Abhazya’da turist olmak

Her seferinde Abhazya’nın güzelim turistik bölgelerini gezemeden Türkiye’ye dönmenin acı burukluğu var içimde. Bu kez gazetecilik koşuşturmasının Rıtsa’yı, Novi Afon mağarasını ve manastırı ziyaret etmeme mani olmaması için kararlıyım. Son günüm herkese kapalı, Devlet Başkanı Sergey Bagapş bile olsa kimse için bu turistik günümü feda etmeye niyetim yok.

Akşamdan bizi gezdirecek kişiyi de ayarlıyoruz; Khırbi Şangulya. Üç yıl önce 10 bin dolara satın aldığı 97 model Mitsubishi 4*4 arazi aracıyla bizi gün boyu gezdirecek, son derece beyefendi, son derece aydın bir turist rehberi. Bırakın pazarlığı ne kadara bizi gezdireceğini utana sıkıla soruyoruz; Sadece Benzin parasına diyor. “Olur mu canım” diyoruz ve felekten bir gün çaldığımız bir günlük gezintinin sonunda benzin parasıyla elbette yetinmiyoruz.

Esasen avukat ve iktisatçı. Ama hiç avukatlık yapmamış. Nedeni temiz ve dürüst kalma çabası. Kuşkusuz mahkemelerde rüşvet yedirmeden dava kazanmanın mümkün olmadığı eski Sovyet coğrafyasında Khırbi gibi kendi zihinsel dünyasıyla barışık yaşamak isteyenlerin böylesi tercihlerine sadece saygı duyulur. Özgürce rehberlik yapmak onun için mutluluk yolu: “Bu şekilde yaşamımı kazanmayı seçtim. İnsanları mutlu ediyorum, ben de mutlu oluyorum.”

Saat sekizde Sohum’dan yola çıkacağız. Daha yarım saatim var ve otelin yakınındaki pazarı kol açan ediyorum, Abhazya’ya özgü bir şeyler alabilmek için. Burası Sohum’un batı kesiminde bir semt. Diğer kesimlerine göre daha mütevazi. Birçok bölgeye otobüs ve minibüslerin kalktığı bir yer. Birkaç sokağa yayılmış sabit pazar daha yeni kuruluyor, hızlı turluyorum, gözlerim kurutulmuş meyveler ve isli peynir arıyor. Ama henüz aradığımı bulabileceğim dükkan ya da tezgahlar açılmış değil. Geri dönüyorum. Khırbi son derece dakik, vaktinde geliyor. İlk durak Rusya sınırına doğru giderken Sohum’dan 25 km ötede Novi Afon. Görkemli tarihi manastırın olduğu yüksekliğe tırmanıyoruz, henüz açık değil. Saat 10’u beklemek gerekiyor. Oyalanmak için arka taraftan kestirme bir yoldan aşağıya inip küçük 55 yılında Abhazya’ya gelen ve 107’de ölen Kenanlı Aziz Simon Zealot gömülü olduğu kilise ve yanındaki şelaleyi seyre koyuluyoruz.

Ardından Abhaz krallarının konukladığı ve Araplarla çetin savaşlara sahne olmuş dördüncü yüzyıllardan kalma Anakopia kalesine tırmanıyoruz. Tam da manastıra nazır Anakopia dağının tepesinde. Yolun yarısından sonra araç trafiğine kapalı. Ama kış olması nedeniyle taşlı yolu kesen zincir indirilmiş. Hiç gerek yokken tehlikeli virajlardan tepeye tırmanıyoruz. Khırbi ilk kez araçla geçtiğini söylüyor. Her bir virajı ancak birkaç manevra ile dönebiliyoruz. Bazı virajlarda araçlar geri kayıp uçuruma yuvarlanmasınlar diye kocaman ağaç gövdeleri konulmuş. Bu yolu araçla tırmanmak hakikaten okkalı yürek gerektiriyor. Üstelik yol St.Petersburglu uzmanların 2007’de başlatıp 2009’da bitirdiği kaledeki restorasyon çalışmalarına paralel olarak derli toplu hale getirilmiş. Sonunda sağ-salim 345 metredeki zirvedeyiz, Khırbi ise gururlu! Tepeden Karadeniz sahili enfes gözüküyor, manzara büyülü. Manastır tam soldan karşı yakada. Güneş bulutlar arasından su üzerinde ışık gösterisi yaparcasına yükseliyor. Sularda açıklarda konuşlanmış iki Rus savaş gemisi dışında deniz aracı gözükmüyor. Manzaranın kuzey tarafında Kafkas sıradağları uzanıyor. Tepeleri karlı ve puslu. Khırbi, Trabzon lehçesiyle öğrendiği kıt kanaat Türkçesiyle sıradağlar arasında tepesi fesi andıran dağı işaret edip ‘Adı Osmanlı Fesi’ diyor. Anakopia’nın zirvesine kurulmuş bu kalenin içindeki su kuyusu ise ‘Bunun kaynağı ne ola ki’ dedirttiriyor. Kalenin içerisi bir nevi Hıristiyan mabedi gibi… Dua edilebilen İsa’nın resimleriyle süslü küçük iki bölmede yiyecek, içecek ve mumlar, bir de ziyaretçi defteri var. Kaledeki mimari 437 ve 554 yıllarında Arap işgalleriyle tahrip olmuş. Dağdan inip bu kez manastırın yolunu tutuyoruz. Abhazya’nın işgalinin ardından Rus keşişlerin Aziz Simon’un hatırası için 1874’te yaptırdığı manastır, Abhazya’ya uygulanan ambargo yüzünden yıllarca bakımsızlıktan dökülmüş. Restorasyon çalışmaları ise Rusya yardımıyla yeni başlamış. Dış cephede iskeleler kurulu ama duvar resimleri bir hayli dökülmüş içerde şimdilik bir icraat yok. Birkaç mümin kadın ayakta dua ediyor. Kilise Abhazya’nın Rusya tarafından tanınmasının ardından Eylül 2009’da Gürcistan patriğine rest çekmesiyle gündeme gelmişti. Abhaz Patriği Vissarion Apiliaa, Gürcistan Kilisesi’ne karşı bağımsızlıklarını ilan etmişti. Kilise ziyaretinin ardından Novi Afon mağarasını geçmekti derdimiz. Ama bireysel olarak mağaraya girmek mümkün değil. Ancak grup halinde olursak mağarayı açabilirlermiş. Saat 12.00’de Rusya’dan bir turist kafilesi gelecek ve tek şansımız onlar. Daha 45 dakikamız var, beklemek için sahile inip kuğulu gölün ortasındaki kafede laflıyoruz. Kafede Türk kahvesi ısmarlıyoruz, ama berbat, Sohum’da Agop’un kahvesine rahmet okutuyor. Ama kahve işin bahane tarafında… Khırbi muhalif. Bagapş yönetimine ilişkin bir dizi eleştiri sıralıyor: “Tüm kamu kuruluşlarına akrabalarını yerleştirdi. Raul Hacımba başbakanken bunu yapmadı, daha dürüst davrandı. Bugün Abhazya’da 35 bin iş gücünden 28 bini memur. Ruslar parayı kesince ne olacak? Ülke bütçesini 7 bin kişi besliyor. Bunu artırmaya yönelik gerçek bir proje yok. Bagapş lehine konuşanlar çok çünkü insanlar korkuyor, kimse gerçeği konuşmuyor.”

Khırbi için arkasından gidilebilecek tek önder Vladislav Ardzınba. Khırbi de her Abhaz gibi Ardzınba’nın 1999’daki Tiflis ziyaretinde zehirlendiğine inanıyor: “Ardzınba benim için tek cumhurbaşkanı. Onu Tiflis’te zehirlediler, tıpkı Nestor Lakoba gibi. İsrailli doktorlar Ardzınba’yı muayene ettiklerinde ‘Erkenden müdahale edebilseydik kurtarabilirdik.”

Geri dönüşçüler konusunda yerliler arasında dillendirilmeyen bir yadırgama haleti ruhiyesi olsa da Khırbi bu konuda daha milliyetçi: “Geri dönenler için ayrılan paraların daha akıllıca kullanılması gerekiyor. Dönenleri engellemek değil onlara yardım etmek gerekiyor. 10 yıldır burada yaşayanlara hala ‘dönüşçü’ deniliyor. Abaza Abaza’dır. Gelenlerin önünü açmak için bu bakış açısının terk edilmesi gerekiyor. Gelenler buraya yatırım yapıyorlar, istihdam alanları açıyorlar ve gelmek isteyen insanları da bu şekilde teşvik ediyorlar. Bu insanları desteklemek gerekiyor. İş kurmalarını kolaylaştırmak, iş güvenliği sağlamak gerekiyor yoksa insanları buraya çekemeyiz. Bir de gelenleri vasfına göre yerleştirmek şart. Şehirde uzmanlığından faydalanabileceğimiz insanları alıp köye, çiftçilik yapabilecek kişiyi şehre yerleştiriyoruz.” Khırbi’ye dönenlere ‘Türk’ yada ‘Türkiyeli’ diyen yerli Abhazların yanı sıra diğer halkların da tutumunu, kültürel uyumsuzlukları soruyorum, Khırbi yanıtlıyor:

“Burada Abhazlar elbette Abhazların gelmesi konusunda hem fikir. Tabi ki Ermeniler ve Rusların dönüş hareketinden hoşlanmasını beklemek yersiz. Ama bir problem çıkıyorsa da yerlilerle çıkıyor, onlarla değil. Ama dönüşçülerle yerliler arasında bir husumet asla yok.

Ben Türk ve Türkiyeli denmesinin de bir alışkanlıktan kaynaklandığını düşünüyorum. Bunu bir etiketleme olarak görmüyorum. Ama doğru bir ifade de değil.

Buradaki Abhaz gelenekleri gerçekten Rus ve Gürcü kültüründen etkilendi. Türkiye’dekiler ise geleneklerini daha fazla koruyabildi. Orijinal danslarımızı Türkiye’den gelenlerden öğreniyoruz. Mesela buradakiler çok içki içiyor ve bunu geleneğe dayandırıyorlar ama gelenekte böyle bir şey yok. Gelenlerle dil açısından da bir sorun yok. Dönüşçüler bilmedikleri kelimeler yerine Türkçe, buradakiler de Rusça kelimelere başvuruyor. Mesele dönüşçüler ‘araba’, biz ‘maşine’ diyoruz. Hâlbuki Abhazcada ‘araba’dan ‘atlı araba’ kast ediliyor.” Kuğulu gölde 45 dakika çok bir kahveyle bitiyor, zar zor mağaranın girişinde Rus turist kafilesine yetişiyoruz. Abhazya mağaralarda macera arayanlar için ayrıcalıklı bir yer. Çünkü dünyanın en derin mağarası Krubera burada, Gagra’da. 2004’te 7 ülkeden 56 dağcı Kafkas sıradağları üzerindeki mağaranın girişinden 2080 metre derinliğine yol alıp ‘dünyanın yeni dibi’ne inmişti. Ocak 2007’de Cave-X’den 26 kişilik bir ekip, Krubera’da 2170 metre derinliği görerek yeni bir dünya rekoru kırmıştı. Ağustos 2007’de ise Ukr.S.A. ekibi 2,191 metreye inmeyi başardı. Dünyanın en derin ilk 100 mağarasından 11’i Abhazya’da. Dünyanın ikinci, yedinci ve sekizinci mağarası da yine Abhazya’da. Novi Afon mağarası çok derin değil ama özel dizaynla gezme yolu inşa edildiği için turistik değeri yüksek.

Mağaraya giriş kişi başına 300 ruble, yaklaşık 10 dolar. Demir kapı açılıyor, önce birkaç dakika tren yolculuğu, ardından 1.5 km’lik gezinti başlıyor. Yaşlı bir Abhaz kadın rehberlik yapıyor. Önce adımlayacağımız bölümün ışıklarını yakıp Rusça olarak bilgi veriyor. Geçtiğimiz bölümün ışıklarını söndürüp bir sonraki bölümün şartellerini kaldırıyor. Her şartel başı bilgilendirme molası… Başarılı bir ışıklandırma ile mağaraya egzotik bir hava katılmış. Karanlığı bölen yeşil, kızıl ve mavi ışıklar süzülüyor. Sarkıt ve dikitlerin arkalarına yerleştirilmiş gizli ışık çubukları her birini taştan meşaleye çeviriyor. Mağarada altı büyük oda var. En büyüğü Gruziş Odası, 260m uzunluğunda, 75m genişliğinde ve 50m yüksekliğinde 114 bin 250 metreküplük bir oda. Bunlardan bir tanesi de çıplak sesle konser salonu olarak kullanılıyor. Rehber “İsteyen şarkı söyleyebilir” diyor, ama sesine güvenen çıkmıyor. Bunun yerine kasetten bir parça açıyor. Akustik inanılmaz, hoparlörsüz her köşeye ses yankılanmadan berrak bir şekilde gidiyor. Yolun sonunda sonradan açılmış bir tünel, mağara tadında dizayn edilmiş istasyona varıyor. Çeşitli hayvan figürlerinin fon olarak kullanıldığı lambalarla ışıklandırılmış tünelde yerin derinliklerinden uğuldayan güçlü ses minik trenden geliyor.

Çıkışta vakit geç demeden Ritsa’nın yolunu tutuyoruz. Ritsa Abhazya’nın görülmeden değerinin biçilemeyeceği efsane yerlerinden birisi. Bzıp nehri aşağı akıyor biz yukarı… Ritsa aynı zamanda milli park alanı. Yola kurulmuş barikatta kişi başına 250 ruble kesiliyor. Abhazya’ya en çok geliri getiren bariyer. Yazları en az 1 milyon insan bu kapıdan geçerken her biri 250 ruble veriyor. Bariyer değil darphane. Dimdik yükselen vadiden tırmanıyoruz, kah bulutların arasından geçiyoruz, kah üzerinden… Yükseldikçe manzara yer yer beyaz örtüye bürünüyor. Ilıman Karadeniz iklimi yerini karlı havaya bırakıyor. Yol kenarlarında vadiye yuvarlanmayalım diye yapılmış beton bariyerler ise Alman işi. İkinci Dünya Savaşı’nda Kafkasya’da esir düşen Almanları Ruslar anlaşılan burada da çalıştırmış. Nefes kesen manzara kapılarını tam da zirvede bir göle açıyor; Ritsa, rüyaların gölü. Göl kenarındaki lokanta ve kafeler kapalı. Issızlığı köpek sesleri bozuyor. Uzakta huni şeklindeki çatıda ocağı tüten bir mekân ‘gel’ diyor. Açık olan kapısından içeri kafamızı uzatıyoruz, ortada alevli ateş, etrafında avcılar. Kocaman kütüklerin yalazlandığı ocağın üzerinde tavandan zincirle sarkıtılmış yuvarlak demir ızgara ateşin abanmış. Üzerinde ise kurutulan et ve peynirler… Kafkasya’nın geleneksel ‘isli’ ürünleri, Abhazların aşumget dedikleri böylesine bir düzenekte duman üstü lezzetleniyor. Ahşaptan duvarlar tilkiden ayıya türlüsünden hayvan postlarıyla süslü. Kısa boylu ve geleneksel Abhaz şapkasıyla Boris İsmailoviç tebessümle “Hoş geldiniz” diyor. Mekânın sahibi, usta bir avcı. Köklerinin İran’a dayandığını söylüyor. “Sende tam Abhaz burnu var” diye köklerini yokluyorum, sonunda itiraf ediyor: “Babaannem Abhaz.” Eskiden iyi avcı olduğunu söyleyip ekliyor: “Şimdiki avcılar avın küçüğüne tenezzül etmiyor. Eskiden bizim için avın küçüğü de büyüğü de tanrının nimetiydi, küçük diye üzülmez onunla yetinirdik.” Yanında çalışan Abhaz genç maşayla ateşi karıştırıp harlıyor. Çevresinde güzelce ısınıyoruz…

Karnımız zil çalıyor. Hazırda ‘açeş’ yani peynirli pide var. Ama canımız et de istiyor. Ritsa’dan tutulmuş alabalık önerisine ‘hayır’ demek ne mümkün. Kütük üzerinde duran kapkara tavaya iki alabalık atan Abhaz genci, tavayı ateş üzerinde alevlendirip şovunu da eksik etmiyor. Masayı ise bir kadın hazırlıyor. Dumandan islenmiş tahta masaya kuruluyoruz: Açeş, yanında salata, domates ağırlıklı özel bir sos ve alabalık. Şimdiye kadar yediğim en lezzetli alabalık. Daha 2009 Nisanında Portekiz’de Kültür Bakanlığı’nın davetlisi olarak en iddialı balık lokantalarında gemici usulü ‘tuzlanmış’ balıklar dahil yediğim balıkların esamisi okunmaz Ritsa’nın alabalığının yanında… Çaya sıra gelince tam hayal kırıklığı; Bu güzelim ortamda ne semaver var, ne ateş üzerinde fokurdayan demlik. Gelen çay sallama… Serzenişte bulunuyorum, Boris gülümsüyor… Yüksekliği 3500 metreye varan dağlarla çevrili Ritsa’nın daha ilerisi de var, piknik yeri ve Joseph Stalin’in yaptırdığı daça en fazla merak ettiğim yerler ama hepsini keşfetmek için yazın gelmek gerek… Karda kışta geceye kalmadan sahille buluşmak için oyalanmadan elveda diyoruz Ritsa’ya… Yolun yarısında karanlık çöküyor.
….
Abhazya eve kapanmadan sokaklarında kareleyeceğim birkaç insan bulurum umuduyla kafeden erken çıkıp sahilin yolunu tutuyorum. Saat sekizi devireli çok olmamış ama dükkânlar çoktan kapanmış, sokaklarda tek tük insan var. 1992-1993 savaşından beri metruk binalar gündüzleri güzellikleriyle harabe taraflarını gizleseler de geceleri ışıksız olunca ürkütücü kisveye bürünüyor. Gerçi sokak lambaları heybetli ağaçların arasından süzülüyor ama yeterli değil. Ağaçlar sanki ışığı yutuyor. Kimi sokaklarsa hakikaten karanlık, direkler ışık saçmıyor. Elektriksizlikten değil. Abhazya elektrik zengini, İngur santralinde üretilenin elektriğin yüzde 20’ini Soçi’ye yani Rusya’ya parayla satıyor. Yüzde 40’ıını Gürcistan’a veriyor, üstelik bedava. Geri kalanı da kendine fazlasıyla yetiyor. Ayrıca tüketim olmadığından beş tane atıl duran hidroelektrik santrali var. Sahile vardığımızda kullanılmayan büyük bir iskelenin yarısına kadar yürüyüp ışıklarla gerdanı andıran Sohum sahilinden birkaç kare alıyoruz. Yürüme parkuru bomboş. Kum üzerinde Türk kahvesi pişiren Agop’un yeri çoktan kapanmış. Rastladıklarım bir polis, bir lokantadan çıkan son birkaç müşteri, gecenin efendileri yani köpekler ve tabi aynı sahilden otele saptığımız aynı dönemeçte özgür atlar, kimsesiz. Ahenkle ve dostça yürüyorlar… Kafası atmış bir delikanlı durup sigara istiyor; her yer kapalı, bulamamış bir türlü. Tiryaki olmak zor. Ermeni’ymiş. Bu gecede muhabbet ağımıza düşen tek adam, fırsat bu ya “Bu atlar neyin nesi” diye soruyorum, okkalı bir küfür sallayıp hükmü veriyor: “Başıboş bunlar, vuracaksın hepsini.” Son zamanlarda bu atları toplayıp Rus kentlerinde mezbahalara satanlar da türemiş. Abhaz kültüründe ise atın yeri büyük. Hayri Kutarba’ya göre Abhazcada ‘banyo yapmak’ kelimesi ‘atı yıkamak’ anlamına da geliyor. ‘Atta insan kanı var’ sözü bu toplumun hafızasındaki özel yerine işaret ediyor. Issız gecede yürüyüş eski Inturist’in, yeni adıyla İnter Sohum Oteli’nin önünde son buluyor.

Fehim Taştekin