Debdebeli çıkışlar, çarpık şantajlar ve SSCB anıları… Rusya selefi SSCB gibi özgürlüklerle sorunu olan bir ülke. Stalin’in zihniyetini ve fiillerini aklamaya çalışan Medvedev’in ‘akıl sürçmesi’ bunun bariz göstergesi.
50 ülkeden 213 parlamenterin katılımıyla 29 Haziran-3 Temmuz 2009 arasında toplanan AGİTPA 18. Genel Kurulu 23 Ağustos’u ‘İkinci Dünya Savaşı Mağdurlarını Anma Günü’ olarak kabul ett. Litvanyalı ve Slovenyalı parlamenterlerin önergesi oy çokluğuyla genel kuruldan geçerek ‘Vilnius Deklarasyonu’na girdi.
XX. yüzyılda insanlığa karşı işlenen suçlara ilişkin olarak ‘Stalinizm’e nihai metinde yer verilmesi Rusya’yı çılgına çevirmeye yetti. Dizginleri boşaltan Medvedev, tarihe enteresan bir noktadan start vererek aslında SSCB’nin Avrupa ülkelerine ‘özgürlük verdiğini’ söyleyiverdi. 2008’de koltuğa oturduktan birkaç hafta sonra da, ‘Nazileri yenmenin 63. yıldönümü’ olan 9 Mayıs 2008’de benzer sözler sarfetmiş; bulanık şuurla ‘Sovyet vatandaşları’ yerine ikame ettiği ‘kahraman Rusya vatandaşları’nın ‘sadece kendi ülkelerini değil, dünyayı Nazizmden kurtardığını’ söylemişti.
O günlerde en hafifinden ‘talihsiz dil sürçmesi’ sanılan kelamın ‘Vilnius Deklarasyonu’ akabinde tekrarlanması, Rus yönetici kliğinin zihni kodlarına dikkat kesilmeyi gerekli kılıyor.
‘Rus gerçekleri’
Moskova için AGİTPA kararı ‘bazı Batılı ülkelerin tarih çarpıtması’, ‘Nazilerin yenilmesinde SSCB’nin fedakârlıklarını küçümseme’ ve ‘Rusya karşıtı siyasi girişim’ anlamına geliyor. Birçok şeyi ‘külliyen yanlış bildiğimizi’ faş eden Medvedev, yabancısı olmadığımız biçimde parmak sallayarak ‘Rus gerçekleri’ne vurguyu ihmal etmiyor. Kremlin’de altın varaklı mütebessim Çar/Çariçe portreleri altında ‘tarihi gerçeklerin çarpıtılmasını önleme komisyonu’ Rusya üzerine uygunsuz perspektifleri düzeltme gayretkeşliğiyle çırpınırken, ‘esas oğlan’ Putin’in ‘Yedinaya Rossiya’sı SSCB ile Nazi Almanyası’nı eşdeğer tutan ‘fiiller’e
hapis cezası öngören yasa tasarısını rötuşlamakla meşgul. Neyse ki, fikir hürriyeti bakımından SSCB’nin Nazi Almanyası’dan geride kaldığını söyleyen Andrê Gide eşitleme yapmadığından rahat uyuyabilecek.
Şu var ki, ‘Vilnius Deklarasyonu’na karşı Rusya’nın refleksi, ‘hakikat’ kavramı etrafında dönen sofistike oyuna bakmayı kaçınılmaz hale getiriyor. Mağdur düşünür Kolakowski, tarihsel belleği sistematik biçimde tahrip edip tüm iletişimi yönlendiren totaliter rejimin ‘hakikat ölçütü’nü ortadan kaldırarak yol aldığını kaydetmişti. Yöneticilerin ihtiyacına göre ‘değişiklik gösteren hakikat’, yalanın iktidarını pekiştirip bizatihi hakikat kavramını ortadan kaldırıyordu. Zamyatin, Huxley ve Orwell’in edebi formda tanımlama girişimleri; Talmon, Aron, Popper ve Hayek’in klasikleri elbette bu soysuz kavramın yerli yerine oturmasına yardımcı oldu. Ama aksak tarihperestlik ardına mevzilenen Medvedev diskuru, kavramın siyasal felsefe ve siyaset ilminin ilgi odağında kalmaya devam edeceğini gösteriyor.
Stalin ve bir SSCB retrospektifi
Medvedev ne derse desin, sadece II. Dünya Savaşı’ndaki rolüyle değil, dahildeki şiddet ve daraltıcı uygulamalarla da modern zamanların zulüm tarihinde hiç bir devlet SSCB’nin ‘mümtaz’ yerine oturamadı. Tüm suçların Stalin’e yüklenmesi SSCB’yi sorgulanamaz kılmadığı gibi, Kremlin’in koruyucu kalkanı da öykünülen nizama itibar kazandırmayacak. Lenin öğretisinin tilmizi Stalin, müridlerden Kruşçev tarafından ‘acımasızlık ve iktidarı kötüye kullanmak’la suçlanmış, ancak Kruşçev’den Çernenko’ya uzanan silsile ne imparatorluk ne de totalitarizm konseptini değiştirmemişti. Gorbaçov’un ‘glasnost’ ve ‘perestroyka’ çırpınışlarının son durağı ise ‘statüko’ duvarlarıydı. Bu bakımdan ‘9 Mayıs’ etrafındaki mistifikasyon halesine, en azından SSCB tarihinin 9 Mayıs 1945’ten ibaret olmadığından hareketle, inanmamız ya da tahammül etmemiz gerekmiyor.
1917’de devşirilen çarlık güçleriyle rengi farklılaşmış imparatorluğu diriltmeye koyulan bolşevikler milli bağımsızlık taleplerini olduğu kadar, anayasal demokratları, sosyal demokratları, menşevikleri ve nice irili ufaklı akımı yok etmekte hayli başarılıydı. Bu bağlamda yakınımızdaki Kuzey Kafkasya, Azerbaycan ve Gürcistan bağımsızlıklarının Kızılordu çizmesiyle ezilişinin anıları da henüz çok taze. ‘Kölelerin eşit, efendinin mutlak efendi’ olduğu düzende ‘milli sorun’un fiziki kıyımlarla kökten halli, ‘kolektif suçluluk’ kavramıyla bezenmiş ‘kolektifleştirme’ tasviyesi, holodomor kurbanları, ‘sosyalist gerçekçilik’e yanaşmayan intelijansiyanın ‘tasviye’si veya ürpertici Gulag öyküleri ‘saygılı dil’ beklentisine zemin oluşturmuyor. Retrospektifi tamamlayan Macar İsyanı (1956), Prag Baharı (1968), Afganistan’ın İşgali (1979), Polonya Dayanışma Hareketi (1980) ve Bakü Katliamı (1990) gibi bir dizi süreç ‘velikorus odaklı restorasyonun’ özünü kavramayı kolaylaştırıyor. Medvedev’in ‘Batıyı kurtarma’ ve hasseten ‘kurtarma’ mavrası ya da diğer taraftan ‘benim despotum daha iyidir’den öte anlam taşımayan çıkışı, her türlü ahlaki değerden muaf Stalin’in meş’um fiillerini aklama girişimi olduğu kadar; nitelik bakımdan ondan aşağı kaldığı söylenemeyecek şimdiki tahripkarlığa meşruiyet takviyesi olsa gerek. Düz, ters veya diğer okuma biçimlerinin ulaşabildiği yer burası.
Sovyet-Nazi işbirliği
Hatırlayalım: 23 Ağustos 2009 Sovyet-Nazi ittifakının 70. yıldönümü… Aynı kökten beslenen iki diktatörün bölüşüm temelli dostluğu 23 Ağustos 1939 tarihli ‘Molotov-Ribbentrop Saldırmazlık Paktı’ ile formelleşti. 1 Eylül 1939’da Hitler, 17 Eylül 1939’da Stalin iştahla Polonya’ya çullandı; Vistül’ün iki yakasında Nazi-Sovyet işbirliğiyle çıkan yangın 99 milyonu aşkın hayatı noktalayan savaşı başlattı. Dramlarla şekillenen ölçülemez acılar, travmalar, maddi yitimler Haziran 1941’e dek süren Hitler-Stalin ittifakının eseri. AGİTPA’da Rusya delegasyon başkanının ‘Stalinizm ve Nazizmi aynı seviyeye getirenler…’ feryadı ibret verici. Mamafih ne onun, ne de tarihe ‘arzuladığı nokta’dan başlayan Medvedev’in ‘doğru’ tasası elbette yok… Pekala böylesi formülasyonla Hitler-Stalin ittifakının zaferiyle de gurur duyacak; ‘kurtarılan batı’nın yerine bir başka ‘kurtarılan batı’ ikame edecekti.
Olanca iyimserlikle, şimdiki Rus yönetim elitinin Leszek Kolakowski’nin bahsettiği manada totalitarizm kurbanı olduğundan bahsetmek mümkün müdür? Acaba öyle ya da böyle ‘sadece kutlanacak bir zafer’ peşindeki pejmürdelik, tahribata uğramış tarihsel belleğe bağlanabilir mi? Medvedev ‘hakikat’ tahtındaki ‘yalanlar’a meyleden bir Winston Smith mi, yoksa yalanlardan devşirilmiş ‘hakikati’ni empoze eden ‘büyük birader’ mi? Aşikâr olan şu ki, her iki durumda da karşımızda ‘hakikat’e uzak mevzilenişler mevcut. Kremlin’den yükselen sözümona itirazın karakteri sadece bu.
Modern Rus masalcıları flulaştırdıkları öyküler arasında ‘kahraman SSCB’nin ‘örtülü soykırım’ına uğrayan mağdurlara yer yok.
O anlatım tekniği 1939 Nazi-Sovyet ittifakı gibi, II. Dünya Savaşı’na havlu atan SSCB’nin ancak ABD yardımıyla paçayı kurtarabildiğini hasıraltı etmekle meşgul. Oysa tescilli işbirlikçi Stalin ilk olarak ruh ikizi kadim dost Hitler’e karşı, hiç hazetmediği gayri Rus halkları cepheye sürmüş; kalkan politikasının devamında Kuzey Kafkasya, Kırım, Ahıska, Litvanya, Estonya, Letonya ve Finlandiya ahalisinden 3 milyonu aşkın kitleyi Sibirya’nın soğuk ve sefaletinde ölüme terkederken ‘Almanlarla işbirliği’ ve ‘anti-sovyet faaliyet’le suçlamıştı. ‘Katyn katliamı’nda her biri ensesinden kurşunlanan binlerce Polonyalının akibeti gibi, bunların hikayesi de yıllar sonra öğrenilebildi. Her daim paylaşım masalarının başköşesine oturan Stalin, Hitler sonrası muvakkat ortaklarıyla yeni bölüşüme katıldı. Yalta’da Roosvelt ve Churcill’in onayıyla SSCB’ye ilhak edilen Litvanya, Letonya ve Estonya ile bölüşülen Polonya ‘kurtarılma’nın hazzını bütünüyle ona borçludur. ‘Anlayışlı batı’ sayesinde ‘Nürnberg’lere taşınamayan dosyaların malum ‘zafer’i taçlandırdığı da kuşkusuzdur.
Gelelim bugünlere
26 Aralık 1991’de 22.402.200 km2 yüzölçümü ve 293 milyon nüfusa sahip 15 ‘birlik cumhuriyeti’nden ibaret SSCB 27 Aralık 1991’de 17 milyon 75 bin 400 km2’ye sıkışmış 145 milyonluk RSFSC omurgasına oturdu. G-7 ve uluslararası örgütlerin yardımıyla hayata tutunan omurga patırtılar arasında ‘Rusya Federasyonu’na dönüşüverdi. Stalin’in ‘kurtardığı batı’ 1991 atomizasyonunda olduğu gibi, 1998 yılında hazinesinde 11 milyar dolar rezervle batan Rusya’ya kredi açarak hayat verdi. Şimdilerde ‘velikorus’ hazzı tatmin edercesine, anayasaya montelenen (md.1) ‘Rusya’ ismiyle anılıp, girdiği otokratizm yolunda bunu muhkim kılacak tekilleştirme politikalarını sürdürüyor. Öte yandan ‘avrasyacı’ serenatlarla soslanmış
genişleme hülyasının fiilen erişebildiği son yer, elini hiç çekmediği Kafkasya toprağı. Rusya Çeçenistan’ı takiben uzun tahriklerden sonra, 2008 yazında, ruhunu kaybetmiş ‘de facto’ bağımsızlık iddiasındaki Abhazya ile Moskova peykliği için çırpınan Güney Osetya otonomileri üzerinde ‘protectora’ tesis edebildi. Sözümona ‘tanıma’ kararıyla gerçekleştirilen örtülü istilanın pek uzak olmayan gelecekte ‘ilhak’la sonuçlanması kesine yakın.
Ne var ki, batının hayat öpücüğüyle yaşayabilen Moskova’nın ‘hakikat’ler üzerine şal çekme mahareti, halen zahiri krizlerle kendini belli eden yeni ‘medeniyet’ evresinde işe yarayacağa benzemiyor. Yenilenebilir enerji kaynaklarına dayalı makas değişimi, fosil kaynaklardan nemalanan sınırlı yeteneklere sahip nahif Rusya’yı azgın dalgaların içine çoktan çekti.
Debdebeli çıkışlar, çarpık şantajlar ve SSCB anıları… Rusya selefi SSCB gibi özgürlüklerle sorunu olan bir ülke. Stalin’in zihniyetini ve fiillerini aklamaya çalışan Medvedev’in ‘akıl sürçmesi’ bunun bariz göstergesi. Human Rights Watch, Reporters Without Borders, International Federation Journalists ve Memorial gibi kuruluşların teyid ettiği gibi Kuzey Kafkasya başta, Rusya’nın çeşitli bölgelerinde politik, kültürel ve militer kanallardan yürütülen baskı giderek artış kaydediyor. 1994’ten günümüze ulaşan kanlı savaş boyunca, toplam nüfusunun yüzde 24’üne karşılık gelen 250 bine yakın Çeçen, işgale uğrayan ülkelerinde yaşamını yitirdi. Stalin’den, hatta Çarlıktan miras ‘ananevi politikaların’ kurbanı onbinlerle mülteci dünyaya yayılmış durumda. Panoromayı tamamlayan parçalar, istihbarat servisleri (FSB, GRU, FAPSI, SVR) aracılığıyla içeride ve dışarıda siyaset, basın ve sivil toplum dünyasından isimlerin katledilmesi… Dudayev, Yandarbiyev, Mashadov, Sadulayev gibi önemli politik figürlerin yanında Politovskaya, Yevloyev, Alishayev ve Baburova gibi gazeteciler suikaste kurban gitti. IFJ 1990 sonrasında Rusya’da 292 basın mensubunun öldürüldüğünü veya ‘kaybedildiğini’ kaydetmekte. 1990’da 300 hayatın söndüğü patlamanın FSB’nin eseri olduğunu söyleyen eski ajan Litvinenko Kasım 2006’da ‘radyoaktif silah’la susturulurken, insan hakları savunucusu avukat Markelov Ocak 2009’da sokak ortasında katledildi. Bunlara Rus istihbaratınca kotarıldığına dair güçlü emareler bulunan Nord-Ost ve Beslan gibi provokatif eylemleri eklemek mümkün. Yargısız infazlar, faili meçhuller, kayıplar, siyasi ve sivil örgütlerinin işlevsizleştirilmesiyle vicdanlarda mahkum edilen Moskova AİHM’de ‘Yaşam Hakkı’, ‘İşkence Yasağı’, ‘Özgürlük ve Güvenlik Hakkı’, ‘Etkin Başvuru Hakkı’nı ihlalden ağır tazminat cezalarına çarptırılıyor.
Bunca vahamet ortasında Moskova’nın şaşaalı ‘kahramanlık’ hamaseti uzak yakın gerçeklerin hatırlanmasına vesile oluyor. Beşeriyetin ‘doğruluk’ tasası ‘gerçekçilik’ kaygılarına galebe çalmadığı sürece bu zihniyetin tahripkar virüs gibi dolaşacağına kuşku yok. Ancak uzun tecrübelerden sonra, doğrudan amnezik insan/toplum kurgusuna sahip virüslere direnebilecek güçlü birikime ulaşıldığı da hakikat. Hiç minnet borcumuz olmayan Stalin ve benzerlerinin pratiğimize endirekt katkısı bundan ibaret.
Hülasa, eğer yaşayabilirse, ardıl
Rusya’nın uluslararası camiada ‘bona fide’ olma yolunda sarfedeceği hayli mesafe var. Nihayetinde Moskova için kuvvetli bir ‘de te fabula narratur’ uyarısı olan ‘Vilnius Deklarasyonu’na yapılabilecek en temel itiraz, açık eleştirinin ‘Nazizm ve Stalinizm’ heyulasıyla sınırlanmasıdır. (M. Aydın Turan: Araştırmacı, yazar)
Kaynak: Radikal 18.07.2009
M. Aydın Turan