Abdullah Temizkan ile Kafkasya araştırmaları üzerine söyleşi

Türkiye’de Kafkasya araştırmaları konusunda uzman sayısı oldukça kısıtlı. Bireysel çabalarla alan üzerine yoğunlaşan insanlar ne yazık ki fazla destek görmüyor. Böyle olunca Kafkas kökenli araştırmacılar birçok problemle boğuşup kendilerine kariyer inşa ediyorlar. Sistematik gitmeyen bu süreç sonucunda Kafkasya araştırmaları gelişmiyor ve bunun en basit sonuçlarıysa, bölgeye dönük ilgisizlik ve doğru düzgün politikalar üretememe olarak karşımıza çıkıyor.

Abdullah Temizkan hoca bütün bu zorlukları yaşayan ve bugünkü konumunu tırnaklarıyla kazıya kazıya inşa etmiş bir isim. Onunla birkaç defa sohbet edip üstüne kitaplarını okuduğum zaman bir söyleşi yapma fikri doğru. Sağ olsun hoca kabul etti ve onun Kafkasya üzerine yazdığı tezleri, Kafkasya üzerine çalışmanın zorluklarını, Kafkasya çalışmalarında seyahatnamelerin önemine, İslam’ın bölgedeki etkilerine, Kafkasya’daki direnişin ortaya çıkışına, bölgedeki Osmanlı ve Türk etkilerine, Kafkasya çalışmalarının durumuna ve diğer birçok konuya değindiğimiz nitelikli bir söyleşi ortaya çıktı. İlgililere sunulur.

Kafkasya üzerine çalışmaya nasıl karar verdiniz?

Kafkasya üzerine çalışmak benim isteyerek aldığım bir karar olmadı. Şartlar beni oraya sürükledi desem yanlış olmaz. Aslında ben kültür tarihi ve sosyal tarih konularına kendimi daha yakın buluyordum. Üstelik sosyoloji ve felsefe gibi disiplinlere de ilgim vardı. Okumalarım ilgi alanlarıma uygun olarak çeşitlilik arz ediyordu. Bu okumalar içinde Kafkasya’nın, yüksek lisans tez konum kesinleşene kadar, hiç de öncelikli bir yeri olmadı. Çalışmak istediğim konuyu, o zamanki hocalarım çalıştırmak istemeyince, benim Karaçaylı olduğumu bilen bir hocamın teklifiyle, Karaçay-Malkar Türklerinin Stalin döneminde sürgünü konusunu çalışmaya karar verdik.

1995 yılında sınırlı kaynaklarla böyle bir konuyu çalıştım. Kısmen siyasi olmakla birlikte süreç olarak aslında tam bir sosyal tarih konusu idi. Doğrusu biraz da işime geldi. O zamana kadar Kafkasya’dan Anadolu’ya göç edilmesine dair kulaktan dolma bilgilerin dışında dişe dokunur bir şey okumamıştım. Kafkasya’ya dair bir yüksek lisans tez konusu vesilesiyle bu alanla ilgili okumalar yapmaya başlamış oldum. Aslında doktorada da benzer bir durumla karşılaştım. Yüksek lisansta Kafkasya çalışmış olmama rağmen aklım ve gönlüm hala sosyal tarih konularındaydı ve o konulara dair okumalara hiç ara vermemiştim.

Üniversite birinci sınıftayken Annales ekolünün önde gelen ismi Fernand Braudel’in “Tarih Üzerine Yazılar” isimli eserini okuduktan sonra sosyal tarih metinlerine olan ilgim daha da arttı. Akdeniz ve Akdeniz Dünyasını okumak üç yılımı aldı desem yalan olmaz. Aynı ekolden gelen Ömer Lütfi Barkan’ın bazı metinleri bu isteğimi daha da körükledi. Doktora ders döneminde Musa Çadırcı, Yücel Özkaya gibi idare tarihi yanında kent tarihi ve sosyal tarih konuları çalışan hocaların da bu alanda çalışma arzumu artırdığını söyleyebilirim. Yine ders döneminde tek dönem de olsa Bilkent Üniversitesi’nde Halil İnalcık hocadan aldığım ders bu alanın ne kadar derin ve zengin olduğunu gösterdi. Artık kararımı vermiştim, sosyal tarih çalışacaktım. Ancak benden beklendiği gibi Osmanlı tarihi değil, bu kapsamın dışında bir alanda çalışmak istiyordum.

Doktora dersleri aldığım dönemde yapmış olduğum Max Weber okumaları, bilhassa Weber’in “Protestan Ahlâkı ve Kapitalizm” adlı eseri, ilgimi belki de farkında olmayarak başka bir alana doğru çekti. Doğrusu daha önceden Cedidizm ile ilgili metinler okumuştum, fırsat buldukça Cedidizm hareketinin ileri gelenlerinin metinlerini okumaya devam ediyordum. İşte bu okumalar benim zihnimde şöyle bir sorunun oluşmasına yol açtı: Çarlık rejimi altında İdil-Ural ve Uluğ Türkistan’da bir ağ kuracak kadar etkili olan Kazan Tatar burjuvazisi nasıl oluştu? Bu sorunun cevabını bulmak istiyordum. Bu nedenle tekrar bu alana ilişkin kaynakları toplamaya ve okumaya başladım. 1997-1998 yıllarında DTCF’nin kendi kütüphanesi, TTK kütüphanesi, Bilkent Üniversitesi’nin kütüphanesi gibi kurumlarda bu alanla ilgili ne varsa bulup okumaya başlamıştım. Ancak tez danışmanım Türkiye’nin önde gelen Osmanlı İdare tarihi ve kent tarihi uzmanlarından biriydi ve haklı olarak benim de idare tarihi çalışmam beklentisi içindeydi. Bana tez konusu olarak seraskerlik makamını çalışmamı önerdi. Bense ona Kazan-Tatar burjuvazisinin oluşumunu çalışmak istediğimi söyledim. Bu konuyu çalışmak için her şeyden önce Rusça bilmek gerekiyordu. Hocam bu dili bilmediği için bana yardımcı olamamaktan endişe ediyordu. Yaklaşık iki dönem bana bu konuyu çalıştıracak hoca aramakla geçti. Başka hocalara bana bu konuyu çalıştırıp çalıştıramayacaklarını sorduğumda, danışmanlığı başka bir hocanın üzerinde olan bir öğrencinin danışmanlığını devralmakta tereddüt ediyorlardı. Bir yılın sonunda DTCF’de bu konuyu çalışamayacağımı anladım.

Daralan zamanımı da iyi kullanmak adına en azından yazılıp çizilenlerden yüksek lisans tezim nedeniyle haberdar olduğum Kafkasya’ya dönüş yaptım. Peki ama burada ne çalışacaktım? Kendi okumalarım konuyu belirlememde kafamın netleşmesine yeterli olmuyordu. Konuyu belirleyip netleştirmek için alanı bilen uzman birinin yardımına şiddetle ihtiyacım vardı. Tam bu sırada imdadıma Bilkent Üniversitesi’nin saygın hocalarından Hakan Kırımlı yetişti. Ziyaretine gittiğim bir gün biraz müzakere ettikten sonra Rusça öğrenmek ve kaynak tedarik etmek için Rusya’ya gitmek koşuluyla, Kırım’ın kaybı sonrası Osmanlı Devleti’nin Kafkasya’ya yoğun ilgi duyduğu dönemi çalışmamı önerdi. Benim de kafama yattı ve hemen Rusça derslerine başladım. İlk derslerime DTCF’deki Rus Dili ve Edebiyatı Bölümü’nün birinci sınıf öğrencileriyle birlikte temel Rusça dersi ile başladım. Daha sonra özel dersler de aldım. Bir taraftan da danışmanımı bu konuyu çalışmaya nasıl ikna edeceğimi düşünüyordum. Öncelikle bu konuyu çalışabilmek için Osmanlı arşivinde yeterince belge olduğunu ortaya koymam gerekiyordu. Bunun için İstanbul’a gittim, iki hafta boyunca arşivde çalışarak bu belgeleri tespit ettim. Akabinde TTK kütüphanesi ve Bilkent Kütüphanesi’nde ciddi bir literatür taraması yaptım. Bu hazırlıkların ardından hiç danışmanıma bahsetmeden bir tez önerisi hazırladım. Hocam tez önerisini dikkatle inceledi, belgeleri alıp almadığımı, Rusçamın ne aşamada olduğunu sordu ve Kafkasya’nın çok karmaşık bir bölge olduğu hususunda beni uyardı. Ben bunu aşabileceğimi, Rusya’ya da gideceğimi ve aile köklerimin de Kafkasya’da olduğunu belirtince, istemeyerek de olsa kabul etti. Ancak ben bu tezin yol haritasını belirlerken, hangi Rusça kaynakları kullanmam gerektiği gibi konularda danışmanım Musa Çadırcı’dan daha çok Hakan Kırımlı’dan istifade ettim. Her iki hoca da çıktığım bu yolda ilerlememi kolaylaştırarak beni cesaretlendirdiler. Böylece bu kitabın tohumu olan “Kuzey Kafkasya’da Osmanlı-Rus Mücadelesi (1780-1812)” konusunu belirleyerek çalışmaya başladım.

Kafkas tarihi üzerine çalışırken karşılaştığınız zorluklar nelerdi?

Hiç şüphesiz doktora tezi yazmak bir süreçtir ve bu süreç çok sayıda zorluklar içerir. Benim yaşadığım zorlukların en başında finansman zorluğu gelmektedir. Bazı hocalarım akademisyenliğin bir aristokrat mesleği olduğunu söylediklerinde bunu duymaktan hiç hoşlanmazdım. Çünkü bu mesleği istiyordum ancak aristokrat bir aileden de gelmiyordum. Aynı hocalar bu işi yapmanın ikinci bir yolu olduğunu, bunun da bu işi tutku derecesinde severek sürekli zamandan, eğlenceden ve sosyal hayattan fedakârlık ederek çalışmak olduğunu söylerlerdi.  Bunu yapabileceğimi hissediyor ve kendimi buna hazırlıyordum. Ülke ekonomisinin diplere vurduğu bir dönemde Ankara’da kira, iaşe, kitap, süreli yayın, arşive gittiğimde konaklama ve yeme içme gibi kalemleri karşılayacak bir maddi güce sahip olmamak beni çok zorladı. Almış olduğumuz asistan maaşı tüm bunları karşılamaya yetmiyordu. Tez çalışmasına başladıktan bir sene kadar sonra özellikle arşiv, yol ve konaklama gibi masraflarımı karşılayacak bir burs bulmuş olmak benim için büyük bir şans olmuştur. Bu konuda çok kıymetli hemşerimiz Hürriyet Ersoy hanım ile eski Kültür Bakanımız Sayın Namık Kemal Zeybek’in katkıları bir süre için bu kaygılarımı hafifletmiştir.

Bir diğer zorluk ise zamanı doğru kullanma becerisini gösterememektir. Doktora tezi yazma eylemi, sınırlı bir süre içinde gerçekleştirilmesi gereken bir mükellefiyettir ve bu sürenin çok iyi planlanması gerekir. Bizim çocukluktan itibaren ajanda kullanma alışkanlığımızın olmaması, metropolde yaşarken hala Ahmet Haşim’in meşhur Müslüman saatini kullanmaya devam ediyor oluşumuz, elimizdeki zamanı verimli kullanmamızı engelledi. Bu beceriksizlik başka sorunlara da kapı aralamıştır. Kitap okuma listenizi oluştururken beslendiğiniz yelpaze genişse bu sizin belli bir konuya odaklanmanızı zorlaştırabilir. Söz gelimi roman okumayı seviyor ancak bu sırada da doktora tezi yazıyorsanız, roman okumak için ayırdığınız zamanı tez yazmak için kullanmanız gereken zamandan çalmanız icap eder. Zaten bunu yaptığınızda içinizde bir suçluluk duygusunun oluştuğunu hisseder ve rahatsız olursunuz. Ben bir kitaba başladım mı sevmesem bile inatla o kitabı sonuna kadar okumak isterim. Söz konusu okuma isteği, tez çalışmam için okumalar yaparken tez konusu hakkında bilgi dağarcığımı derinleştirmek için son derece gerekli bir eylemdi. Ancak ne kadar çok detaya inersem o detaylara ilişkin merakım daha fazla arttı ve benim okuma şehveti dediğim bir durum ortaya çıktı. Elime aldığım bir kitabın çok cüzi bir kısmı tezimle ilgili olsa bile sırf merak ettiğim için ya da entelektüel bir dürtü olan daha çok bilme arzusu ile o kitabı sonuna kadar okumak istedim. İşte bu, benim tezimi yazmak için kullanacağım zamanı, tali meseleler için harcadığım gibi bir görüntüyü ortaya çıkartmıştır. Bunun zamanı eğip büken, hatta içine çeken bir kara deliğe dönüştüğünü fark ettiğimde tezimi bitirmem için uzatmalarla birlikte üç dönemim kaldığını fark ettim ve ben hala giriş kısmı dışında iki satır yazmamıştım. Bütün bunlar olup biterken gözüm sürekli yeni çıkan yayınlara, yeni gelen filmlere kayıyordu. İçimdeki suçluluk duygusu çoğu zaman beni frenlese de okuyamayacağım halde kitap almaya devam ediyordum. Daha sonra aldığım kitapları kütüphanemde gördükçe tarifsiz bir kızgınlık hissediyordum. Arkadaşlarımla zaman geçirmek çok önemli bir ihtiyaç olmakla birlikte, doktora tezi yazmak yavaş yavaş beni yakın çevremden de kopartarak izole etti. Okulda ya da evde sürekli ekran karşısında bir şeyler yazmak zorunda olmak, hem ruh hem de beden sağlığımı olumsuz etkiledi. Geçmeyen sırt ağrıları, boyun tutulmaları, diz sıvılarındaki azalmalar, kas erimeleri gibi bir kısmını ancak tezi bitirdiğinizde fark edebildiğiniz arızalar ve kalıcı izler bıraktı.

Türk üniversitelerinin doktora tez yazım sürecinde öğrencinin, aynı alanda kariyer sahibi akademisyen hocalardan oluşan Tez İzleme Komitesine, altı ayda bir rapor sunması gerekir. Buna öğrenciler kısaca TİK Raporu derler. Bu uygulama çok yanlış anlaşılarak genellikle öğrencinin tez danışmanı ile olan iletişimini de aynı takvime bağlar. Bir de doktora yaptığınız üniversite eski gelenekten geliyorsa burada hoca öğrenci ilişkiler dikey bir seyirde işlediği için öğrenciler hocalarla iletişim kurmakta zorlanırlar. Yani altı ayda bir tez izleme komitesi toplanmadan hemen önce danışmanla görüşmek gibi bir durum ortaya çıkar ki bu çok yetersiz bir iletişim şeklidir. Çünkü tez, canlı bir organizma gibidir, bazı şeylere sıcağı sıcağına müdahale edilmezse sonradan düzeltilmesi çok zor olabilir. Bu tür iletişim zorluklarını ben de yaşadım. Ancak bunun suçu tamamen okulun ve sürdürdüğü geleneğin değil, aynı zamanda bizim yetişme tarzımızdan kaynaklanan çekingenliğin de payı olduğunu düşünüyorum.

Yaşadığım en önemli zorluklardan biri Rusya Federasyonu’nun verdiği bir bursu kazanmış olmama rağmen Sosyal Bilimler Enstitüsü’nün bürokratik yavaşlığından kaynaklanan bir ihmal ile bu bursu kullanamamış olmamdır. Bunun moral bozukluğunu atlatamadan askere gitmek zorunda kaldım. Tam tez yazım ameliyesinin ortasındayken yaşımın 33 olması nedeniyle askerliğini yasal olarak tecil ettiremedim ve askere gitmek zorunda kaldım. Zaten zamanı iyi kullanamadığım için sıkıntılı bir sürecin içindeydim üstüne bir de apar topar askere gitmek zorunda kaldım. Gerçi askerliğin ilk ayını çıkartırsak sonrası hiç kimsenin tahmin edemeyeceği mucizelerle benim bütün sıkıntılarımı giderdi ama bunu henüz bilmiyordum. Komutanlarımın olumlu yaklaşımı ile yazıcı olarak görev yaptığım ofiste tez için hazırladığım fişleri getirterek tezimi yazabildim. Askerlik dönüşünde tezin omurgasını oluşturan metinleri danışmanımın önüne koyduğumda gözlerine inanamadı ve “Sen askerde değil miydin bunları ne ara yazdın?” dedi. Askerlik dönüşü tekrar Rusya bursuna müracaat ettim, bursu tekrar kazanarak Rusya’ya gittim. Rusya’da bulunduğum sürede kayıt dondurduğum için askerdeki beş ayın üzerine on aylık bir süreyi de buradan kazanarak ciddi mesafe kat ettim. Böylece içine yuvarlandığım kaos bir anda benim için bir kozmosa dönüştü ve tezimi Rusya dönüşü üç dört aylık titiz bir çalışma ile tamamlamış oldum. Tamamladım ama şunu da belirtmeliyim ki mükemmel tez yoktur ve benim tezimde de eksiklikler vardı. Kitaplaştırmadan önce onları da telafi etmeye gayret ettim. Rus kroniklerinden o zaman ulaşamadıklarımı edinerek çalışmamı geliştirip, zenginleştirdim. Bu süreçte tez orijinal halinin çok ötesine geçti. Her şeyden önce hacim olarak tam iki katına çıktı.

Bir diğer önemli zorluk ise, tezimde kullanacağım kimi kaynaklara ulaşmakta yaşadığım sıkıntıdır. Rusya bursum kesinleşmeden önce AKAK serisine ulaşma çabalarım oldu ancak Türkiye’de kimsenin elinde yoktu. O dönem bugünkü gibi internet ve dijital teknolojiler gelişmediği için PDF formatında internetten indirilen kaynakların bolluğu söz konusu değildi. Sağ olsun burada da hakkını asla ödeyemeyeceğim Hakan Kırımlı hocanın girişimleriyle sanırım ABD’nin Kongre Kütüphanesi’nden AKAK’ların mikrofilmleri Bilkent Üniversitesi’nin Kütüphanesine gelmiş. Hoca bu müjdeyi verince hemen taramalara başlayarak tezim için gerekli fotokopileri aldım. Bunun dışında günümüzdeki gibi veritabanlarının dijital ortamda taranması söz konusu olmadığından bütün bu taramaları manuel olarak yapmak durumundaydım. Asıl iş belgeleri aldıktan sonra başladı. Gerek Osmanlı arşivinden aldığım belgelerin gerekse AKAK’dan mikrofilmini aldığım belgelerin okunup fişlenmesi gerekiyordu. Bunun da çok yıpratıcı bir süreç olmakla birlikte tez konusunda derinleşmenin sağlandığı bir aşama olduğunu belirtmeliyim. Türk Tarih Kurumunun yabancı dergi koleksiyonları bazı önemli makalelere ulaşmada çok yardımcı oldu.

Rusya’daki kaynak toplama çalışmalarımız da maliyetli oldu. Çünkü kütüphanelerde ve müzelerde fotoğraf çekmeye izin verilmiyordu. Dolayısı ile ihtiyaç duyduğunuz her kitabın fotokopisini çektirmek zorunda kalıyorduk. Üstelik kitapların tamamının fotokopisinin çekilmesine de izin verilmiyordu. Fotoğraf çekmek için izin almak gerekiyor, ancak izin istediğinizde de genellikle reddediliyordu. Fotokopicilerle aranızı iyi tuttuğunuzda bazı engelleri aşmak daha kolay olabiliyordu. Bir süre sonra fotokopi masrafı o kadar artıyordu ki, hangi eserin hangi sayfalarının fotokopisini çekeceğinizi çok titiz bir şekilde belirlemeniz gerekiyordu. Rusya’da işler bir yerde tıkandığında bunu aşmak için çok bilinen geleneksel bir yöntem vardır ve bu da az maliyetli değildir. İmkânlarım ölçüsünde bu yolu da kullanmak zorunda kaldım. Allah affetsin.

Çalışmalarınızda Kafkasya’ya ziyarette bulunan seyyah ve gözlemcilerin notlarına önem verdiğiniz görülüyor. Bunun nedenlerini açar mısınız?

Bizim tarihçiliğimizde belgeye çok fazla önem verilir. Tarihi hakikatlerin sadece orada olduğuna inanan tarihçilerimiz çoktur. Oysa resmi belgeler de yanıltıcı olabilir. Ayrıca bu belgeler o zamanda meydana gelen olaylara dair bazı hakikatleri sunarken bir kısmını ise sunmuyor olabilir. Daha çok devleti ilgilendiren konuları, para hareketlerini, büyük nüfus hareketlerine dair kayıtları, savaşları, barışları konu edinebilir. Ancak bu belgeler o olayların içinde yaşayan, ya da devletlerin kışkırtıp başrolünü oynadıkları olaylardan etkilenen insanların hayatına dair öyle çok da ayrıntılı bilgiler içermeyebilir. Ya da varsa bile yetersiz olabilir. Üstelik bu dönem belgelerini kaleme alanlar devletin resmi memurları oldukları için gerçekleri devlet lehine tahrif de etmiş olabilirler. Bu nedenle arşiv belgesi de olsa mümkün mertebe bu belgelerin verdiği bilgileri başka bilgi kaynaklarında verilen bilgilerle mukayese etmek ve sebep sonuç ilişkilerini sorgulamak gerekir. Sosyal tarihe, insanların gündelik yaşamına, zamanı kullanma biçimlerine, kendi aralarında örgütlenme biçimlerine, ahlak sistemlerine ilgi duyan biri olarak bu bilgileri arşiv belgelerinde bulamayınca bir arayış içine girmem gerekti. Ortaçağ tarihçileri kilise kayıtlarını, coğrafya kitaplarını didik didik ederek buralardan çok kıymetli bilgiler devşirirler. Biz yakınçağ tarihçileri bu bakımdan diğer devirleri çalışan meslektaşlarımıza göre çok daha şanslıyız. Çünkü 19. yüzyılda buharlı makinaların icadı, buharlı gemiler ve trenler vasıtasıyla uzun mesafeleri daha ucuz, güvenli ve konforlu kat etme imkânı sunmuştur. Bunlar seyahat yapanların sayısında bir patlamaya yol açmıştır. Doğal olarak seyahatnamelerin de sayısı artmıştır. Bu eserler seyyahın gittiği yörelerde halkın gündelik hayatını, kullandığı eşyaları, konuştuğu dili, inancı, örgütlenme biçimini ve buna benzer birçok ayrıntıyı kaydettiğini, hatta resimlerini çizdiğini, gittikleri güzergâhı haritalar üzerinde işaretlediklerini görebiliyoruz. Benim tezimin başlığı alışıldık bir devletlerarası meseleye odaklanmış gibi gözükse de fillerin tepiştiği çayırdaki otların da önemli olduğunu düşünerek, bu seyahatnamelerden ve bilimsel keşif raporlarından faydalanarak çalışmamı daha renkli bir hale getirmek istedim. Yani Kafkasya’da kıyasıya bir rekabete giren Osmanlı Devleti ile Rus Çarlığının mücadelelerine sahne olan Kafkasya’nın yerli halkı bu çatışmalardan nasıl etkilendi? Ya da soruyu tersinden soracak olursak, “Bu mücadeleye nasıl etki etti?” Savaşın yıkıcılığı bu kadim coğrafyanın hayat tarzında ne gibi değişikliklere yol açtı? Bu soruların cevaplarını resmi belgelerde de aradık ama orada bulamadığımız bazı değerli bilgileri seyahatnamelerde ve kroniklerde bulduk. Seyahatnameler dikkatli kullanıldığında çok önemli bilgiler verebilir.

“Araftaki Kafkasya” isimli eserinizde tarihten günümüze Kafkasya ve bölge insanın kendine has özelliklerini belirtiyorsunuz. Direnişte bu etkenler baskın mıydı?

Braudel, “Akdeniz ve Akdeniz Dünyası” isimli eserinde bir Akdeniz insanından bahseder. Akdeniz’in bir havza olması deniz ticareti ve limanlar vasıtasıyla kültürel alışverişin de yapılıyor olmasının binlerce yılın sonunda bütün Akdeniz havzasında ortak bir insan tipini ortaya çıkardığını söyler. Nasıldır bu insan? Ticaret zekâsı olan, girişken, sıcakkanlı, hoş sohbet ve eğlenmeyi seven bir insan tipi. Kafkasya da 1.200 km. uzunluğunda bir dağ silsilesi ve bu sıradağlar üzerinde ve etrafında yaşayan insanlara zorlu bir hayat tarzını dayatarak orada yaşayan toplumları uzun süreçler içinde şekillendirmiştir. Sarp ve engebeli arazi, sürekli değişen hava şartları, sert kış mevsimi, toprağın verimsizliği, etraftaki büyük güçlerin baskıları nedeniyle saldırılara karşı sürekli tetikte olma zorunluluğu da bir Kafkas insan tipi oluşturmuştur. Çabuk sinirlenen, sert, inatçı, azimli, iyi binici, savaşçı, aile ve akrabalık ilişkilerine aşırı önem veren, konuksever ve töreli bir insan tipi ve bunlardan oluşan bir Kafkas toplumu yarattı.

Kuzey Kafkasya’da etnik sınırların netliği, içinde yaşadıkları kabileye mensubiyet hissinin güçlü olduğu Kafkasya’yı ziyaret eden hemen her seyyahın dikkat çektiği bir konudur. Kafkasya dağlılarının, yedi göbek yukarıya kadar bağ kurulan herkesi yakın akraba olarak kabul etmesi, güçlü bir kan bağı dayanışmasını ortaya çıkartmaktadır. İbn Haldun, göçebe ordularının devletlerin kurumsal ordularına göre savaş alanında direncinin daha fazla olmasını bu kan bağı dayanışmasıyla izah eder ve bunu asabiye olarak isimlendirir. Kuzey Kafkasya dağlılarının bu niteliklerinin mücadele güçlerini artırdığı söylenebilir. Bunun yanında çetin coğrafi şartlar ve iklimin yarattığı zorluklarla sürekli mücadele içinde oldukları için zor şartlarda yaşamaya alışkın olmaları, onları düşman saldırıları karşısında da çok dayanıklı ve aşılmaz kılmıştır. Bu tür toplumların sürekli teyakkuz halinde olmaları, onları bedensel yetkinlikler, silah kullanma ve binicilik gibi konularda üstün vasıflara sahip olmalarını sağlamıştır. Bu vasıfları onların civardaki siyasal teşekküller tarafından paralı asker olarak tercih edilmelerinde etkili olmuştur. Kafkasya dağlılarının büyük aile sistemi içerisinde çocuk terbiye etme usulleri, güçlü karaktere sahip, toplum içinde oturup kalkmayı, konuşmayı, hitabeti, büyüğe saygıyı bilen bireylerden meydana gelen disiplinli bir toplum oluşturabilmelerini sağlamıştır. Gerek sülale içinde gerekse kabile yapısı içinde dikey ilişkilerle şekillenmiş hiyerarşik yapı, askerî anlamda olmasa da ona benzer militarist bir toplum yapılanmasını yaratmıştır. Belinde kama olmadan dışarı çıkmayan, silahlarına elbiselerinden daha fazla önem verip bakımını yapan, her an savaşmaya hazır bireylerden oluşan bir toplumun, bağrında yaşadığı dağların mehabetinden de taktiksel anlamda güç alarak, her türlü işgal girişimine karşı direnme gücünü kendinde bulduğunu söyleyebiliriz. Bütün bunları bize Kafkasya’nın yakın tarihi söylemektedir.

Kafkasya’daki direniş nasıl şekillendi?

Müridizm fikri ortaya çıkmadan önce Kafkasya’da direniş yoktu diyemeyiz. Zaman zaman çok sertleşen münferit direniş hareketleri çıkıyordu. Ancak Rus Çarlığı gibi Osmanlı Devleti’ni bile yenilgiye uğratan muazzam bir güç karşısında bütün sertliğine rağmen cılız görünüyordu. Bu münferit direniş hareketleri bir çatı altında toplandığında Rus gücü karşısında anlamlı bir direniş sergilenebilirdi. Bir çatı altında toplamak da yetmez ayrıca farklı etnik gruplardan oluşan bu yapıyı bir disiplin altında koordineli hareket eden bir organizmaya dönüştürmek de gerekiyordu. Bütün bunları herhangi bir kabilenin ya da etnik grubun lideri yapamazdı. Etnik sınırları ve kabile taassubunu aşan bir perspektife sahip olan birinin önderlik etmesi gerekiyordu.

Kafkasya’ya İslamiyet 8. yüzyılda Arap-Hazar Kağanlığı mücadeleleri sırasında gelmiş ve özellikle Dağıstan’da taban bulmuştu. Daha sonraki asırlarda etraftaki Müslüman Türk ve Moğol devletlerinin etkisiyle İslam’ın Kafkasya’yı etkilemeye devam ettiğini varsayabiliriz. Kafkasya ile ilgili değerlendirmeleri yaparken Kafkas toplumlarının sınıflı olduğu gerçeğini her zaman akılda tutmak gerekir. Bu sınıflı yapının bey ve soylu sınıflar tarafından zaman zaman suistimal edilmesi 18. yüzyılın son çeyreğine kadar topyekûn bir mücadeleyi mümkün kılmamıştır. Ayrıca Kafkasya, devlet dediğimiz siyasi aygıtın doğal şartlar içinde teşekkül etmediği, her kabilenin kendi beyi tarafından yönetildiği, yarı anarşik bir yapının hâkim olduğu bir coğrafya görünümündeydi. Kabilelerin ve güçlü sülalelerin bağımsız hareket etmesi bir devlet fikrinin uygulanmaya konulmasının önündeki en büyük engellerden biriydi. Hatta disiplinli ordu kurmak söz konusu olduğunda bireyler de başına buyruk hareket ediyordu. Bu başına buyrukluğu ortadan kaldıracak, yeni sınırlar, yeni kurallar koyup yaptırımlar uygulayacak bir devlet otoritesi o zamanın Kafkasya’sında nasıl inşa edilebilirdi?

Kafkasya’nın bunu kendi iç dinamikleri ile yapması mümkün gözükmüyordu. Bunun altyapısını ilk önce İmam Mansur, daha sonra da İmam Gazi Muhammed, İmam Hamzat ve İmam Şamil’in müntesibi olduğu İslam tasavvuf hareketlerinin sağladığını söyleyebiliriz. Yukarıda çok ayrıntılı olmasa da ana hatlarıyla tanımlamaya çalıştığımız gelenek ve adetlerine bağlı sınıflı toplumu Ruslara karşı yürütülecek mücadeleye uygun bir kıvama getirmek için önce bireyleri ve toplumu dönüştürmeyi amaçlayan bir tasavvuf hareketidir söz konusu olan. Selefi bir çizgide kendi toplumuna yoğun propaganda yapan bu yeni tasavvuf akımı, bilhassa Dağıstan ve Çeçenistan’da halkı kendi adet ve geleneklerini bırakarak şer’i şerife ve sünnet-i seniyye’ye uygun yaşamaya davet etmiş, bu da yetmemiş zorlamış, hatta bu yolda şiddet kullanmıştır. Rusların Müridizm adını verdiği bu enerjik tasavvuf hareketi Dağıstan’da tutunamayarak asıl şiddetli mücadelesini, İmam Şamil’in liderliğinde Çeçenistan merkezli olarak sürdürmüştür. Müritler taraftar toplamak için daha kalabalık olan orta ve alt sınıfları hedeflemiş ancak bu arada üst sınıfları da kendi istediklerini kabul etmeye zorlamışlardır. Orta ve alt sınıfları kendi yanlarına çekerek üst sınıfları zayıflatmak ve böylece geleneksel yapıyı çözmek için İslam’ın eşitlikçi söylemini kullanmışlardır. İslam peygamberinin “Müslümanlar bir tarağın dişleri gibi eşittir” hadisi üzerine inşa ettikleri söylemleriyle bir Müslümanın asla köleleştirilemeyeceğini ve bu şekilde kullanılamayacağını her yerde yüksek sesle dillendirmişlerdir. Propagandalardan etkilenip aralarına katılanları ise tarikat disiplini altına alarak kontrol etmişlerdir. Bu kontrolü sürdürülebilir kılmak için dini söylemleri ve ibadetleri de etkili bir şekilde kullanmışlardır. Tarikat şeyhine teslimiyet, sorgusuz sualsiz itaat oluşturulmak istenen disiplinli askeri güce uygun bir formattır. Motivasyonu ise medrese eğitimi almış dini ve edebi bilgisi yüksek müritlerin her yerde ve her fırsatta tekrarladıkları vaaz ve dini söylemlerle sağlamışlardır.

Elbette ki tek motivasyon kaynağı bu değildi. İşgal edilip ellerinden alınan topraklarına kavuşma beklentisi, Ruslar karşısında yürütülecek başarılı savaşlarda elde edilecek ganimetten pay alma beklentisi ve tabi yeni oluşturulan toplumda eskisine nazaran daha yüksek bir statü ve kölelikten kurtuluş da önemli motivasyon kaynakları olmuştur. Bu hareketin manevi önderleri çok fazla ön plana çıkmayan, Yukarı Yarağıllı Muhammed ve Cemaleddin Gazikumukî gibi Dağıstan medreselerinde hocalık yapan saygın kişilerdir. Mücadelenin askeri ve fiilî önderliğini yapan imamlar ise, bu manevi önderlerin medreseden öğrencileridir. Mesela Cemaleddin Gazikumukî, İmam Şamil’in hem hocası hem de kayın pederidir. Bu uzun yıllara dayanan güçlü ilişkiler ağı, oluşturulan yeni toplumsal örgütlenme biçimi, özellikle Dağıstan’da han ve beylerin altındaki zemini kaydırmış, Bahu Bike gibi güçlü aristokratları aile fertleriyle birlikte trajik bir sona sürüklemiştir. Kuzey Kafkasya’nın binlerce yıl içinde imbikten süzerek oluşturduğu geleneksel toplum yapısı, inanç sistemi, adet ve geleneklerinin değişim ve dönüşümü üzerine çok daha kapsamlı çözümlemeler yapılabilir. Ancak burada bizi ilgilendiren yaşanan bu değişim ve dönüşümün Kuzey Kafkasya’daki Rus istilasını, özellikle Çeçenistan ve Dağıstan’da şoka uğratarak Kafkasya’nın tamamen Rus kontrolüne geçmesini yaklaşık bir asır geciktirdiği gerçeğini vurgulamaktır. Kendisini Avrupa’nın jandarması olarak gören, Osmanlı ordularını defalarca mağlubiyete uğratan, sınırları Polonya’dan Pasifiğe kadar uzanan, devasa bir insan kaynağına ve maddi olanaklara sahip bir emperyal güce bu kadar uzun bir süre direnişi sürdürmek, hiç şüphesiz büyük bir başarıdır. Müridizm hareketinin manevî önderleri ve imamlar, bu başarıyı dini söylemle Kafkasya’nın farklı etnik köklerden gelen insanlarını tek bir bayrak altında toplamayı başararak sağlamışlardır. Bütün eksikliklerine ve kusurlarına rağmen, bu direniş hareketinin günümüzde emperyal güçlere karşı direnen birçok topluma hala ilham verdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Osmanlı’nın Kafkasya’da nasıl bir hükmü oldu?

Osmanlı Devleti’nin etkisi, Osmanlı fetihlerinin ele geçirdiği diğer yerlerdeki gibi olmadı. Fatih döneminde Abhazya’ya askeri gücünü kullanarak giren Osmanlılar, sahildeki bataklık ve salgın hastalık riski nedeniyle tutunamadılar. Ancak Abhazya’yı her zaman kendilerine tabi bir memleket olarak gördüler. Bir ülkenin Osmanlı mülk olup olmadığını anlamanın belli yolları vardır. O memleketin geleneksel yöneticileri Osmanlı hakanlarına biat etmişse mutlaka hilat, murassa kılıç, ok ve yay gibi hediyeler gönderilirdi. Bunu Osmanlı tahrir sisteminin o memleketin topraklarını vergi birimlerine göre kayıt altına alması takip ederdi. Bu memleketin Osmanlı devletine vergi ödediği yani ona tabi olduğu anlamına gelirdi. Bu memlekete Türk ve Müslüman nüfus iskân edilir ardından da Osmanlı hukuk sistemi burada adalet dağıtmaya başlardı. Kafkasya’ya baktığımızda, Osmanlı Devleti tarafından sahil kesimlerinde kurulmuş olan ufak tefek kalelerin lojistiği sağlanamadığı için içlerinin sürekli boş kaldığını görüyoruz. Tahrir yapılmadığı için Osmanlı vergi sistemine dâhil edilmemiştir. Tüm Kuzey Kafkasya’ya hâkim bir yerel siyasal teşekkül olmadığı için tabilik metbuluk ilişkisi kurulacak bir durum da söz konusu olmamıştır. Cevdet Paşa’nın ifadesi ile Kafkasya’nın Altın Orda Devleti’nin mülkü olduğu, Kırım Hanlığı’nın aynı zamanda Altın Orda’nın varisi olması nedeniyle Kafkasya’nın Kırım Hanlığı’nın payına düştüğü; Kırım Hanlığı’nın, Osmanlı Devleti’ne tabi olması nedeniyle de Osmanlı mülkü olarak görüldüğü ifade edilmiştir. Bu iddia Rusların Kırım’ı istila etmesine kadar çok fazla dillendirilmeyen ancak Ruslar, Kafkasya’ya doğru yöneldiğinde onları durdurmak için antlaşmalara zemin hazırlamak maksadıyla Ruslara karşı bir delil olarak dillendirildiğini düşünüyorum. Ferah Ali Paşa’nın Kuban’ın bir kısmı ve Taman yarımadasında kurduğu sınırlı bölge dışında Osmanlı Devleti’nin Kafkasya’yı doğrudan yönettiği söylenemez. Ancak Osmanlı devleti, Rusya gibi askerî güçle Kafkasya’da nüfuz elde etmek yerine, bugün kamu diplomasisi dediğimize benzeyen, oldukça pedagojik ve taktik bir yaklaşımla Kafkasya’da nüfuz sahibi olmuştur. Osmanlılar, Ruslar gibi nobran bir ilişki modeli yerine bu sert insanlarla akrabalık ilişkileri kurmuş, İslam’ı dayatmayıp telkin etmiş, kabile liderlerine hediyeler vermiştir. Bu yolla Kuzey Kafkasyalıların çok değer verdiği akrabalık ilişkileri ve hediyeleşme ile gönüllerine hitap ederek orada bir nüfuz elde etmiştir. Bu yakınlık, Rusya’ya karşı Kafkasya dağlılarının yürüttükleri mücadelede, Osmanlı devletinden daha güçlü yardım beklentilerinin oluşmasına yol açmıştır. Fakat Osmanlı Devleti içine düştüğü zor durum nedeniyle bu beklentileri tam olarak karşılayamamıştır.

Kafkasya çalışmalarında Türk etkisinin görmezden gelindiği söylenebilir mi?

Bunu görmezden gelmek pek de mümkün değil bana göre. Eğer görmezden gelen birileri varsa bunu ya bilgisizlikten ya da kasıtlı olarak yapıyordur. Kafkasya, yalıtılmış bir mekân değildir. Hem Hazar ile Karadeniz arasında hem de Deşt-i Kıpçakla Anadolu, İran ve Münbitü’l Hilal arasında bir köprü ve geçit vazifesi görmektedir. Üstelik Kuzey İpek yolunun güzergâhı üzerindedir. İki bin yıldan bu yana Türklerle Kafkasya sürekli irtibat halinde olmuştur. Hunlar, Göktürkler, Altınorda, Hazar Kağanlığı, Selçuklular, Timurlular, İlhanlılar, Memluklular ve Osmanlılar mütemadiyen Kafkasya ile ilişki içinde olmuşlardır.

Peki nedir Kafkasya’daki Türk etkileri?

Kültür akışkan karakterde bir olgudur ve çeşitli kültürler farklı oranlarda da olsa birbirlerine nüfuz ederler. Güçlü kültürler, farklı kültürlerden aldıkları unsurları yorumlayarak kendi kendilerine mâl edebilirler. Bunu başaramayan kültürler zaten bir süre sonra yok olup giderler. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Kafkasya da etrafındaki büyük kültürlerden etkilenmiş, onlardan aldığı unsurları yorumlayarak kendine mal etmesini bilmiştir.

Öte taraftan, özellikle etnik yapılar kendilerinin ve kültürlerinin emsalsiz olduğunu düşünürler. Bu nedenle Kafkasya dağlıları, Anadolu’da olmayan fakat kendilerinin uyguladığı bazı adet ve uygulamaların sadece Kafkasyalılara münhasır olduğu yanılgısına düşebilmektedir. Ancak biraz etrafı kolaçan ettiğimizde bunların Kafkasya dışındaki başka topluluklarda da olduğunu görebiliriz. Söz gelimi yedi göbeğe kadar akraba evliliği yasağının sadece Kuzeybatı Kafkasyalılarda olduğunu düşünen çok sayıda insan tanıdım, okudum. Ancak aynı yasak Nogaylarda, Kazak ve Kırgız Türklerinde de vardır ve hala uygulanmaktadır. Başka bir örnek verecek olursak, konuk geldiğinde kurulan sofra da kesilen hayvanın uzuvlarının sofradaki insanların statülerine göre dağıtılması uygulamasının sadece Kuzeybatı Kafkasya’da olduğunu vehmedenler olduğunu biliyorum. Ancak bu uygulama Göktürk devrinden beri büyük bozkırdaki Türkçe konuşan toplulukların tamamında vardır. Türk Kültür tarihinde Orun-Ülüş meselesi kavramlaştırması altında çokça tartışılan bir mevzudur. Yani bir Kafkas insan tipinden bahsederken bu tipin oluşmasında etraftaki büyük kültür alanlarının da etkisi olduğunu söylemeye çalışıyorum. Bütün bu etkilerin Kafkasya’nın emsalsiz bir kültürel alan olmasında önemli bir faktör olduğunu söylüyorum. Türk etkisini de bu minvalde düşünmek gerekir. Üstelik hem Kafkasya’da hem de yakın çevresinde çok sayıda Türk topluluğunun yaşadığı gerçeği bu düşüncemizi desteklemektedir. Yukarıda verdiğim örneklerin dışında da örnekler verilebilir. Bu benzerlikler bütün Kafkasyalıları Türk yapmaz ama arada bir bağ kurar, bir sempati hissi oluşturur. Yoksa bu örneklerin dışında elbette sadece Kafkasya’ya münhasır adet ve uygulamalar da vardır. Bunların yanında sadece bir etnik grupta görülen çok karakteristik uygulamalar da vardır. Sözgelimi Adigelerin adeta diplomatik bir merasim gibi uyguladıkları taziye törenleri, misafir ağırlarken uygulanan protokoldeki bazı ayrıntılar gibi.

Kuzeybatı Kafkasya’da İslam’ın yayılmasında Osmanlı Türklerinin mutedil yaklaşımlarının etkili olduğunun da altını çizmek istiyorum. Aynı dinin mensubu olmanın da iki kültür arasında önemli bir yakınlık kurduğunu kabul etmek gerekir. Bütün bunların yanında gerek Osmanlı sarayında gerekse Osmanlı devlet erkânı arasında, Kafkasya dağlıları ile çok sayıda akrabalık ilişkileri kurulduğunu da buna eklemeliyiz. Rus işgalinden önce Kafkasya’da bilhassa Kumuk Türkçesinin adeta ticarette ve başka hususlarda iletişim dili haline geldiğini devrin seyyahlarından öğreniyoruz. Kafkasya coğrafyasına tesir eden Türk siyasi teşekküllerinin yanında Kafkasya’da yaşayan Türk asıllı topluluklarının da kültürel alışverişin önemli unsurlarından biri olduğunu söylemeliyiz. Kafkas dillerinde bugün de kullanılan çok sayıdaki Türkçe kelime bu alışverişin göstergeleridir. Bunun yanında Kafkasya’daki yer adlarında da bu etkileşimi görebiliyoruz: Beş tav (beş dağ), Terek Nehri (Terek Kıpçak Türkçesinde ağaç anlamına gelmektedir.) vesaire gibi. Bu etkileşim son derece doğaldır, bir üstünlük ve tahakküm işareti değil, tarihi ve kültürel etkileşimin ve kurulan yakınlığın yaşayan canlı şahitleri olarak görmek gerekir.

Türkiye’de genel anlamda Kafkasya çalışmaları hakkında ne düşünüyorsunuz?

Kafkasya araştırmaları on yıl öncesine göre daha iyi durumdadır, ancak yetersizdir. Türkiye’de Kafkasya ile alakalı münferit kaliteli çalışmalar yapılmaktadır. 90’lı yıllardan önce Kafkasya tarihi ile ilgili çalışmalar ağırlıklı olarak Osmanlı arşiv materyallerine dayandırılarak yapılmaktaydı. Elbette devrin şartları ancak bunu mümkün kılıyordu. 90’lı yıllardan itibaren bütün eski Sovyet coğrafyasına olduğu gibi Kafkasya’ya ve Rusça kaynaklara da erişim kolaylaştı. Devletlerarası antlaşmalar ile karşılıklı olarak öğrencilerin dolaşımı mümkün oldu ve Türkiye’den de sınırlı sayıda da olsa Kafkasya tarihi çalışmak ve Rusçasını geliştirmek için genç akademisyenler bu imkânlardan faydalandı. Bu gelişmelerin semereleri Kafkasya tarihini ele alan hem Osmanlı hem de Rus arşiv materyallerine istinat eden kaliteli lisansüstü tezlerin üretilmesine imkân verdi. Bunların bir kısmı kitaplaştırılma fırsatı da buldu. Yapılan tarih çalışmalarına baktığımızda bunların 19. yüzyıla odaklandığını ve çoğunlukla siyasi tarih çalışmaları olduğunu görüyoruz. Bu tekdüzeliği değiştirmek, halkbilimi, dilbilim ve coğrafya gibi alanlarda çalışmalarla mümkün olacaktır. Sovyetler Birliği döneminde Kafkasya’da meydana gelen gelişmelere ilişkin çalışmaların daha az olduğu görülmektedir. Bu alanda da araştırılıp aydınlatılması gereken önemli boşluklar bulunmaktadır.

Bazı üniversitelerin bünyesinde Kafkasya Araştırma Merkezleri bulunmaktadır. Ancak bu tür kurumlar kendilerine münhasır kadroları ve fiziki imkânları bulunmadığı için yetersiz kalmaktadır. Bugün itibariyle Türkiye’de bir tane bile kendi kadrosu ve fiziki imkânları bulunan Kafkasya Araştırmaları Enstitüsü bulunmamaktadır. Türkiye’yi tarihi ve kültürel bağları nedeniyle yakından ilgilendiren bu bölgeyle ilgili farklı alanlarda araştırmalar yapıp, koordine edecek bilimsel kurumların acil bir ihtiyaç olduğunu konuya dair biraz bilgisi olan herkes kabul edecektir.

Kafkasya çalışmaları ebetteki sadece resmi araştırma kurumlarında yapılmıyor. Türkiye’de bugün çok sayıda Kafkasya kökenli insan yaşamaktadır. Bu insanları kurdukları sivil toplum kuruluşları da Kafkasya çalışmalarını desteklemekte, Kafkasya ile ilgili bilimsel ya da popüler yayınlar yapmakta, süreli yayınlar çıkarmaktadır. Bu tür kurumların son zamanlarda Kafkasya ya da Türkiye’de yaşayan Kafkasya kökenlilerle ilgili yaptıkları çalışmaları yayınladıklarına şahit olmaktayız. Bu telif eserlerin yanında tercüme eserleri de görmekteyiz. Bütün bu çalışmaların hepsi alana yapılan önemli katkılardır. Bunlar yeni yapılacak çalışmaların niteliğini de artıracaktır. Bunun yanında yine son zamanlarda Kafkasya ile alakalı az sayıda seyahatnamenin de sözü edilen sivil toplum kuruluşlarının desteği ile Türkçeye kazandırıldığını görmekteyiz. Kafkasya ile ilgili kaynakların bu şekilde çeşitlenmesi araştırmacıların bu alana ilgisini artıracağı gibi yapılacak çalışmaların niteliğine de ciddi katkıda bulunacaktır.

Türkiye’de Kafkasya’ya dair bilimsel çalışmaları yayımlayan hakemli bilimsel dergilerin de sayısı son derece azdır. “Kafkasya Çalışmaları” dergisi (JOCAS) dışında başka bu nitelikte dergi bulunmamaktadır. Bazı üniversitelerimiz, strateji araştırma merkezleri daha çok güncel meseleleri ele alan Kafkasya ile alakalı panel, sempozyum gibi toplantılar düzenlemektedir. Bu tür toplantıların akademik araştırmaların çoğalmasına ve niteliğinin artmasına önemli katkılar sağlamaktadır. Bu tür toplantıların uluslararası nitelikte ve ciddi bir hakemli ve editörlük sürecinde yapılması Türkiye’deki Kafkasya çalışmalarının niteliğinin artırılmasına doğrudan katkıda bulunacaktır.

Biz Ege Üniversitesi Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsünde Kafkasya tarihi ve Rus sömürgeciliği ile alakalı lisansüstü tez konuları vermeye ve projeler gerçekleştirmeye devam ediyoruz. Bu alana ilgi duyan nitelikli ve mütecessis araştırmacıları lisansüstü programlarımızda görmekten mutlu oluruz.

Bu alanla ilgili çalışma yapmak isteyenlere önerileriniz neler olur?

Kafkasya çalışması zor bir alandır. Kafkasya gibi çok etnili bir bölgede araştırma yapacak araştırmacıların buna uygun donanımlarının olması beklenir. Tarih alanında çalışma yapıyor olsalar bile, bölgenin özellikleri nedeniyle antropoloji, etnoloji, sosyoloji, din sosyolojisi, dinler tarihi, coğrafya, beşeri coğrafya gibi alanlara ilişkin en azından kavram bilgisine ve teorik yaklaşımlara hâkim olmaları gerekir. Kafkasya’nın etnik haritasını ve bu haritadaki tarihsel değişimleri, bölgede tarih boyunca yaşamış kabileleri ve bunların birbirleriyle ilişkilerini kaba hatlarıyla da olsa bilmek çalışma alanına nüfuz edebilmek, eksik bilgiden kaynaklanan yanlış yorumların yapılmasını önleyecektir. Bu tür bilgileri Türkçeye kazandırılmış seyahatnameleri okuyarak ve bu eserleri mukayese edip notlar çıkartarak giderebilirler. Ayrıca Kafkasya üzerine çalışmayı düşünen genç arkadaşlarımızın Rusça, İngilizce, Farsça, Fransızca ve Almanca gibi dillerin yanında Gürcüce, Ermenice, Adigece, Kumukça ve Avarca gibi yerel dillerden en az ikisini öğrenmelerini öneririm. Bunun yanında imkânı olanların, fırsat bulurlarsa Kafkasya’yı gezmelerinin, yapacakları çalışmaların niteliğini artıracak çok önemli bir etkinlik olacağını belirtmeliyim.

Son olarak vurgulamak istediğiniz birkaç cümle daha alabilir miyiz?

Bu alana ilişkin yapılan nitelikli çalışmaların basılması yanında genç akademisyenlerin gösterdikleri başarıların ödüllendirilmesi gerekir. Zira marifet iltifata tabidir. Kafkas derneklerinin çatı kuruluşları bu konuda genç araştırmacıları teşvik edici çalışmalar yapabilirler. Türkiye’nin ve Türk Dünyasının Kafkasya ile tarihi bağları bulunmaktadır. Ancak günümüzde Kafkasya’nın kendine has bir gerçekliği vardır. Türkiye’de yaşayan Kafkasya diasporasının da kendine has bir gerçekliği vardır. Her araştırmacının bir dünya görüşü, bir perspektifi ve algı kapasitesi vardır. Kafkasya üzerine çalışanların bütün bunları birbirinden ayırabilecek bilgi birikime ve vizyona sahip olması önemlidir. Oradaki etnik gerginlikleri buraya taşımak ya da tarihi bir husumeti devşirme alanı gibi kullanmaktan imtina etmek, insanlığa, barışa zarar verecek cahilce değerlendirmelerden, popülist davranışlardan uzak durulması gerekir. Türkiye’deki Kafkas derneklerinin de kendi içinde bir rekabeti, bölgeye bakış açılarında farklılıkları bulunmaktadır. Araştırmacıların bu tür kurumların dayatma ve yönlendirmelerinden etkilenmeden aklın ışığında, analitik bir düzlemde bilim disiplininden ayrılmadan çalışmalarını yürütmesi çok kıymetli bir duruş olacaktır. Araştırmalarında ulaştığı bulgu ve sonuçları kendi birikimi ile yorumlayıp insanlığın yararına sunmalıdır diye düşünüyorum. Bu alanda çalışan, çalışacak olan ve destek veren herkese selam ve saygılarımı sunuyorum.