yabancı olduğu bu topraklarda tutunmaya çalışıyordu. Fakat zekâsı ve azmiyle bu yabancılığı hızla aşıyordu; kısa zamanda Türkçeyi öğrenmiş, Kafkasya’da kaldığı dönemde Rusça ve Abazaca da konuşmaya başlamıştı. Her çocuğun hak ettiği gibi bir çocukluk yaşayamamıştı Nevzat. Savaş başladığında daha 10 yaşındaydı. Çocukluğu, Şam’dan Kafkasya’ya, oradan İstanbul’a sürüklenirken geçmişti.

Sürgün, ona atalarından miras kalmıştı. Büyük dedesi Kafkasya’dan Balkanlar’a, dedesi Balkanlar’dan Golan Tepeleri’ne, oradan Şam’a; babası ise Şam’dan İstanbul’a sürülmüştü. Nevzat, 150 yıl içinde 5 farklı sürgünü yaşayan bir ailenin son halkasıydı. Cehdi Abi, Nevzat’ı ofisinde sıkça ağırlardı. Savaşın yükü omuzlarına ağır gelmişti, psikolojisi bozuktu. Yaşadıkları, yurtlarından sürülmeleri, doğduğu topraklardan uzak olması ağır gelmişti ona. Elimizden geldiğince destek olmaya çalışıyorduk. Ancak, Nevzat’ın kendi içine kapanmasını önlemek gerekiyordu. Sosyal hayata daha fazla karışmalı, meşguliyetler edinmeliydi. Nevzat ile zamanla pekişen bir dostluk kurduk. Fevzipaşa Caddesi’nde birlikte yürür, vakıfta kitap okur, bazen de akrabalarının işlettiği lokantada yemek yerdik. Vakıf işlerinde de yardımlaşıyorduk. Hayatın küçük mutluluklarını paylaşarak dertlerini biraz olsun hafifletmeye çalışıyorduk.

Amcası ona Şam’a çağırıyordu. Şam’a dönerse iyi olacağını düşünüyordu. Şam onun yurduydu, oraya giderse hayata tekrar tutunacaktı. Umut ediyorduk. Ama geriye dönmek kolay değildi. Bunun bir yolunu bulamadık. Bir gün, Nevzat’ın hastanede olduğunu öğrendim. Bir yerden düşerek ayağını kırmıştı. Tedavi sonrası onu gördüğümde bambaşka birine dönüşmüştü. O vakur heybetli delikanlı artık ağır aksak yürüyordu.

Hayat ona yüklerini peş peşe yüklemişti. Zamanla bu yeni hâline alıştık fakat karşımda hayat dolu genç yerine aksayan bir ayak ve günden güne kötüleşen bir beden vardı. Vakfa daha sık gelir olmuştu. Sabah erkenden gelir, akşam bizimle çıkardı. Kitap okur, bilgisayar başında vakit geçirirdi. Bazen dertleşir, bazen keyifli hikâyeler anlatırdı.

Fakat Nevzat bir kez daha rahatsızlandı. Kendince kurtuluş ararken, yüksek bir yerden atladı. Aylar süren bir tedavi süreci başladı. Taburcu olduktan sonra akrabalarının lokantasında karşılaştık. Yıllar öncesindeki heybetli Nevzat geri dönmüş gibiydi. Sakalları uzamış, gözleri ışıldıyordu. O gün, “Haftaya tekrar geleceğim, bol bol sohbet ederiz,” diyerek ayrıldım. Ama Nevzat’ın çilesi o haftayı göremedi. Bu sabah, dört katlı bir binanın önünde cansız bedeni bulundu. Sarıyer Uskumruköy’deki muhacir mezarlığına defnedildi. Türkmenistan’dan Çeçenistan’a, Suriye’den Pakistan’a pek çok coğrafyadan kardeşiyle birlikte yatıyor şimdi.

Nevzat, çocukluğuna doyamadı, Şam’a dönme hayalini gerçekleştiremedi. Lokantadaki o son görüşmemiz, vedamız olmuştu. Atalarının sürgünlerle dolu hikâyesi Nevzat’la birlikte son buldu. Allah merhametiyle muamele eylesin..

27 Haziran 2023, Fatih

Bu makalede yer alan görüşler yazara aittir ve Ajans Kafkas'ın editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Diğer Köşe Yazıları