Biten Aralık ayının ilk on gününü Gürcistan’ da geçirdim. Tiflis’ deki uluslararası film festivaline davetliydim. Festival ve Gürcü sineması ile ilgili yazımı önümüzdeki günlerde çıkacak olan "ALTYAZI" adlı sinema dergisinde (Ocak sayısı) okuyabilirsiniz. Fakat burada sizlerle olayın daha çok politik anlamına ilişkin gözlemlerimi paylaşmak istiyorum.
Gerek Avrupa’daki genel tutum, gerekse festivalde gördüğüm hummalı atölyeler ve dış ilişkilerden edindiğim genel kanı, Güney Kafkasya’nın giderek tamamen Kuzey’ den koptuğu, daha doğrusu koparıldığı. Kafkasyalı kimliği ve adı giderek Güney’ e özgü bir kimlik ve tanınma haline gelirken, Kuzey Kafkasya giderek "Güney Rusya" kimliği ile özdeşleşmeye başlamış (Çerkesler’ in giderek eriyen nüfusları, kendi özyurtlarında Rusya tarafından asimile edilmeleri, Moskova’nın baskısı ve dünyanın buna göz yumması nedeniyle).
Sanki paylaşım savaşında Kuzey Kafkasya Rusya’ ya terkedilmiş, Güney Kafkasya Batı’nın olmuş. Her şey bunu gösteriyor. Rusya’nın su geçirmez bir şekilde kapadığı Gürcü-Rus sınırı sadece coğrafi ve fiziki bir engel değil, aynı zamanda Kafkasya’nın bölünmesini pekiştiren, kültürel kimliğini de parçalayan, yeniden şekillendiren korkunç bir duvar. Güney canlanıyor, serpiliyor, dünyayla ilişkilerini geliştiriyor, dışarıdan her tür yardımı alıyor ve toplum içindeki her meslek grubu dünyanın diğer yerlerindeki meslektaşlarıyla ikili ilişkiler kurup projeler geliştiriyorlar. Kuzey ise küçülüyor, daralıyor, içine kapanıyor, unutturuluyor ve can çekişiyor. Artık dünya için Kafkasya sadece Ermenistan, Gürcistan ve Azerbaycan’ la sınırlı, öbür taraf, yani gidilemeyen, bilinmeyen karanlık kutu artık Kuzey Kafkasya bile değil, sadece Güney Rusya…
Aslında konuya sadece sinema açısından yaklaşmak istiyordum, çünkü Tiflis’ e bunun için gittim, ama diğer alanlarda da durum pek farklı değil. Avrupa Birliği’nin büyük yatırımları, katkıları ve sübvansiyonları ile oluşturulmaya çalışılan bir Kafkasya söz konusu. Ermenistan, Azerbaycan ve Gürcistan sinemacıları örneğin (prodüktörler, yönetmenler, oyuncu ve teknisyenler) bir kaç yıldan beri AB ülkelerinin öncülüğünde ve onların yardımlarıyla oluşturulan seminerlerde toplu olarak eğitiliyorlar. Bunlara bir ortak Kafkasyalılık bilinci aşılanıyor ve bir Kafkas sineması oluşturmaları isteniyor. Sinema yapımcılarına çeşitli AB fonlarından nasıl yararlanabileceklerini öğretmek, dosya hazırlamalarına yardımcı olmak için çeşitli uzmanlar gelmiş. Bir "Güney Kafkas Bağımsız sinema yapımcıları derneği" kurmuşlar. Zaten kendileriyle tanışmam ve Tiflis’ e davet edilmem de bu dernek vasıtasıyla oldu. Başlarındaki iki İsviçreli uzmanın öncülüğünde bir kaç Gürcü, Ermeni ve Azeri sinemacı Antalya film festivaline gelmişlerdi. Orada öğrendiklerini uygulama çalışması yapıyor, yani dünyanın çeşitli ülkelerinden gelen prodüktör, dağıtımcı, gazeteci, vs. ile "networking" (ağ kurma) işini yürütüyorlardı. (Ben de bu ağa düşenlerden biri olarak olayın devamını izlemeye aldım.) 70 milyonluk Türkiye’ de film yapmak isteyenler nereden para bulacaklarını bilemezlerken, AB yoğun bir şekilde Güney Kafkasyalılar’ a nasıl para alabileceklerini öğretmeye çalışıyor. İlginç değil mi?
Sinema olayı çok önemli bir şey. Amerika kendi kültürünü tüm dünyaya sinemayla yaydı, dünyayı askerlerinden çok sinemasıyla fethetti, kendi tüketim alışkanlıklarını tüm dünyada norm haline getirdi. Bu yüzden AB’nin de paylaşım savaşına sinema ile katılmak istemesi doğal. Gürcistan’ da çok büyük sinema ustaları olduğu halde Amerikalılar ve Avrupalılar yeni kuşaklara kendi uzmanlarını yollayarak tamamen kendi formatladıkları bir sinema yaratma çabasındalar. Buna eşlik eden yeni bir Kafkasyalılık kimliği oluşturuluyor ve küçücük Ermenistan bunun kilit unsuru yapılmak isteniyor.
Festival boyunca Ermenistan’dan gelen sinemacılar Amerikalılar’ ın özel ilgi ve sempatisine mazhar olurken, Azeriler’ e ve festivaldeki tek gazeteci olan bana aynı Amerikalılar çoğu kez selam bile vermek istemediler. Gözle görülür elle tutulur bir ayrımcılık vardı. Elbette Ermeni ve Azeri sinemacılar arasındaki düşmanlıkların aşılması ve birlikte çalışma yapmaya teşvik edilmeleri çok güzel ve yararlı, ama her şey Karabağ’ın Ermenistan’a ilhakını çok doğal göstermeye yönelirse durum değişir (bu arada festivaldeki filmlerden biri "Batı Ermenistan, Kaybolan Anayurt" adını taşıyordu ve Türkiye’nin doğusu konu ediliyordu; üstelik bizde Gürcistan’ ı kırmamak için Bagapş’ın Türkiye ziyareti bile engellenmişken!.. ). Öyle bir durum var ki, sanki Kuzey’de Rusya’ya terk edilen toprakların Ermenileştirilmesi Moskova’ya bırakılmış, Güney’in "Ermeni üstünlüğü" fikri etrafında yeni bir kimliğe kavuşturulması ise AB ve Amerika’ya. Bilmiyorum buna temel olan fikir "tehlikeli" addedilen Müslüman unsurları bölmek, araya güvenli ve sadık bir Hıristiyan unsurla tampon oluşturmak mı ("uygarlıklar çatışması" teorisine bel bağlayanlar tarafından). Bunu yine Hıristiyan olan Gürcülerle yapmaları mümkün değil, Gürcüler’ in Türkiye ile yakınlığı ve Rusya ile ezeli düşmanlığı var ve de Ermeniler gibi hareketli ve çalışkan değiller. Ülkelerinden ayrılıp başka topraklarda yaşamaya da yatkın görünmüyorlar.
Kafkasya’nın bugünkü bu bölünmüşlüğünde Abhazya savaşı kilit rolü oynadı. Ve bugün Kafkasya’nın birleşmesi (fiziki birleşmeden söz etmiyorum, ama en azından bir kültürel ve duygusal yakınlıktan söz ediyorum) önündeki en büyük engel de Abhazya sorunu. Bu soruna odaklı olarak Kuzey ve Güney arasında kemikleşen düşmanlık sadece Rusya’nın işine yarıyor. Savaşı yaşamayan kuşakların bu düşmanlıkları aşacağını umut ediyordum, ama onlar gerek Abhazya’ da olsun gerek Gürcistan’ da, daha da bağnaz görünüyorlar. Hele bu savaşın hiç bir şekilde tarafı olmayan Türkiye’ deki Kafkasyalılar savaşın içinde birbirine kurşun sıkmış olan Abhaz ve Gürcüler’ den bile daha bağnaz, katı ve politik körlük içindeler. Bir yandan Gürcü yöneticilerin Abhazya’ ya karşı yürüttüğü aptal ve katı politika (savaşın hemen ardındaki yıllarda Abhazya bir konfederasyon fikrini kabul ederken Gürcüler buna yanaşmıyorlardı, Şamba ile bir görüşmemde bu girişimleri kendisi anlatmıştı bana), öte yandan ambargo altındaki Abhazya’ya Türkiye’nin gerekli esnekliği gösterememesi, Abhazya’yı altın bir tepsi içinde Rusya’ya sundu. Şimdi Kafkasya bu tarihi yanlışlığın etrafında, Rusya’nın istediği gibi şekilleniyor ve yakında Abhazya’yı da tamamen yutmuş olarak Kuzey Kafkasya’daki Çerkes varlığını tümüyle bitirecek. Ve bunu engellemeye sadece hamaset yetmiyor, tam tersine hamaset bizi uyuşturan, uyutan, gözümüzü körelten en büyük engel oluyor.
Artık hayli yol kat etmiş bu yeni yapılanmanın nasıl önüne geçilir veya nasıl başka bir yöne çevrilir bilemiyorum, ama düşünmekte yarar var. Samimi bir şekilde, birbirimizi Amerikancı veya Rusçu, şunun veya bunun sözcüsü olmakla suçlamadan, kendi kendimizi milliyetçi bir propagandayla kandırıp şişirmeden, gözlerimizi açmakta ve bütün samimiyetimizle düşünmekte yarar var. Bizim dışımızda gelişen bu yapılanmada biz nasıl söz sahibi oluruz, nasıl ağırlık koyabiliriz, olayları ne derece etkileyebiliriz (hala bu mümkünse!…) Kuzey Kafkasya’nın yok oluşunun önüne nasıl geçebiliriz, Kafkasya’nın bir bütün olduğunu, olması gerektiğini dünya sahnesine nasıl kabul ettirebiliriz?
Fransız yazar Jean Carol’un 100 yıl önce yazdığı çok ilginç bir kitap var: "Kafkasya’nın İki Yolu" (Les Deux Routes du Caucase). Bilmiyorum Türkiye’de yayınlandı mı ve yayınlandıysa hangi ad altında. Mutlaka bulup okumanızı tavsiye ederim. Rusya’nın politikalarının beş on yıl üzerine değil, yüz yıl üzerine kurulduğunu bir kez daha göreceksiniz bu kitabı okurken. Ve bizim politikasız, boş övünmelerle nereye vardığımızı.
Bu arada, dans ve müzikleri küçümseyen, hatta bunların yasaklanması gerektiğini savunan görüşlere şiddetle karşıyım. Bunlar politika ile ilgilenilmesine engel değil, tersine ona anlam ve can veren, asla unutulmaması gereken, bizi biz yapan çok önemli unsurlar. Şu an zaten Kafkasya’yı birleştiren tek bir şey kaldı: dans. Yok olan halklarımızın ellerinde kalan tek direnme aracı. Dans ve müziği asla küçümsemeyin. Herkese iyi bir yeni yıl dileğiyle.
26.12.2007
Nur Dolay