Hulusi Üstün’ün “Şaheser” romanı
Nereden başlamalı kestiremiyorum. Geçtiğimiz yıllarda Hulusi Üstün ile alakalı çeşitli yazılar ve röportajlar yaptım. Onun bütün eserlerini okumak kendimce önemsediğim hedeflerden biriydi.
Gözümden kaçmış veya baskısı tükendiğinden olabilir, şu zamana kadar “Şaheser” isimli romanı neden okumadım? Geçen ay Şamil Eğitim ve Kültür Vakfına girdiğimde küçük bir dolap içerisinde gördüm bu kitabı.
Kaç senedir oradaki rafta durduğunu kestirmek güç. Üç dört tane kalmıştı en son. Vakıf çalışanı Rüstem Bey’e heyecanla sordum “Satışta mıdır, alabilir miyiz?” Elbette alabilirdik, -önünden hızla geçildiği için olsa gerek- dikkat çekmeyen bu kitap belki senelerdir o küçük rafta satıştaydı.
İçim tarifsiz, garip bir heyecanla dolmuştu. Sanki sahaflarda yıllardır aradığım bir kitaba kavuşuyordum. Kurumlarımızın önemini bir kere daha kavradım, bir mekanın, bir merkezin, bir vakfın önemini bir kere daha anladım.
Ne zamandır başladığım kitapları bitirememenin garip ızdırabını yaşıyordum. Ne zamandır doğru dürüst roman okuyamamanın keyifsizliği üzerimde. İşte böyle bir durumda çıktı karşıma “Şaheser”. İyi ki de çıktı.
İlk önce kitabı sadece kitap olarak inceliyorum, eviriyorum ve çeviriyorum. Son sayfada Haziran 2004’te bittiği yazıyor romanın. Baskı zamanına bakıyorum, Şubat 2005. Kitap eskiden daha mühimdi sanki diye aklımdan geçiyor.
Kitabın kağıt ve kapak kalitesine bakıyorum. Günümüzdeki kitaplarla kıyas edilemeyecek denli kaliteli. Sayfalar ve kapak kalın bir kağıt türünden üretilmiş. İnanılması güç, günümüzde basılan kitapların kalitesizliğini yeni anlıyorum.
Neyi okumamız gerektiği konusunda da kafamız bir hayli karışık. Serbest piyasa kitabı keşfettiğinden beri hangi kitapların basıldığı meçhul. Yazarlık vasfıyla piyasa yapmak isteyen kişiler de bu tabloya eklenince ortalık daha bir karışıyor.
Günümüzde yazar sayısı ve yayınevi gereğinden fazla. Nicelik arttı ve fakat nitelik azalıyor. Elbette bütün bunlar direkt romanla ilgili değil ama bir kitabı elimize aldığımız zaman ne düşündürdüğü önemsiz denemez.
Yavaştan kitaba gelecek olursak, “Şaheser”i daha ilk sayfalarında bir solukta okuyacağımı anladım. Eseri dört beş saatte bitirmek mümkündü. Ama kendimi ağırdan aldım, bu kitabı yavaş yavaş hazmetmeliydim.
Öyle de yaptım, yavaş yavaş, yaşaya yaşaya, hissede hissede. Kendimi gerçekten epey kaptırmışım. Kitabı bitirdiğim zaman gürültülü bir kafedeydim. Buna rağmen gözlerim yaşarıyordu, zor bela tuttum çevreme bir şey hissettirmemek için.
“Şaheser” ne anlatıyor belki üzerine daha detaylı bir yazı yazılabilir. Kendimce anladığım bazı meseleler var, etkileyici gelen kısımlar var. Bunları gelecekte bu kitabı okuması muhtemel kişiler olduğu için fazla detaylıca anlatmayacağım.
Ana karakterin bir Çerkes kızı olduğunun altını çizmek gerekiyor. Fakat bildiğimiz ya da ideal olarak tahayyül edilen bir Çerkes kızına benzemiyor. Oldukça hırçın ve oldukça kendi ayakları üzerinde durma isteğinde bir kız bu.
Gençliğinin baharında bu özgüveni onu ABD’ye götürüyor. Bir zamanların “Macera dolu Amerika”sına. “Özgürlüklerin ülkesi”ne. Dehşet bir olayla memleketine geri döndüğünde anlıyor kahramanımız bu hayal ülkesini.
Eğrikapı-Fatih’e geri döndüğü zaman, her şeyin bıraktığı gibi durduğunu görüyor. Esas yaşamın burada olduğunu, hayat denilen varlığın kalbinin burada attığını yeniden keşfediyor ama zamanı geri alamamanın derdiyle yanıyor ve kavruluyor.
Muhteşem tasvirler başlıyor daha sonra eserde. Hulusi Üstün’ün gençlikten olgunluğa geçtiği dönemde yazdığı bu eserde okuyucu kendisini usta bir kaleme bırakıyor bütün samimiyetiyle.
Gerçek bir olaydan esinlendiği açık bu kitabın. Gerçek mi hayal mi olduğu sorusu bütün romanlarda olduğu gibi bu romanda da kafamızı kurcalıyor. Daha farklı kurcalıyor bu sefer; ağır, hüzünlü ve cesurca.
“Şaheser”in kaleme alındığı zamanlarda ABD her zamankinden daha bir gündemdeydi. Ancak Fatih için aynısını söyleyemeyiz. Belki Fatih hiçbir zaman gündemimize o kadar girmedi ama girmesi gerektiği açık.
İnsanlar yaşadığı ve hatta doğduğu yerlerin hikayesini bilmiyor. Bu romanda Fatih’e ciddi bir yolculuk yapılıyor. Fatih’in anlam ve önemi vurgulanıyor. Amerika’nın ise tam tersi, tam zıt kutupta olduğu vurgulanıyor.
Sosyoloji eğitimi almış biri olarak elbette toplumsal tespitler ayrıca bir ilgimi çekti. Örneğin şu kısım; “Üç farkı coğrafyanın üç farklı kültürün renkleri vardı evimizin içinde. Çerkes kadar uçarı ve protokolcüydük, Rum kadar eyyamcı ve neşeli, Türk kadar sabırlı ve mütevekkil.” Birkaç millet bir cümlede ne kadar güzel anlatılabilirse o kadar güzel anlatılmış.
Sıra ABD’deki milletlerde; “Bununla birlikte kimliklerine dair pek fazla ayrıntıyı koruyor olmasa da İrlanda kökenliler kavgacılıkları, Britanyalılar kibirleri, Polonyalılar saflıkları, İtalyanlar pislikleri, Yunanlılar gay erkekleri, Yahudiler açgözlülükleriyle tanınıyor.”
Amerika’da Türklük, annelik, babalık, evlat olmak, yaşlılık gibi birçok temanın işlendiği eser için yazılacak epey şey var ama daha çok bunları romanı okuyan kişilerin anlaması gerektiği açık. Düşündüren ve kendini okutan bir kitap özleyenler için “Şaheser” iyi bir fırsat.
“Şaheser”i bir vakıfta, bir sahafta, kenarda köşede kalmış bir yerde bulabilirseniz okursunuz. Ne yazık ki bu kitabın baskısı tükenmiş durumda. Serbest piyasa; yayıncılığı, kitabı ve en çok bizi bitirirken, geçmiş dönemlerde yazılmış eserlere daha çok yönelecek gibiyiz.