Hulusi Üstün’ün Ardından 2 – Bir Edebiyat Dehası Dostun Ardından: Ahhh Hulusi…
Bir Edebiyat Dehası Dostun Ardından: Ahhh Hulusi…
Onu ilk defa uzun yazılarındaki yerleşik, oturaklı ve muhakeme örgüsü güçlü yazıları ile fark etmiştim. 1990’ların başında Kafkas Vakfı’nın çıkarttığı periyodik bültendeki yazıları beni cezbetmişti. Bültende yayınlanan kısa çalışmaların yazarını, o güçlü ve işlenmiş Türkçesi üzerinden zihnimde 55-60 yaşlarında, başı kalpaklı, olgun ve ciddi bir adam olarak tahayyül ediyordum. İlk görev yerim olan Erzincan’dan onunla ancak elektronik posta üzerinden haberleşmeye başlamıştık. Bir süre sonra ilk telefon görüşmelerimizle, karşımdaki kısık, boğuk, tane tane konuşan bu olgun sesin sahibinin, zihnimde canlandırdığım bu ağır aksakalın/tamadenin, aslında Hukuk Fakültesinden henüz o yıl mezun olmuş gencecik bir hukukçu olduğunu hayretle öğrendim. Görüşme ve temasımız bu şekilde 3-5 telefon görüşmesi ve ara ara yazıştığımız elektronik postalar dışında uzun yıllar boyunca uzaktan uzağa birbirimize muhabbet beslemekle sınırlı kaldı.
2013 yılında Bosna Hersek’te Rektör olarak görevim çıktığında, göreve başlayacağım hafta Eyüp’te üniversitenin irtibat bürosunun ofisinde onunla buluştuk. Birbiriyle taa “kalu bela”dan beri tanışan iki ruhun ya da bu dünyada sanki 50 yılını beraber geçirmiş iki kadim dostun buluşması gibi buluştuk. Dil, tarih ve edebiyat üzerine iki saate yakın zamanın nasıl su gibi aktığını anlayamadan konuştuk. Bu görüşme ve buluşmalar, Balıkesir’e tayinimin çıktığı yakın zamanlara kadar bazen baş başa ortak ilgi sahalarımız üzerinden, bazen de dost meclislerinde şakalaşmalar, karşılıklı tatlı atışmalar, takılmalar ve sataşmalar ile devam ede geldi. Boyumun kısa olduğuna takılarak bana Türkçe “küçük hoca” derken ağzını doldurarak “Si hocajiyyy” diyordu… Meğer Kabardey dilinde bu “büyük hocam” demekmiş. Ahhh Hulusi…
Gidecek yer olmayınca Bayram’ın ‘Nevâ’dayız.
…
Leyleğin ömrü derler lâklâk ile geçermiş
Lâklakânın âlâsını burada bulmaktayız…”
diyordu. Bayram’ın adını şiiriyle ölümsüzleştiriyordu.
O, hem bir İstanbul beyefendisi hem de Kafkasya’nın son asilzadelerinin ruhunu taşıyordu. “Hocam biz 17. yüzyılın şövalyeleri gibi yaşıyoruz hala, değil mi” derdi. Her zaman birbirimize yaptığımız gibi sırf muhalefet olsun diye “Şövalye değil, bizden Süvari veya Sipahi olur” diyordum. “Hatta ‘Süvari’ de ‘Sipahi’ de değil, ‘Şi-vari’ ya da ‘Şi-pahi’ olur” diyordum ve bu espiriyi etimolojiden anlayacak başkası var mıydı bilmiyorum, gülüşüyorduk…
Kullandığı dil ve üslup o kadar nazik ve yerli yerindeydi ki diğer insanlara yakışmayan, dillerinde ve üzerlerinde yapmacık olan her ayrıntı ve ifade onun üzerinde hiç sırıtmıyor, tam aksine yakışıyordu. Yeleği, atkısı, şapkası, her şeyiyle zevk sahibi, sanatkâr ruhlu bir insandı. Edebiyattaki keskin üslubunu, kulakları kızaracak kadar sinirlerine hâkim olamadığı zamanlarda kullanmaktan çekinmezdi. Her bir lafı 50 okka gibi ağır, çift oluklu bir kama gibi keskindi…
Diller konusuna gelince saatlerce konuşabilirdik. İstanbul Ticaret Üniversitesi’nin hemen yanı başında bir kafede bir çay içimi kadar kalmak üzere bana uğramıştı. Dil bahsi açıldı ve saatlerce kelime etimolojileri üzerinden Türkçe, Özbekçe, Arapça, Kabardeyce, Çeçence ve Dağıstan dilleri üzerinden örnekler ve kelime arkeolojisi yaparak konuşup tartıştık. Onda müthiş bir hafıza ve dil kabiliyeti vardı. Duyduğu kelimeleri unutmadığı için ve bu kelimelerden bir kısmının hayatı boyunca hiçbir yerde işine yaramayacağını bildiğimden bunu kendisine hissettirerek Dağıstan dillerinden 8-10 kelimeyi ona söylüyordum. “Hocam, Allah aşkına yeni kelimeleri söyleme, aklıma takılıyor dönüp duruyor” diyordu. Bu bana büyük keyif veriyordu, çünkü aynısını o bana yapıyordu. Vefatından sonra aramızdaki mesajlaşmalara baktım. Son mesajlaşmalarımızda da yine hayvan adları etimolojisi üzerinden bir saate yakın konuşup müzakere ettiğimizi gördüm… Ahhh Hulusi, bunu keyifle yapabileceğim kim var? Güzel bir sanat müziği parçası, Kafkasya’dan bir ezgi, tarihi bir fotoğraf karşısında aynı çağrışımları hissederek paylaşabileceğim kim var?
Onu, çocukluğumdan bu yaşa kadar biriktirdiğim en nadide dostlarımın, sevdiğim insanların içinde olduğu bir vatsap grubuna almıştım. İsimleri ile anarsam Rüstem ve Veysel abiler, Murat, Şamil, Levent, Ömer, Mehmet, Seyithan, Zeynep, Fethi, Esra hocalar; can dostlarımın yanına, bir kısmı çocukluktan beri arkadaşlarım olan Ali’ler, Mahmut, Yusuf, Şenol, Mustafa, İsmailler, Fethi, Abdullah ve diğer değer verdiğim güzel insanlar… Çok kısa süre içinde bu yazışmalar yüz yüze tanışıklığa, muhabbetlere ve dostluğa dönmüştü. O, adeta tam da kendi yerini bulmuştu. Hulusi, bu yeni mekânda bazen 300 yaşında bir bilge birikimiyle, bazen 80’inde gün görmüş bir adam olgunluğunda, bazen 18’lik bir delikanlı heyecanında, bazen de 7 yaşında bir çocuk nahifliği ve kırılganlığıyla grubun en renkli ve sevilen kişisi oldu. Her bir arkadaşla kendine has bir üslup ve diyalogla güzel köprüler kurmayı başardı. Gruptaki herkesin ayrı ayrı muhabbetini ve saygısını kazanmıştı.
Sözünü sakınmayan, içi dışı bir ve belirli alanlarda eşsiz bir birikime sahip olan benzersiz bir zihin her şeyiyle orijinal, farklı bir insanoğlu, güzel bir adamdı… Gruptan ve özelden sık sık tartışırdık. O benim damarıma basacağı yerleri bilirdi. Etimolojide ayrıldığımız yerlerde uzun uzun inatlaşırdık. Bazen itikat konularında onun melâmi meşrep tarzıyla çatışırdık. Kırıp dökerdik, sonra oturup sarardık…
Kafkasya’dan tevârüs eden ince ayar takılmalar konusunda ustaydı. Ama ben de ondan geri kalmıyordum. Bana boyumun kısalığı üzerinden takılarak “Hocam yeni bir kitap yazacağım. Kitaptaki başrollerden birisi de sen olacaksın ama boyunu 10 santim daha kısa yazacağım” diyordu. Ben de “makalelerimde senin kirli çamaşırlarını ortaya dökeceğim, kafandaki saç teli adedini yazacağım” diyerek takılıyordum. Gülüşüyorduk…
İlk kez evine gittiğimde sanki Osmanlı devletinin son döneminden kalan ve soyu o dönemin asilzadelerine dayanan, diğer yandan da Kafkasya’nın usul ve adetlerinin yaşatıldığı son evlerden birisi gibi hissettiğim bir yuvanın içinde idim. Kıymetli eşi, görmüş geçirmiş, cefakâr bir Kafkas asilzâdesi tarzında bir hanımefendi; biri Elif diğeri Enis iki pırlanta gibi evladın ve aile büyüklerinden sağ kalanların yaşadığı farklı bir kokuyla dolu bir ev…
Evin içinde Dağıstanlıların âdetler anlamında “adât” olarak kullandığı unutulmuş geleneğin kırıntılarını hatırladım. Adıgelerin “xabze”sini ve mutfak kültürünü net olarak bu evde görebiliyordunuz. İçeri giren herkes için hafiften doğrulma nezaketini unutan bir toplumda bunu inatla yaşatan, kendinden büyük olarak gördüğü insanların yanında sigara içmeyen, akıl sağlığını yitirmiş olsa bile yaşlılara fevkalade hürmet gösteren, misafire eşsiz değer verilen bir kültürdü bu. Ve bu evde hala bu örf, capacanlı yaşıyordu. Bunlar Hulusi’nin örfünün ruhuna işlemiş ve ona yük gelmeyen parçalarından biriydi.
Kütüphane ortak ilgi alanlarımızdan sanki özel olarak seçilip benim için tasarlanmış gibiydi. Tarih, edebiyat, Türkiyat, dilbilim, Kafkasya, hatıratlar, sözlükler haritalar… Herhalde her ikimizin de 5-6.000 civarında olan kütüphanesindeki belki de “2000’e yakın kitabımız ortaktır” diye düşündüm. İlgi sahalarımızın ne kadar müşterek olduğunu orada tekrar gördüm. Onun dışında, benim bulup erişemediğim nadir kitapları da kütüphanesinde gördüm. O, açıkça başka bir fark ortaya koyuyordu. İlgi sahalarındaki ayrıntıcı bilgi derinliği ve genişliği tartışılmazdı. Bir gün Kafkas Vakfı’nda bir panelde birlikte konuşmacıydık. Onun, Sultan Abdülaziz ve Hüseyin Avni Paşa hakkında sunduğu iki saatlik konuşmasını dinlerken vakıf olduğu detay bilgi zenginliğini ve hiç sıkılmadan saatlerce dinleyebileceğimi hayretler içerisinde gördüm. Halbuki son dönem tarihi hiç mi hiç ilgimi çekmezdi. Onun üslubu dinleyiciyi cezbediyordu.
Bir yandan herkesin unuttuğu Türk Halk Müziği ve Türk Sanat Müziği parçalarını mırıldanırken diğer yandan Kafkasya’dan Avrupa’ya kadar enteresan ikinci bir repertuara daha sahipti. Şaşırtıyordu ve çoğu zaman sürprizlerle doluydu.
Gezerek dostlarını ziyaret etmek belki de en büyük keyifleri arasındaydı. Biga’dan Başakşehir’e, Fatih’ten Avcılar’a, Bursa’dan Balıkesir’e kadar dost durakları vardı ve onları ihmal etmezdi. Bir kısmını tanıma fırsatı bulduğum güzel dostları ve değerli insanlar vardı çevresinde. Seçkin, Yastık hocası, Vakıftan Mehdi abi, Veysel, Fethi Hoca, Şahin, Yusuf, Ebubekir ve diğer güzel insanlar… Cenaze namazında herkes orada hazırdı. Elinden tuttuğu Çeçen, Çerkes ve Dağıstanlı yeni muhacir gençler, edebiyat çevrelerinden insanlar, onun ikamet ettiği ve “mavi kasaba” diye resmettiği Silivri’nin ahalisi, uzak ve yakından koşup onun çağrısına gelen insanlar. Birkaç bin insan, vakur ve hüzünlü yüzleriyle onun namazında saf tuttu.
Onun dil yeteneği sıradan değildi. Bir gün bana misafir gelmişti. Yeni muhacir bir Çeçen komşumla onu tanıştırdığımda konuşmalar Çeçence’ye döndü, komşum bana “bu arkadaşının Çeçen olduğunu söylememiştin” dedi. Çeçen olmadığını söylediğimizde inanmadı ve Çeçen olmayan birisinin bu kadar fasih ve aksansız konuşamayacağını söyledi. Çeçence biliyordu çünkü 1. Çeçen Savaşı sırasında İstanbul’da Kafkas-Çeçen Komitesinde aktif görev almıştı. “Burası Çeçen Komitesi” eseriyle yaşadıklarını kayıt altına da aldı.
Osmanlı Türkçesi metinlerini rahatlıkla çözüp okuyabiliyordu. Yine, Osmanlı Türkçesi ile divan edebiyatı seviyesinde şiirler yazabiliyor idi. Bu şiirlerin basılı olmaması büyük bir kayıp diye düşünüyorum. Patlıcana bile methiyeler dizecek bir Divan edebiyatı birikimi ve edebi zekâ kimde kalmıştı acaba? Dokuz dörtlüklü Patlıcana Methiye adlı şiirinde diyordu ki:
“Nebat-ara makamında beste olsan sezâdır
Hem fukara azığı hem sultan taamısın
Senden mahrum eylemek muhibbâna cezadır
Bahçivânın pederisin kabzımalın yarısın
Alinazik diyorlar yoğurtlu olanına
Domatesin soğanın en güzel yaranısın
Hiçbir sebze rengini benzetemez ki sana
Hilkatten sibgatullah kadife esvaplısın
Sırrına vâkıf olan tarifin ifşa etmez
Kitab-ı mâidenin bâb-ı fatihasısın
Günde beş vakit yesem bile kifâyet etmez
Hasta mecruh dil uşşakın devâ ü dermanısın…”
Temelini rahmetli Hikmet Yediç’ten aldığını düşündüğüm kısmen fâsih, kısmen halk Arapçası ammi ile şaşırtıcı cümleler kurabiliyordu. Tahmin ediyorum bunu da ilk defa buradan duymuş olacaksınız ama Karaçay Türkçesi ve Özbekçe ile takılıp şakalaşabiliyordu. Kafkas aksanı ile de olsa akıcı Rusça konuşuyordu. İngilizcesini dinlemedim, fakat bildiğini biliyorum. Kabardeyce yanında eşinin ailesi üzerinden Abzehçeyi de ilerletmiş idi. Osmanlı Türkçesi metinlerini maharetle çözüyordu. Hatta temel seviyede de olsa Ermenice öğrenmişti. Velhasıl onunla, kimsenin ilgi duymayacağı dillere ilgi duyma gibi ortak bir hastalığımız vardı ve bu bizi belki birbirimize daha da yakınlaştırıyordu.
Birbirinin aynı olan mıknatısın iki ucunun birbirini itmesi gibi birbirimizi itiyor, diğer iki ucu gibi de birbirimizi çekiyorduk. Kamalar çekilince çatışma çetin ve keskin oluyordu. Kamalar kınına girdiğinde her şey süt liman…
Onun o eşsiz ve vefalı hafızası adını belki akrabalarının bile unuttuğu birçok insanın hâtırasını zihinlerde, kitaplarında veya sosyal medyasında diri tuttu. Aile dostu Süleyman amcanın Anadolu’dan birkaç günlük misafir olarak gelip ölümüne kadar misafir edilmesi, bu yüzyılın insanının anlayabileceği bir erdem değil.
O vefayı sadece insanlara değil, 160 yıl geride kalan bir hatıraya, mensubu olduğu Kafkas kültürüne; içinde yaşadığı Osmanlı ve Türk coğrafyasının kültürüne bağlılığını ve saygısını her fırsatta sadakatle dile getiriyordu. Dost meclisinde defalarca şahit olduğumuz şu ifadesi enteresandır: “Türk milletinin Çerkes unsurundan olmaktan ve mensup olduğum kültürümden dolayı gurur duyuyorum”. Bu yaklaşım birçok kişinin anlayamayacağı, ne İsa’ya ne Musa’ya yaranılmayacak bir tercihtir, ama o tercihlerini hesap yaparak ve yaranmak için değil, kalbinden geldiği şekliyle söylemeyi tercih ediyordu. İlahiler de sanat müziği de Kafkas müzikleri de onu mest ederdi. Şöhret için çırpınsaydı, Kafkasya’yı yazmazdı. Kafkas ve Türk-İslam kültürünü, divan edebiyatını, Türk sanat müziğini işlemeyi tercih etmezdi. İslameyi, Nalmesi, Elbruz’u, Kabardinka’yı vb. tercih etmezdi. O, hepimiz gibi akıntıya karşı kürek çekmeyi bile isteye seçenlerdendi.
Üç dört yıl önce, görev yaptığım bir Üniversitede hukuk dili ve edebiyat üzerine bir ders açmıştım. Gerekli bütün kararları çıkardık ve onun hoca olarak derse girmesi için çok uğraştım. Bu ders üzerinden onu diğer üniversitelerle tanıştırıp bu kültür hazinesi insandan gençlerin yararlanmasını çok arzu etmiştim; sağlık sebepleri dolayısıyla maalesef dersi verme fırsatı olmadı.
Haklı bir kırgınlığı vardı. 15 kitap yazarı olan bu kadar derin bir birikim ve kültür hafızasına sahip olan; onları yerli yerinde kullanmayı başaran, diğer dillerle birlikte Türk dilini büyük bir vukufiyetle başarıyla kullanarak o dilde eserler veren bir kişinin daha fazla görünür ve bilinir olması ve hak ettiği saygıyı görmesi gerekiyordu. Ona koca Türkiye’de herhangi bir yerde kültür danışmanlığı gibi bile olsa bir imkân bulunamaz mıydı acaba?
Onun, 29 Mart 2023 tarihinde başka birisiyle ilgili olarak ama tabii ki kendisi ile de ilgili hissettiklerini dolaylı olarak ifade ettiği bir sosyal medya paylaşımından şu ifadelere dikkat çekicidir:
“Kültüre edebiyata emek verenlere vefa göstermemek bizim milli şiarımızdır.
Şairin yazarın kadr ü kıymeti seng-i musalladan gayri mekânda bilinip takdir edilmez.
Ehl-i hüneri yaşarken yok sayıp, öldükten sonra imkân dahilinde gömüldüğü yeri unutmak Türk’ü sair milletlerden tefrik eden mühim bir hususiyettir.
Hele adı corci morci değil ise ne haddine Türk evladının ortaya asar-ı bedayi koymak…”
Herkesin onun vefatıyla ilgili hissiyatı ve ortak düşüncesi şu oldu: Sanki Hulusi, tatsız bir şaka yaptı ve “biz bir şaka yaptık bir şeyler denedik, şimdi şakayı bozuyoruz Hulusi’yi getiriyoruz” diyecek gibi hissettik. Bir kısmımız da bir kâbusun içerisine düştük, birazdan birileri gelip bizi çimdikleyip uyandıracak ve “geçti artık, Hulusi burada” diyecek. Anne babamın ölümünü bile büyük bir teslimiyetle kabul eden ben, Hulusi’nin öldüğünü bir türlü kabul edemedim. Ölümünün üçüncü gününde bir arkadaşımı arama niyetiyle elime aldığım telefonda gayri ihtiyari Hulusi’nin telefonunu çaldırdığımı fark ettim. Telefon kapalıydı…
Türkiye keşfedilememiş bir yazarını, bir şairini henüz en verimli eserlerini vermeye devam ederken kaybetti. Dostları ve yakınları yeri doldurulamayacak ve hiçbir zaman unutulamayacak bir değeri, bir dostu yitirdi.
İçimizde büyük bir boşluk ve acı bırakarak aramızdan ayrıldı. Kamayı soktu ve içerde çevirip bıraktı sanki… Büyük bir “Turna Fırtınası” öncesi uzun bir sessizlik ve ardından bütün ritimleri, notaları, kuruyup dökülmüş hazelleri büyük bir tufanla toplayıp götürdü… Ahhh Hulusi…
Ebedi yurtta buluşma zamanımız gelene kadar huzur içinde uyusun. Allah, bu değerli kardeşimin hatalarını ve taksiratını bizlerle birlikte affetsin. Bütün sevdikleriyle ve bizlerle cennetinde buluştursun…
Allah yerinde rahat ettirsin 😥
Allah mekanını cennet eylesin bizleri de orada kavuştursun inşallah..
Sevgili Yücel kardeşim. Bu derin duygulu yazından sonra merhum Hulusi kardeşim ile tanışmıyor olmaktan utanç duydum. Hepimizin başı sağ olsun.
Sizin de yüreğinize sağlık.
Bir dost’a ve kardeşe veda yazısı ancak bu kadar güzel yazılabilirdi. Ellelerinize yüreğinize sağlık hocam…
Bu Dünyadan bir Hulusi Üstün geçti, bundan sonra sevenlerinin anılarında yaşayacak artık…
Mekanı cennet olsun…