Mayıs ayı, sürgün ayı
İnsanlık tarihi boyunca galiplerin mağluplara uyguladıkları en acımasız cezalandırma yollarından birisi “sürgün”dür. Fakat sürgün kâğıtlar üzerinde istatistiksel değerler ve sayı kalabalıkları değildir.
Sürgün, trajedinin doğrudan doğruya, somutlaşmış bir heykelidir.
Sürgün, bir halkı yüzlerce binlerce yıl nesilden nesle üzerinde yaşadığı ve doğup büyüdüğü topraklardan kökleriyle birlikte söküp almaktır.
Sürgün, ardında dedelerinin mezar taşlarını, maddi ve manevi mirası ardında bırakmak, genetik hafızanın üzerinde yeşerdiği topraklardan hoyratça koparılmak demektir.
Sürgün, bir halkın sürgün yolunda nüfusunun yarısını kaybetmesidir.
Sürgün, ailelerin parçalanması, akrabalık bağlarının bir daha kurulamayacak şekilde iki ayrı coğrafya üzerine savrulmasıdır.
Sürgün, kendi topraklarında zayıfladığın, nüfusça yetersiz kaldığın, organize olamadığın, savunma gücünün yetmediği ve birbirine düştüğün gün sana yaşatılan yazgıdır.
Sürgün, vicdan ve ahlakı olmayan galiplerin küçük ve mazlum halklara yaşattığı zorbalıktır.
Sürgün, Mayıs ayı demektir.
Sürgün, 21 Mayıs 1864’de Kuzey Kafkasya’dan 200 yıllık savaşların sonunda Rus Çarlığının zoruyla çıkartılan 1,5 milyon Kuzey Kafkasyalı’nın dramıdır.
Sürgün, 1944 Mayıs’ında Stalin’in arkada tek bir kişi kalmayacak şekilde yük ve hayvan vagonlarına doldurarak Sibirya ve Orta Asya steplerine sürdüğü bebek, çoluk-çocuk, kadın, yaşlı Kırım Tatarlarıdır.
Sürgün, yine 1944 yılında Karaçay-Balkarlılar’ın, Ahıska Türklerinin ve Çeçen-İnguş halklarının yine arkasında bir tek aile bırakmayacak şekilde topraklarından kazınarak Asya steplerine ve Sibirya’ya gönderilmesidir.
Kırım Tatarlarına Almanlar’la işbirliği yaptıkları ithamıyla, yaşadıkları topraklardan 7000 km. öteye süren Stalin, bu toplu cezalandırmayı en acımasız şekliyle yürütürken grup, kitle, halk ve milletleri “potansiyel suçlular” olarak değerlendirerek bir “insanlık suçu” ve en ağır hukuk ihlalini işliyordu. “Suç ve cezanın şahsiliği ilkesi” bir cezanın ancak o suçu işleyene kişiye uygulanabileceğini öngörür. Kitlenin cezalandırması ve sürgün, soykırıma eş değer bir yöntem olarak görülür.
Burada önemli bir noktaya dikkat çekilmeli:
Sürgün üzerinden, herkes sadece kendi bildiği ve bağlarının olduğu tek bir dram üzerinden sosyal medyada mücadele vermeye çalışıyor. Resmin bütününü görmek ise çoğu insan için hiç de kolay değil. 18 Mayıs Kırım Tatar Sürgünü ve 21 Mayıs Kafkas Sürgünü aralarındaki 90 yıllık farka ve rejim değişikliğine rağmen Rus çıkarlarını koruma adına ve Rus bakış açısıyla “vahşi” ve “gayrı medeni” görülen halklara yaşatılmış aynı aklın devamı niteliğindeki trajedilerdir.
Saydığımız sürgünlerle Rus Çarlığı ve 90 yıl sonra aynı mantıkla Sovyet Rusya hükümeti, kendi milli politikalarına göre can alıcı stratejik adımlar atıyordu. Yaşatılan hiçbir sürgün tesadüfi veya plansız değil idi. Toplam 90 yıllık periyodda Türkiye’ye komşu olan ve tarihi bağları güçlü olan bütün bölgeler birer birer boşaltılıyordu.
Kırım Tatarlarının 1768-1774 Osmanlı-Rus Savaşı sonunda ve ayrıca 1792 yılında Osmanlı topraklarına tehciri,
Kırım Tatarlarının bir kısmının daha 1856 yılında Kırım Savaşı sonrasında Rus, İngiliz, Fransa ve Osmanlı devletlerinin imzaladığı Paris Antlaşması’yla cephedeki zafere rağmen göçe zorlanması,
Kırım Tatarlarının ayrıca 1860-1863, 1874-1875, 1891 ve 1902’de yaşadıkları göçler,
1856’dan itibaren Çeçen, Oset, Dağıstan, Gürcülerden bir kısmının Türkiye’ye baskıyla veya kısmen gönüllü olarak gerçekleştirdikleri göç,
1876-77 Osmanlı-Rus Savaşı sonunda Revan Hanlığındaki (bugünkü Ermenistan’da) yaşayan Azerbaycan Türklerinin bir kısmının Anadolu’ya zorla tehciri,
21 Mayıs 1864, Kuzey Kafkasya’dan 1,5 milyon Adıge ve Abhaz’ın sürgünü
18 Mayıs 1944’te Türkiye’ye göç etmemiş olan son Kırım Tatarlarının Asya içlerine sürgünü.
1829’da Mora yarımadasında hâkimiyetin el değiştirmesiyle başlayarak 1992-1996 Bosna-Hersek Savaşı’na kadar devam eden süreçte Balkan Müslümanlarının yaşadığı sayısız trajik göç ortak bir aklın ürünüdür.
Bütün bu sürgün hareketleriyle, Anadolu’nun çevresi boşaltılmış; Türkler ile onlara akraba veya yakın halkların toprakları önce insansızlaştırılmış, daha sonra yerlerine, Rus, Kozak, Ukrayin, Alman, Sırp, Ermeni vd. halklarından insanlar, bazen zorla bazen de gönüllü olarak politikalarıyla devam etmiştir.
Bütün bu saydıklarımız dünya sürgün tarihinin sadece bir parçasını oluşturuyor.
Nebukadnezar’ın Mezopotamya’dan sürdüğü İbrani halkı bugün diğer bir halka, Filistinliler’e yetmiş yıldır büyük acılar ve sürgünler yaşatıyor. Filistinliler’in büyük çoğunluğu komşu ülkelerde yaşıyorlar. Almanya’da Nazi zulmüne maruz kalıp öldürülen ve sürülen bu halk, diğer halkların sürgünlerini sadece uzaktan izlemekle kalmıyor, öğrendiklerini komşularına uyguluyor. Anlaşılan o ki mağdur ve mazlum olmak, insanların ve toplumların bir kısmının vicdanını ve insafını geliştiremiyor. (İbrani halkından insaf ve vicdan sahibi olan azınlığı tenzih ederek)
Suriye’de olan biten, 12 milyon insanın yerinden yurdundan sökülmesini ancak insanlığını yitirmeyen ve empati kurabilen kişilerce tam olarak hissedilebilir.
Bizim kültürümüz ve inancımız, yeryüzünde ırkı, kimliği, adı, dini ve duruşu ne olursa olsun kitlelerin cezalandırılmasını yasaklar. İnancımıza göre suç ve ceza şahsidir. (İsra Suresi:15) kişinin anne ve babasına veya çocuklarına bile yüklenemez.
Hiçbir milletin topluca yok edilmesi yurtlarından sürülmesi, cezalandırılması kabul edilemez.
Ancak sürgünlerden çıkarılması gereken bir ders ağıt yakmak ve hayıflanıp bir sonraki sürgün yıldönümünü beklemek değil.
Zayıf düşen milletler, güçlü, planlı ve daha üretken olanların sömürüsüne açık halde kaldığından zayıf düşmemek için tarihten ders çıkartarak gereken rasyonel yollara sarılmalıyız.