Hulusi Üstün’ün Ardından 8 – Hulusi Üstün Mersiyesi

Dergimizin bu sayısında, bugüne kadar yazdığım yazılardan en zorunu yazıyorum. Yazımın başlığından da anlaşılacağı üzere (mersiye: ölen insanların ardından duyulan acının, üzüntünün anlatıldığı klasik edebiyatımızın bir türüdür) kardeşim, edebiyat yâranım, son İstanbul beyefendisi,  kalem erbabı,  dostum (adının önündeki sıfatlar saymakla bitmez) Hulusi Üstün, onu tanıma şerefine erişmiş herkesi ardından derin  acılara gark ederek 28 Eylül 2024’de bu dünyadan ebediyete göç eyledi. 

Onu tanımlayan bütün sıfatlardan özgürleşerek edebiyat dostum Hulusi Üstün’ü anlatacağım bu yazımda; serbest çağrışım metodunu uygulamak, kelimelerin büyüsüne, ruhumun akışına kendimi bırakmak istiyorum. Onun hakkında ne söylesem ne yazsam yeterince layıkıyla anlatamayacağımı biliyorum. Oysa giden dostlarının ardından en güzel yazıları daima o yazmıştır. Bu anış yazılarını okuyan ben dâhil “Ben ölsem Hulusi benim ardımdan da böyle güzel yazılar yazar mı?” diye düşünmeyen, onun sözlerinde anılmayı istemeyen dostu yoktur bana göre. Hayata veda eden dostlarının ardından yazdıklarıyla adeta onları bizim de yakınımızmış gibi hissettiren kaleminin gücüne, yüksek ruhunun inceliğine birkaç örnek vermek isterim: Hikmet Yediç Amcası için; “ Dostum öldü, bastonunu kaybetmiş bir kötürüm gibi kaldım ortada… Bugün yedinci gün… Araya giren bayram, eş dost ziyaretleri olmasa bu yedi gün çok hırpalardı beni. Bayram ziyareti ile taziye birbirine karıştı.  Alışmadıysam da susup kabullendim sonunda. Doğumu bize sormayan Tanrım ölümü de nâgâh veriyor.”derken, uslanmaz bir Bibliofil olarak tanımladığı Teşkilat Refik için; “Cağaloğlu’nda bütün yayıncıların, kitapçıların, sahafların tanıdığı bir simaydı Teşkilat Refik. Nadir bulunan, baskısı kalmamış kitapları arar, servet ölçüsünde paralar verirdi. Kitaplara sevdalıydı. Kızlardan bahseden on altı yaşındaki bir ergenin şehvetiyle anlatıyordu kitapları. ‘Devrimden önce Petersburg’da basılmış, kuşe kağıda… resimleri renkli… illüstrasyonları sanat eseri… açıyorsun, lök diye düşüyor insanın önüne… yok böyle bir şey azizim… Çevresine toplanmış yaşlı emekliler yutkunarak dinliyordu onu. Kaç defa sahaflardan aldığı eski bir kitaba çocuğunu izleyen bir babanın gözleriyle bakışına şahit oldum Refik Amca’nın. Yaşlı elleriyle kitapların tozunu alışını, kitap sayfalarını burnuna dayayıp sevgilisinin saçlarını koklar gibi yüzyılın küfünü kokladığını kaç defa gördüm.” diyerek Teşkilat Refik Amca’yı tanıyamadığımız için nasıl da hayıflandırıyor bizi, genç yaşında ölen Bayram için ise; “Zaman geçip gittiğinde küçük film kareleri kalıyor insanın aklında. Ne çok karede var bu çocuk… her karede onun tebessüm eden yüzü… sahilde apansız karşımda… telefonumda mesajı, çağrısı… kitaplarımda ellerinin izi… gözlerinin izi… birlikte oturduğumuz şen sofralar. Beraber çiroz salatası hazırladığımız akşam… denizde kumda vakit geçirdiğimiz zamanlar… Yanıma gelip koluma girişi. Şarkı söylemelerimiz. Siyaset konuşmalarımız, edebiyat sohbetlerimiz. En çok da sohbetlerimde, seminerlerimde, konferanslarımda habersiz çıkıp gelişi. Arkada bir koltuğa ilişip dikkatle beni dinleyişi…” derken Bayram’ın yasını tutuyoruz hep beraber.

Yaklaşık yirmi yıllık tanışıklığımızın, edebiyat dostluğumuzun en başından başlamak istiyorum Hulusi Üstün’ü anlatmaya. Bir taşra kasabasında edebiyat öğretmenliği yaptığım zamanlarda bir arkadaşım “Gurbetten Çerkes Hikâyeleri” adlı kitabını okumam için getirdiğinde ‘Dolunay’ hikâyesiyle tanıdım Hulusi Üstün’ü. Hikâyenin beni nasıl çarptığını dün gibi hatırlıyorum. Edebiyatımızda ‘Ay’ metaforu çok kullanılmıştır, ama onun ‘Dolunay’ı bana göre edebiyatımızın en güzel edebî metnidir. Bu kadar güzel bir anlatıma sahip, dile hâkim bir yazarı tanımayışımdan hayıflandım. Diğer kitaplarını okumak için müthiş bir istek duydum. O zamanlar taşralarda kitaba ulaşmak bugünkü gibi kolay olmuyordu tabii. 2005 yılında bakanlık müfettişliği sınavını kazanıp Ankara’ya yerleştiğimizde bir grup arkadaşımızla bir edebiyat kitabı hazırlama macerasına atıldık. Onun ‘Dolunay’ hikâyesini okudum arkadaşlara. Hikâyeyi kitabımıza almaya karar verdiğimizde telif işlerini halletmek ve kitabın künyesini kaynakçada göstermemiz icap ettiği için kitaba ulaşmaya çalıştım ama kitabı hiçbir yerde bulamadım. Kitabı okumam için ödünç veren arkadaşımla iletişime geçip istediğim bilgilere ayrıca Hulusi Üstün’ün elektronik posta adresine ulaşabildim. Artık kendisinin ‘hikâye yazmaya çok hevesli olmadığı, edebiyat dünyasına küsüp kabuğuna çekilme eğiliminde olduğu’ da gelen bilgiler arasındaydı. Bir okuru olarak kendisinin e-postasına bir mektup yazdım. Bu dünyada tek bir okuru kalsa bile yazmaya devam etmesini, böyle bir kalemin kaybolup gitmesine gönlümün razı olmayacağı şeklinde bir sitemkâr bir yazıydı bu. Aynı yıl İstanbul’a bir görev için gittiğimde kendisiyle tanışmayı çok istediğimi belirten bir mesaj gönderdim. Geleceğine pek ihtimal vermesem de bir adım atmak istemiştim tanışmak için. O beni şaşırttı. Mesajıma çok kısa sürede dönüp kaldığım yerin adresini istedi nazikçe. Beyoğlu Öğretmenevi yirmi yıllık bir dostluğun, kardeşliğin temellerinin atıldığı yer olarak kalacak hatıralarımda her zaman. Okuduğum hikâyelerin dilinden yaşını başını almış bir yazar beklerken gencecik, mütevazı, naif bir İstanbul beyefendisiyle karşılaşmak beni çok etkilemişti. O günden sonra her İstanbul’a gittiğimde mutlaka Çemberlitaş, Sultanahmet, Fatih civarındaki çay bahçelerinde buluşuyor, kitaplardan, edebiyattan bahsederken zamanın nasıl geçtiğini hiç anlamıyorduk. Sohbetlerimizde onun edebiyat, dil, tarih, felsefe, sanat konularındaki derinliğini gördükçe hayranlığım daha da büyüyordu kendisine. ‘Şaheser’ romanının mekânlarını bana göstermek için Fatih sokaklarındaki gezintimiz, kendisinin ‘Prenses Şükran Hanım’ diye hitap ettiği aile dostu hanımefendiyi ziyaret edişimiz hiç unutamadığım hatıralarımdandır. Dostluğumuzun ilerlerken yeni kitap çalışmaları biter bitmez ilk okuyan birkaç kişiden birisi olmam bana müthiş gurur veriyordu. Eleştirilerimi kendisine söylerken bir lise talebesi gibi saygılı, sükût içinde dinleyişi gözümün önünden hiç gitmeyecek. Ben onun “Kıymetli Hocası, Aziz Hocası” olmuştum artık, bana böyle hitap ederdi daima. Oysa onun Dolunay hikâyesinden aldığım ilhamla tekrar hikâye yazmaya başlamama vesile olan, beni yüreklendiren asıl ‘Hoca’ kendisiydi. Hulusi Üstün’ün dostları arkadaşları daima kendini özel ve biricik hissederdi, çünkü hassas kişiliğiyle bu duyguyu dostlarına geçirebilen nadir insanlardan biriydi. O, denize atılmış bir çakıl taşı gibi etrafına öyle güzel dalga yayıyordu ki onun arkadaşı olan, birbirini hiç tanımayan insanların daha sonraları çok iyi dost olduklarına şahidim. Kıymetli sinemacı, şair İsmet Arasan’ı da bu şekilde tanımam buna en güzel örnektir. 

En son iki yıl önce İstanbul’a geldiğimde görüşmüştük. İsmet Arasan, ben ve Hulusi Kadıköy’de filozof ressam Yüksel Aydın’ın o şahane sergisine gittik. Hulusi, tansiyon rahatsızlığından dolayı yanımızdan erken ayrıldı. Bütün ince ruhlu, başkalarının derdiyle hemhâl olan insanlara olduğu gibi ona da yapışmıştı bu illet. Kısa süren bu görüşmenin ardından hafta sonu Çatladıkapı’da Kafkas Vakfı’nın düzenlediği kahvaltıya davet ettiler ailece beni. Çok güzel bir buluşmaydı. Kıymetli eşi Habibe Hanım, tatlı kızı Elif ile ilk orada yüz yüze tanıştım. Hulusi’nin çok yakın arkadaşı Şahin Arıkan ve ailesi de bu toplantımızda tanıştığım çok değerli insanlardı. Hep birlikte Çatladıkapı’dan yürüyerek Küçük Ayasofya taraflarına yürüdük. İstanbul’da vazifem bittiğinde Ankara’ya dönmeden önce Habibe Hanım beni evlerine davet etti, mutlulukla kabul ettim. Kararlaştırdığımız günün sabahında Şahin Arıkan incelik gösterdi arabasıyla kızımın Küçükçekmece’deki evinden beni aldı, Silivri’ye birlikte gittik. Ne hoş bir karşılayıştı anlatamam, sofranın başköşesine oturttular beni, envaı çeşit yiyecek ikram ettiler. Habibe Hanım evlerinin önündeki ağacı, ağaca yuva yapan güvercinlerin hikâyesini öyle güzel anlattı ki… O sofrada bir saatten fazla süren samimi sohbetimize, aile dostları gazeteci Hakan Albayrak’ın da katılmasıyla akşamı buldu misafirliğim. Meğer son görüşüm olacakmış Hulusi Bey’i nereden bilir insan. Uzun zamandır eline almadığı akordeonunu benim gelişim şerefine çalacağını söyleyerek onurlandırdı beni. (O video çekimini yaptığımı sonradan hatırladım, aradım, buldum kayıtlarımda ama henüz dinleyemedim yüreğim dayanmadı) Hulusi son çalıştığı romanın kurgusunun esin kaynağından, edebiyat dünyasının vefasızlığından bahsetti uzun uzun. Yeni yazdığı romanından bölümler okudu, dinlediklerimden kafamda oluşan fikirlerimi söyledim, notlar aldı. Şimdi düşünüyorum da, ölümünü haber yapan bazı medya gazetelerinin “Çerkes diasporasının önde gelen kalemi vefat etti.” şeklindeki ifadenin ne kadar sınırlayıcı, Hulusi Üstün’ün hikâyelerinden, romanlarından haberdar olmayanların talihsiz cümlesi olduğunu. Hulusi Bey’in sitemlerinde ne kadar haklı olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum. Onu tanıdığım sürede vardığım sonuç şuydu: Hulusi Üstün’ü bu kadar dar bir alana hapsetmek isteyen edebiyat kanonları ona hakkını teslim etmiyor, onu yeterince tanımıyor ve tanıtmıyordu. Oysa onun hikâyelerinde, romanlarında işlediği konular, yarattığı kahramanlar evrensel insan figürünün en çarpıcı örnekleriydi. Hulusi Üstün’ü bu tanımlarla ifşa etmek onun gibi bir kalem erbabına, edebiyatımıza çok büyük haksızlıktı. Henüz yirmi üç yaşındayken yazdığı ilk romanı Canlar (Canlar Ölesi Değil 1997) olup sırasıyla Gurbetten Çerkes Hikâyeleri(1999), Burası Çeçen Komitesi(2000), Geçmişi Sürgün Şehir(2000), Türkü Öyküleri(2003), (Yıldız Saklayan Yürek) Şaheser(2005), Kanatlı Süvarinin Hatıraları(2005), Mevlana Çizgi Film Senaryosu (2007), Yüz Elli Yıl Böyle Geçti(2014), Geçmişten Günümüze Beylikdüzü(2016), Kırk Diyardan Masallar(2017), Turna Fırtınası(2017), Son Özgürlük Savaşı Çeçenya(2019), Geçmişten Günümüze Silivri(2020), Halepli Adil(2020), Göğerçin(2021) gibi roman hikâye, deneme, araştırma inceleme gibi edebiyatın çok çeşitli türlerinde yazdığı birçok kitabın sahibiydi. Elli yıllık ömründe bu kadar güzel eserler veren, Türk Edebiyatı Vakfı’nın düzenlediği Ömer Seyfettin Hikâye Yarışmalarında ödüllendirilmiş, Balkanlar ve Kafkasya konularında çok sayıda sempozyumda bildiri sunmuş, bir grup arkadaşıyla ‘Çıkın’ adıyla 2000 yılından itibaren 12 sayı edebiyat dergisi çıkarmış, (benim bildiğim) en az beş dili anlayıp konuşabilen, divan şiir geleneğinde şiirler yazan, Osmanlı Türkçesi metinlerini rahatlıkla çözüp okuyabilen,  sözün özü gelecek vadeden, verimli bir yazar, keşfedilmemiş bir cevher olmasına rağmen yeterince tanınmıyor tanıtılmıyordu, hâliyle bu durum beni çok üzüyordu.

Hikâye yazmama ilk onun teşvik ettiğini daha önce söylemiştim. İlk hikâyem olan “Ay Şahit Aşk Mahkûm” Hulusi Üstün’ün “Dolunay” hikâyesinden ilhamla yazılmıştı sonra diğerleri izledi. Onunla bir ortak yanımız da ‘mavi’ye olan tutkumuzdu sanırım. Ben ilk kitabımın adını ‘Dilsiz Mavi’ koymuştum. O Silivri’ye öyle bir aşkla bağlıydı ki yazılarında ‘Mavi Kasaba’ diye adını sık sık geçirirdi. Mavi Gök Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi’nin 11. sayısında Hulusi Üstün’ün ‘Dolunay’ hikâyesi ile benim ‘Ay Şahit Aşk Mahkûm’ hikâyem art arda birbiriyle ilişkilendirilerek Hulusi Üstün’e ithaf ettiğim bir epigraf ile basıldığında o hayattaydı. Dergiyi kendisine gönderdikten sonra şu yazışmalarımızı tekrar okudum kayıtlarımda: “Sevgili Hulusi Beyciğim, derginin 26. sayfasından itibaren bakmanızı rica edeceğim. Kitabımda  yazmak istediğim ithafı ancak yapabildim. Bana verdiğiniz ilham için bundan sonra birçok kişiye vereceğiniz ilhamlar için peşinen teşekkürü bir borç bilirim. Hane halkına çok sevgiler selamlar. Dolunay’ı size sormadan aldım daha önce söylediğiniz söze güvenerek.” Hulusi Üstün bana cevaben her zamanki naifliğiyle: “Kıymeli hocam. Siz de benim ilhamımsınız. Her zaman her yazıma, her öyküme ses verdiniz. Lütufkar, kadirşinas bir dostsunuz siz. Çok teşekkür ederim. Eşime de çocuklara da selamınızı söyleyeceğim. Siz onlar için de çok kıymetlisiniz.”diyordu. Yazarların birbirini beslemesi, büyütmesi, kalemini bereketlendirmesinin en güzel örneğidir bu yazışma. 

Onun ölümünden sonra yazışmalarımıza uzun bir süre bakamadım aslında. Her kelimesi ateş olup yüreğimi dağlıyor, ‘Aziz Hocam, Kıymetli Hocam’ hitapları, yumuşak naif sesi kulağımda çınlıyordu. Bu yazıyı hazırlarken edebiyat tarihine kayıt düşürmek niyetiyle  yazışmalarımızı (acımı içime gömüp tekrar okumak zorunda kaldığımda) ilk hikâye kitabım ‘Dilsiz Mavi’ için, şöyle diyordu: “Hani görür görmez kanımız ısınır ya kimi insanlara, bu kitabı görür görmez kanım ısındı. Kim bilir neler anlatacak bana. Kim bilir beni ne diyarlara ne zamanlara götürüp kimlerle tanıştıracak diye heyecanlandım. Öyle güzel bir kapak. Yazarı Emine Duman hocamız. Milli Eğitim camiamızın Çalıkuşu öğretmenlerinden. Cumhuriyet aydınlanmasının fedakâr emektarlarından. Kitap, sanat, bilim, tarih, felsefe, sinema, edebiyat… Bunlardan beslenen derin bir kişilik. Tıpkı kapağındaki dertsiz gamsız dünya resmi gibi içinde şiirsel çizimler var Dilsiz Mavi’nin. Koca ağaçlar, şirin evler, tertemiz yüzler… Ama hepsi görünen değil düşündüren kara kalem işi eserler. Emine Duman öğretmenimiz bu kitabın hem yazarı hem çizeri.  Çoktandır ruhumun ihtiyacıydı bu.  İçinde bulduğumuz bu hastalıklı, karantinalı, susuz, anlayışsız zamanlardan kaçıp ilkokul sınıfımızın duvarındaki okul, bahçe, aile temalı çizimlerin dünyasına sığınmak. Dijital hiç bir şey olmayıversin. Hastalık, kavga, karmaşa olmayıversin.  Can olsun insanlar birbirine. Dünya yetmişli, seksenli yıllarını yaşayan bir Balkan muhaciri köyü kadar temiz ve seçkin olsun. Okumadım içtim her öyküyü. Her birini kadim zamanlardan beri tanıdığım öykü kahramanlarının kâh omzuna elimi attım, kâh onlarla birlikte mavi serinliğin içinde kulaç attım, tarhana kaşıkladım. Bir kitap bunca mı iyi gelir insana.  Bir kitap bunca mı merhem olur bu zamanın açtığı yaralara.  Eline sağlık Aziz Emine Hanım.  Öğrenciniz olmadığıma hayıflanıyordum, o muradım da gerçekleşti kitabınızı okuyunca. Aynı insanların arasında aynı coşkuyla, aynı ideallerle, aynı yaşama sevinciyle sürmüşüz o demleri. Asude zamanlarmış. Kendimi cennetten sürülmüş bir Adem gibi hissettiğim şu günlerde öykünüzü ab-ı hayat yudumlar gibi yudumladım. Dilsiz Mavi ile hayatıma giren herkes için teşekkür ederim.  Ama özellikle Bayram ile karısı için… Türk Edebiyatının en şiirsel öyküsü olmalı “Şekersiz Bayram Olur mu?” Türk edebiyatı, Türk öykücülüğü bu öykü ile bir şaheser kazandı. Sevda, sevgi, tutku, önyargı, aldanmışlık, sıradanlık bu kadar şiirsel olmamıştı hiç. Andımız okuyan beyaz yakalı, siyah önlüklü öğrenci hâlimle karşınızdayım. Bana öğrettikleriniz için teşekkür eder, ellerinizden öperim.” diyordu. Sorarım size insan böyle yeri doldurulamayacak dostundan ayrılışına nasıl kahrolmaz?

Bir yazarı tanımanın en iyi yolu onun eserlerini okumaktan geçer. Hulusi Üstün’ün adıma bizzat imzaladığı, benim edindiğim bazı kitaplarını kütüphanemden indirip tadımlık alıntılar hazırladım sizin için. Daha önceki okumalarımda altını çizdiğim satırları tekrar okurken adeta onun biyografik filminin fragmanlarını hayretle seyrettim bazı paragraflarında. Satır aralarında geleceği öngören bir yazarın yeni anlamlar yüklediğim kelimelerini yeniden keşfettim. Bütün bunlar Hulusi Üstün gibi bir yazarın yazılarından sonsuza dek nasıl mahrum kalacağımız gerçeğini bir kez daha tokat gibi çaptı yüzüme.

Türk Edebiyat Vakfı’nın düzenlediği 1998 Ömer Seyfettin Hikâye Yarışmasında ikincilik ödülü aldığı ‘Piri Paşa’nın Sırrı’ adlı hikâyesinde müşahit bakış açısıyla (birinci tekil kişi ağzıyla) hikâye kahramanını şöyle konuşturuyor: “Benim gönlüm bağlıdır mescidin ulu kapısına, haşmetli yapısına, beyaz badanalı duvarlarına, süslemelerine, vitraylarına, kubbesinde asılı kalmış dost seslerine, mermerlerine, kurşunlarına, avizelerine… Benim gönlüm bağlıdır secdenin en samimisini edenlerle birlikte saf tutulan bu mabede. Vaktim gelince buradan çıkmak isterim ebedi alem yolculuğuna… Yâranım  saf tutsun, gariplerim dua kılsın, dostlarım şehadet  etsin, kardeşlerim  omuzlar ben. Bu mescitte tattım secdenin zevkini, bu makamda Hak rızası için sevdik birbirimizi, bu mabette uğurladık sevdiklerimizi.” (1995,Geçmişi Sürgün Şehir s:32)

Gerçekten de bu yazının yazılışından yirmi dokuz yıl sonra yazarın na’şı Piri Paşa Camisinde son yolculuğuna uğurlandı. Caminin geniş bahçesinden caddeye taşan yâranlarının,  imamın o hiç değişmeyecek sorusuna  ‘Helal olsun!’ diyen nidası gök kubbeye yükselip kuşların kanat seslerine karıştı. 

1999 yılında yazdığı ‘Ve Yol Göründü’ adlı hikâyesinde ise ; “Terk edeceğim buraları. Gittiğim yere ait ne bir telefon numarası ne de bir adres bırakacağım. Eskiyi hatırlatacak  hiçbir şey istemiyorum. Yeni bir başlangıç… bulamayacağımı bile bile yeni bir başlangıç için çıkıyorum yola. O eski şarkının ruhumu titreten sözlerinde olduğu gibi, “Yağmur yağmayan yerlerden geçer yollarım. Yüreğimdeki gariplikle ağlarım. Ne tepeler bildik ne de gördüğüm yüzler tanıdık. Ben nereye gidersem gideyim, güzel gözlü sevgilim benim. Keder atımın terkisine benimle gelir”….  Terk edeceğim buraya ait ne varsa. Üzerine zambakların  gölgesinin düştüğü su kenarlarından geçerek atalarımın  bıraktığı yerden yola devam edeceğim. Başka menzillerde soluklanacağım, başka subaşlarında, başka uçurum kenarlarında… Fakat beni bir daha Mavi Kasaba’da göremeyeceksin. Görünmek mana katmaktır bulunduğun yere ve ayrılmak o anlamın sıyrılmasıdır alemden. Buralara kattığım  anlam ancak ayrıldığım zaman anlaşılır olacak. Kapatırız dudaklarımızı konuşmak istemediğimizde, utandığımızda yüzümüzü kapatırız, defterler kapatılır yazacak bir şeyler kalmadığında, zarfları kapatırız içine sırlarımızı emanet edip, bu bahsi kapatmak için terk etmek lazım buraları.”(1999, Geçmişi Sürgün Şehir s:107-110-111), aynı adlı hikâyesinde; “Terk edeceğim buraları dost yüzlerini, rüzgârın kokusunu, denizin sesini geride bırakıp yola çıkacağım. Varsın benden sonra buraya “Mavi Kasaba” diyen olmasın, geceleri dalgakıranda yürüyen, Şuayip’in çay bahçesinde sabahın erken saatlerinde gazete okuyan, Piri Paşa’yla yarenlik eden birileri kalmasın artık. Varsın mahşere dek buraları benim kadar seven bir kişi daha bulunmasın. Terk edeceğim Mavi Kasaba’yı, geride kalan dostlarım bilsin ki, terklerimiz de sevdalarımız kadar kesin ve siyahtır.”(G.S.Ş., s:107) derken ilahî yazının tecellisiyle Mavi Kasaba’dan ebediyete göçüşünü,  ‘terkinin siyahını’ dostlarına kanıtlamış olmuyor mu?

Hulusi Üstün hikâyelerinde, çocukluğunda babaannesinden dinlediği halk hikâyelerinden, masallardan besleniyor, kahramanlarını çoğunlukla kendi hayatının içinden seçerken gözlemci bakışıyla hikâyenin içinde daima kendine bir yer konumlandırıyordu. Nitekim ‘Kıvılcım, Küller ve Kargalar’ adlı hikayesinde; “Kargaların üç yüz yıl yaşadığını söylerdi babaannem. Yaşadıkça kararırlarmış ve insanlara onlardan önce yeryüzünü şenlendiren atalarının akibetini haykırırlarmış. “Hepsi toprağa gark oldu… Gark oldu… Gark oldu…” (1998,Gurbetten Çerkes Hikâyeleri, s:33) anlatımı bu beslenişi kanıtlıyor bize.

1995 yılında Türk Edebiyatı Vakfı’nca düzenlenen Ömer Seyfettin Hikâye Yarışmasında mansiyon aldığı  ‘Yılbaşı Şarkısı’ adlı hikâyesinde; “Bahadır hayatının baharında göçtü dünyadan. Yaşı yirmi altı. Yıl bin dokuz yüz doksan üç. Bahadır yeryüzüne dönmeyecek. Aradan kaç tane bin bin dokuz yüz doksan üç yıl geçerse geçsin o artık yok. Bir daha geri gelmemek üzere ayrıldı aramızdan. Artık bu ölüler âleminde değil o.  Bir eylül günü kurşunlarla parçalandı vücudu. Uğruna can verdiği Sukhum’un kurtuluşunu göremedi.” aynı hikâyesinde; “Nasıl unutulur Kenan? Allahım ben bu kadar güçlü müyüm? Taşıyamayacağımız kadarını yüklemeyeceğini buyuruyorsun. Taşır mıyım bu acıyı da. Buna rağmen  yaşama dönebilir miyim? Şimdi Kenan cennette. Aşık olduğu Rabbine yakın. Hep şehit olmayı isterdi zaten. En sevdiği ayetler cennet ayetleriydi. Altlarından ırmaklar akan Adn cennetleri. Yaşamak zorundayım bu ölüler aleminde. Ama hep ayrılığın olmadığı alemin özlemini yüreğimde taşıyarak yaşıyorum. Rabbim ne zamana vuslat? Çözdün beni hayata bağlayan bağları bir bir. Senden habersiz bu yırtıcı kalabalığın ortasında bir başıma bırakma beni. Ya tahammül  ve sabır  sabır ver bana ya da kirlenmeden yanına al.” derken Bahadır’ı ve Kenan’ı; ‘Bir Deniz Masalı’ adlı hikâyesinde “ Eylül gelince canlanır Mavi Kasaba’nın küçük limanı. Ta Karadeniz’den balıkçı tekneleri uğrar buralara. Buradan da Ege’ye açılırlar. Mavi Kasaba’nın yaz boyunca avarelik yapmış balıkçıları suya indirir kayıkları,  tekneleri. Onlar için hayat o zaman başlar. Ekmek teknesi, asırlardır insanoğlunun  ağ salıp çıkardığı uysal maviliğe açıldığı zaman.” (1998,Gurbetten Çerkes Hikâyeleri, s:75;65) seçtiği kelimelerin büyülü atmosferinde Bilal Kaptan’ı, Niko Reis’i ölümsüzleştiriyordu.

Sait Faik için Burgazada ne ise, Hulusi Üstün için ‘Mavi Kasaba’ dediği Silivri de odur işte.  Hikâyelerinin mekânlarını, kahramanlarını seçişini Mavi Kasaba’sı için söylediği şu sözlerinden anlayabiliriz; “Kasaba böyle… Bir sürü insan vardır hayatınızda. Her birinin hayatını en ince ayrıntısına kadar bildiğiniz bir sürü hayat sizin hayatınıza karışır işte. Onlarla birlikte yaşarsınız. Çocukluğunu bildiğiniz insanlar gözünüzün önünde büyür, olgunlaşır. Olgunlar yaşlanır.  ‘Günaydın!’ dersiniz bildiğiniz hayatlara, ‘iyi günler, iyi akşamlar, iyi geceler, kolay gelsin, rast gitsin, hayırlı olsun…’ Biz birbirimize çeyrek yüzyıl boyunca bu dileklerde bulunduk. Hep iyi dileklerdi bunlar. ‘Günaydın, iyi günler, iyi akşamlar, iyi geceler…

Hulusi’nin ölüm haberini aldığımda gece yarısıydı. Donmuş kalmıştım adeta, gayriihtiyari başımı kaldırıp Ay’a baktım, ayın yüzü kapkaraydı. Tarifi zor bir acının bedenime yayılışını hissettim o anda. Ezbere bildiğim ‘Dolunay’ hikâyesinde nasıl konuşturuyordu kahramanını: “Onun ölümünden sonra Ay’a bakma sırası bana geldi. Biliyorum ki hâlâ dünyanın bir köşesinde oraya bakan başka gözler de var. Mavi Kasaba’da dolunay bir başka güzel görünüyormuş. Dudağında o asırlık ağıtla, içinin sıkıntısını Ay’ın denize yansıyan görüntüsüne anlatıyormuş.” (1997,Gurbetten Çerkes Hikâyeleri, s:45)  Cenazesine gidemedim ancak ölümünün yedinci gününde evine, ailesine taziyeye gidebildim. Zor bir ziyaretti benim için, tesellisi zor bir taziye… kardeşimin kabrini ziyaret ettim Asri Mezarlık’ta. Çok sevdiği babaannesinin koynunda yatıyor şimdi. Piri Paşa Camisinde, Silivri sahilinde, Arnavut kaldırımlı sokaklarda gezdim. O’nun gözüyle bakmak istedim Mavi Kasaba’ya. Küçük Prens’i düşündüm Expery’nin. Expery kendini ararken yaptığı içsel yolculukta çocukluğunu nasıl ‘Küçük Prens’te bulmuştu. Büyüdükçe yitirilen çocukluğun, insanları nasıl dönüştürdüğünü; hayat, ölüm, aşk arasındaki varoluşunu; sembollerle anlatabilmek için çölde susuzluktan kırılırken bir sanrının içinde bulmuştu Küçük Prens’ini.  Küçük Prens, erken büyümek zorunda kalan bir çocuğun ya da yaşanmamış bir çocukluğun sembolüydü. Kitabın başında yazar; “…kimse kitabımı baştan savma okusun istemem. Bu anıları kâğıda geçirene kadar az mı çektim. Arkadaşım koyunu alıp gideli altı yıl oluyor. Onu anlatmaya çalışmam, unutmak istemeyişimdendir. İnsanın arkadaşını unutması ne acı.” ifadeleri ile Hulusi Üstün’ün Türkü Öyküleri kitabının arka kapak yazısındaki; “İçimdeki dost sesi, ozan sözü, âşık sazı… Bu kez türkülerle selam sana. Deyişlerle, demelerle, ağıtlarla, güzellemelerle selam. Kulağında kalsın bu sözler de, yüreğinde yer etsin. Sen de beni türkülerle an, türkülerle bil… Al bir köşeye koy bu defteri de, vakti gelince an. Sazla, sözle, şiirle yâd et beni. Unutma bu sözleri, tozlandırma hatıramın üzerini yeter.” anlatımı ne şaşılası bir benzerliğin tezahürüdür? Hulusi Üstün de Mavi Kasaba’nın ‘Küçük Prensi’ydi bana göre, Mavi Kasaba ebediyen kaybetti artık Küçük Prens’ini…

Sevgili kardeşim Hulusi, hatıralarını tozlandırmayacak çok dostun oldu senin gözün arkada kalmasın. Gittiğin yerlere selam söyle bizden. Ebedî istirahatgâhında huzur içinde güzel uyu! Kıymetli eşi Habibe Hanım, evlatları Elif ve Enis’in, bütün dostlarının ve edebiyatımızın başı sağ olsun. Bir Hulusi Üstün geçti bu dünyadan. Ruhu şâd olsun.

Not: Bu yazı Mavi Gök dergisinin 22. sayısından alınmıştır.

Bu makalede yer alan görüşler yazara aittir ve Ajans Kafkas'ın editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Diğer Köşe Yazıları