Bugün her Çeçen’de ölenlerin acısı ve yaşayanların endişesi var. Her insanın kendi vatanı var. Vatan, her insan için sonsuza kadar değerli. Benim vatanım Çeçenya Cumhuriyeti. Burada, Caharkale’de doğdum. Burada eğitim aldım. Öğretmen oldum. Kısacık ömrümde ben, aynı zamanda burada yaşayan herkes öyle şeylerle karşılaşmak zorunda kaldı ki, en korkunç rüyada bile görülmezdi galiba. Bilmiyorum, son 10-15 yılda felaket yaşamamış tek bir aile var mı acaba? ‘Birinci’ savaş ve şu anda devam eden ‘terör karşıtı operasyonun’ kaç kişinin ve üstelik suçsuz insanının hayatını götürdüğünü kastediyorum.
Anlatmak istediğim hikâye bir aile ile ilgili… Ancak bu ailenin hikâyesinde tüm halkımızın tarihini görmek mümkün.
Bir zamanlarda dağ köylerinde bir kadın yaşıyordu. Genç. Sevdiği kişi ile evlendi. Şafak vakti evlerine gelen NKVD (Sovyetler döneminin içişleri bakanlığı) çalışanları tarafından kocası alınıp götürüldüğünde ilk bebeğine hamile idi. O zaman henüz kendisi 17 yaşındaydı. Kocası tutuklandıktan altı ay sonra oğlunu dünyaya getirdi. Oğlunu büyüttü, 1944 sürgünün tüm dehşet ve zorluklarını yaşadı, oradan da geri döndü. Ömrünü oğluna verdi, onu ayakları üzerinde durdurdu. Hayatı boyunca toprakta çalıştı, sadece oğlu sağlam ve sağlıklı yetişsin diye. Gerçek bir insan olsun, doğduğu ve yaşadığı toprağın sahibi olsun diye.
Ancak korkunç bir şekilde, milli trajediler Çeçen tarihinde tekrarlanıyor, belirli bir süre geçtikten sonra meydana geliyorlar. 1944 Şubatında meydana gelen tüm halkın sürgünü, sürgünde karşılaşılan felaketleri, mahrumiyetleri bu kahraman kadının ailesi 20. yüzyılın sonunda yaşamak zorunda kaldı. Yani 1995’de.
Bu korkunç bir gündü. 1995, 3 Ocak sabahı. O günün şafağında aile Bamut’tan mültecileri kabul etti. İnsan çoktu. Ve gelen herkes bu evde sığınak, sükûnet, sıcaklık, yemek ve destek buldu. Ama diğer dağ köylerinde olduğu gibi bu evde de ne gaz, ne elektrik ne de su vardı.
Ailenin reisi, bitkin, soğuktan donmuş mültecileri ısıtmak için, ocağı yakacak odunu nereden alacağını düşündü. Yakında orman vardı, ancak oraya odun için gitmek ölüm tehlikesi olurdu, çünkü gökyüzünde askeri helikopterler vardı. Ve o zaman, ev sahibinin on yaşındaki oğlu, babasından izin istemeden, baltayı aldı ve odun için gitti. Evin yakınından geçen nehre atladı, geçti ve ormanın kenarından dal budak kırmaya başladı.
Birden helikopter geldi. Çocuğun üzerinde dönmeye başladı, düzenli olarak onun tarafına izli mermiler atmaya başladı. Çocuğun annesi bunu camdan gördü. Çığlıkla: "Oğluma ateş ediyorlar!" dedi ve evden fırladı. Onun ardından büyük kızı, daha sonra ortancası çıktı. Oğlan çocuğuna yardıma koşan kadın ailenin dördüncü en küçük kız idi. Aile reisi onların ardından çıktı ve onları durdurmaya çalıştı, ama sonuç alamadı. Karısı ve kızları onu duymadı, çünkü helikopterin sesi engel oldu. Beklenmedik bir şekilde çocuğun üzerinde dönen helikopter döndü, anne ve kızların üzerine geldi.
Tek bir yaylım ateşi ile onların hepsini yere serdi. Beyaz karın üzerinde kırmızı kan lekeleri oluştu. İlk önce anne, daha sonra kızı, ardından diğeri ve diğeri düştü… Anne ve kızlardan biri isabet eden mermilerden sonra bir daha kalkamadı, evin yakınında patlayan roket kocası ve hayatta kalan iki kızını hayat boyunca sakat bıraktı. Kızlardan biri 12, ikincisi 22 yaşında idi, annesiyle ölen kız ise 17 yaşını doldurmamıştı.
Bu trajedi, henüz doğmadan Sovyet yönetimi yıllarında babasız kalmış olarak dünyaya gelen 1937 doğumlu Sultanov Salman Alavdinoviç’in ailesinde meydana geldi. O hayatı boyunca çalıştı, kendi ekmeğini kazandı, çocuklarını büyüttü. Salman her zaman onlara şöyle söylemişti: " Ne olursa olsun, nasıl olursa olsun, iyiliğin kötülüğe galip geleceğini her zaman hatırlayın." Ancak o çocuklarını bu kötülükten, savaşın kötülüğünden koruyamadı.
Ben öğretmenim. Her zaman çocukların tüm sorularını cevaplayabileceğimi düşündüm. Ama altı yıldır o gün tek ayağını kaybetmiş olan çocuğun sorusunu cevaplayamıyorum. Bu korkunç trajedide annesi ve ablasını kaybeden kıza cevap veremiyorum. Yaralı olan 12 yaşındaki bu kız, "Bu bana ne için oldu" diye sormuştu.
Bu, ona binlerce ve binlerce sakat ve yetim kalan çocuğa ne için oldu? Tarih bir zaman bu soruları belki cevaplayabilir, ama ben cevaplayamadım. Çünkü tüm cevaplarım bu çocuğun gözündeki üzüntüden parçalandı.
Yetişkinler bir şekilde acı, üzüntü, ailelerini ve yakınlarını kaybetmeyi taşıyabilirler, ama bu çocuklar için yüz katı daha ağır. Onlara neler olduğunu anlatmak mümkün değil. Başlarına bombaların ve mermilerin neden düştüğünü, anne-babalarının, erkek ve kız kardeşlerinin, arkadaşlarının neden öldürüldüğünü anlatamayız… Çocuğun acısını anlamak için kendimizi onun yerine koymalıyız, bu ise çok zor.
Görevimden dolayı (şimdi öğretmenlerle çalışıyorum) her zaman öğretmenlerin, savaşın tüm dehşetini yaşamış olan çocuklarımızın neler düşündüğünü, ne acılarla yaşadıklarını görmelerini isterdim.
Ve şöyle bir düşünce aklıma geldi. Aralık 2004’de meslektaşlarımın desteği ile ülkede çocuklara yönelik ‘Çocukluğumda yaralanan ben savaşa lanet okuyorum’ konulu kompozisyon yarışması düzenledik. Çocukların çalışmalarını gözyaşları, kalbimde acı ile okuduğumu söylersem gerçekten bir şey söylememiş olurum… Bu çalışmaları tek bir yetişkin gözyaşı ve acı duymadan okuyabilir mi acaba.
Bu çalışmalardan bir kaçını örnek olarak getirmek istiyorum. Şatoy bölgesinden 8. sınıf öğrencisi bir erkek çocuğu yazıyor. Kompozisyonuna ‘Siyah kare’ adını verdi. Çocuğun yazdığına göre, ailesi ile beraber havadan saldırılar ve bombalı saldırılar yaşadı. Daha sonra ailesi onu Astrahan bölgesine götürmeyi başardı. Bir defasında okulda öğretmeni sekizinci sınıfa, Rusya-Alman savaşı hakkında bir kompozisyon yazma ödevi verdi. Bu savaş hakkında bildiklerini yazmayı söyledi. Çocuk uzun süre düşündü. Çünkü sınıf arkadaşlarından farklı olarak, savaşı kendi gözleri ile görmüştü. Ama o, nasıl ve ne yazması gerektiğini bilmiyordu. Sonunda bir yol buldu. Çalışması bir tek resimden oluşuyordu. Kırmızı çizgi ve noktalı siyah bir kare. Öğretmen bu çalışmayı görünce çocuğun durumunu, ruhundaki acıyı anladı. Bu tür çalışmalar çok.
Sığınaklarda yaşamak zorunda kalmış, hava saldırıları ve bombalamaları yaşamış, yaşıtlarının ölümünü görmüş, savaş sebebiyle elini ayağını kaybetmiş çocuklarla birlikte okuyan 5. sınıf öğrencisi olan bir başka çocuk şunları yazdı. Kompozisyonu şöyle başlıyor:
"Çocukluğunda yaralanan ben savaşa lanet okuyorum.
Hangisinden başlamam gerektiğini ben de bilmiyorum.
Harabelerden mi, enkazlardan mı? Kırılan kalplerden mi?
Allah’a yalvarıyorum, canımı alsın diye…"
Eğer 10-12 yaşındaki bir çocuk Allah’a ölmesi için yalvarıyorsa, onun durumunu, nasıl bir acı yaşadığını, yeryüzünde iyiliğe ve adalete olan inancını ne kadar kaybettiğini düşünün… Galiba biz yetişkinler için, savaşı yaşamış bu çocukları bu durumdan kurtarabilmemiz için on yıl yetmez.
İkinci sınıf öğrencisi olan küçük kızın yazdığı kompozisyon ise şöyle: "Benim yaşım Çeçenya’daki savaşın yaşıyla eşit." Çocuk dokuz yaşında ve hayatında iki savaş gördü. Birinci savaşta doğdu ve ikinci savaşı yaşıyor. Aynı çocuk şöyle diyor: "Büyükler savaşı durdurun."
Açkhoy-Martan’dan bir çocuğun yazdığı bir başka çalışmayı alalım: "Eğer yetişkinler çocuklar için ne kadar ağır ve acı verici olduğunu bilselerdi, gürültü koparmazlardı."
Bu kız çocuğu birinci savaş başladığında kendisini beş yaşında olduğunu yazdı. Saldırı ateşi açıldığında, annesi onu sığınağa gizliyor ve kucaklıyordu, üzerini başörtüsü ile kapatarak şöyle diyordu: "Kızım, Diana! Ağlama, korkma, düğünde silah sıkıyorlar".
“Ben yetişkinlerin çocukları böylesine korkutan bir geleneği neden kaldırmadıklarını düşünüyordum. Neden kaldırmıyorlar?"
O zaman her şeyi anlamıyordu. Ancak ikinci savaşta altı yaşındaydı. Ve o artık her patlamanın, silah sesinin düğün olmadığını biliyordu. Bu savaştı. Ve şimdi artık kendisi üç yaşındaki kız kardeşi Luiza’yı kucaklıyordu. Ve onu sakinleştiriyordu: "Ağlama Luiza, düğünde ateş ediyorlar…"
Bu konu hakkında çok şey söylenebilir, ama acı veriyor. Çok acı verici. Bir kez daha tekrarlıyorum, birinin acısını eğer bizzat yaşamadıysak anlamamız mümkün değil. Ben yakınlarını kaybetmenin, bir saat içinde evinden ve köyünden mahrum kalmanın ne demek olduğunu biliyorum. Ben kaybolan birinin kız kardeşinin, annesinin neler yaşadığını biliyorum… Çünkü bir akşam erkek kardeşimin gelişini göremedim. Onu aramak için ne kadar çalıştığımı, ne kadar başarabildiğimi anlatmayacağım. Galiba doğru söylüyorlar, eğer Allah yazmadıysa bir insan ölmüyor. Kardeşimin hayatının bitmesi 45 yaşında değil daha sonrası için yazıldı galiba… Uzun süren aramalardan sonra onu bulduk. Onu sağ bulduk ama sağlıklı olduğunu söyleyemem…
Savaşla ilgili inanılmayacak sayıda çok şey anlatılabilir, üstelik bunları düşünmek gerekmiyor, böyle şeyler hemen her gün meydana geliyor. Bugüne kadar halen gözümün önünde annesi ile beraber Assinovskaya kasabasında ölmüş olan öğrencim Fatima Dzeytova var. 2000 yılıydı. Roket saldırısı sonrasında anne ve kızı hayatını kaybetmişti. Birçokları kız çocuğuna imrenmişti. Şöyle diyorlardı: "Babasız ve daha sonran annesiz kalmak çocuk için nasıl olurdu? Annesi ile beraber ölmüş olması onun mutluluğu." Çocuk sadece 12 yaşındaydı.
Bazı öğrencilerimin sorularını cevaplayamıyorum. Elbette anlayabilirim, ama bunu çocuklara açıklayamam. Örneğin bir çocuk şöyle bir soru soruyor: "Babam ne zaman dönecek?" Bu soruyu 28 Ekim 2002 gecesi babası götürülen komşu çocuğu sordu. O zaman çocuk henüz üç yaşındaydı ve şimdi yedi yaşında. Okula bile başladı. Ve halen babasını bekliyor. Baba ise yok… Çocukların anne babalarının kaybolması çok korkunç. Bu çok korkunç bir şey.
Bundan dolayı galiba benim ve her birimizin ölenler için acımız ve yaşayanlar için endişemiz var. Çünkü bugün senin başına da aynı şeyin gelmeyeceği güveni yok. Ve bu acı, bu endişe her Çeçen kadında yaşıyor.
Çocuklarımıza iyiliğe, insanlığa yeniden inanmaları, hayatlarında kendi gözleri ile gördükleri ve her gün ailelerinin gözlerinde gördükleri dehşetin tekrarlamayacağına inandırmamız için çok zaman gerekecek. Çocukları bu durumdan çıkarabilmek için çok seneler gerekecek. Ve tüm bunları birden çözmek mümkün olabilecek mi. Öncelikli olarak çocukların ruh hallerini tedavi etmek lazım. Belki o zaman çocuklarımız şimdiki durumlarının aksine içten gülebilecekler, mutlu olabilecekler. Onlar gülüyorlar, ama gözlerinde hüzün var, onlar tebessüm ediyorlar ama gözlerinde acı var. Bu normal değil. Çocuğun acısını anlamak için, dinlemek lazım, kalpten dinlemek lazım. Ve ona yardım etmek lazım. ÖZ/FT (Ajans Kafkas)
Çeçen-İçkerya Eğitim Bakanlığı kadrosunda öğretmen olan Hulimat Zelimhanova’nın Livechechnya.org’ta yayımlanan yazısını Ajans Kafkas için Özlem Güngör çevirdi.
Hulimat Zelimhanova