Güllerin içinden

Edward Said oryantalizminde antik Yunan uygarlığının keşfi adına Yunanistan’ın bağımsızlık savaşına katılan gönüllü savaşçıların Atina’ya güller, laleler toplamaya gittiklerini ancak ellerinde kuru soğanlarla geri döndüklerini yazar.

***

Sürgün ve soykırım anmaları gelinen noktada Türkiye özelinde Çerkesler için Rusya ile hesaplaşmadan öte bir kimlik/aidiyet arayışını temsil ediyor gibi.

Moskova ve Ankara’ya (belki zaman zaman Brüksel) angaje unsurların günün içini boşaltmak için vermiş oldukları uğraşıyı/aktüel siyaseti bir kenara bırakırsak, gelinen noktanın çok da sağlıksız olmadığını düşünüyorum.

Kaldı ki etkinlikleri örgütleyen unsurlar için amaç verilen mesajdan öte örgütlenmeye ya da örgütlenmelere yönelik iç tahkimat. Bu konuda da bir sıkıntı yok. Sıkıntı söylemin nasıl şekilleneceğinde. Bunun için 21 Mayısları da aşmak gerekiyor gibi.

Modernistlerin iddialarına göre sermaye için gerekli olan pazarın inşası adına birer araç olan Ulus Devletler, şahsi kanaatime göre küreselleşmenin bugün geldiği nokta itibariyle bu süreç karşısında birer direnç noktaları.

Etnik/dini/mezhebi alt kimlikler bu aygıtın altını boşaltmak için alabildiğince promote ediliyorlar. Batı medyasının Türkiye ve dolayısıyla Suriye kuzeyi ile ilgili yayın politikasını takip edenlerin oryantalist tınıları da fazlasıyla içeren bu yayın politikalarını fark etmemeleri olanaksız.

Ulus devletlerin dahi çoğu zaman başa çıkmakta zorlandıkları ve çoğu zaman milliyetçi sapmayla karşılık vermeye çalıştıkları değerler manzumesi küresel ölçekte teşvik ediliyor. Yeni dönemin bolca reklamı yapılan anahtar sözcükleri bilhassa Ortadoğu toplumlarına yönelik nüfus regülasyonu amaçlı proteinsiz akdeniz diyetleri, lgbt hakları, toplumsal cinsiyet rolleri, azınlık hakları, çok kültürlülük vs…

Soru, Çerkes toplumunun (aslında tekil olarak her bir Çerkes bireyin ya da Çerkes ailesinin) bu kimlik bombardımanı karşısında nasıl tavır takınacağı.

İç piyasayı genişletmek amacı güden Ulus devletin baskısı altında mahremini savunmak, aidiyetini kimlik düzlemine taşıyıp ‘otoritenin’ karşısına dikilmek (o da otoritenin izin verdiği ölçüde!) önceleri belki anlamlıydı. Çünkü piyasa ilişkilerinini nüfuz edemediği, ‘karşılıklılık’ ilkesine dayanan mahremin bir bakıma savunusu anlamına geliyordu bu tavır. Pratiğe dökecek olursak bankaya başvurmadan komşusundan dahi faizsiz borçlanabiliyordu çoğu kişi.

Ulus Devlet ‘karşılıklılık’ ilkesinin geçerli olduğu bu vasatı aile ile sınırlandırdı. Geri kalan toplumsal ilişkiler piyasa dinamiklerine, yetersiz kaldığı durumlarda da ulus devletin ‘regülasyon’ ilkesine bırakılıyordu.

Ancak gelinen noktada daha büyük bir tehdit ile karşı karşıyayız. Kimliğimize (aslında aidiyetimize) yönelik asıl tehdidin ulus devletten öte, küresel ölçekte bir ‘kimliksizleştirme’ ve çatışma örgütleyen ‘çok kültürlülük’ gibi akımlardan geldiği kanaatindeyim. Ümmetlerin yerini alan çatışmacı, yüzer gezer cemaatler. Çatışmacı cemaatler toplumu. Buradan sulhu tesis eden bir ‘ümmet’ çıkmaz.

Tüm ‘baskılarına’ rağmen cumhuriyetle birlikte ulus devlet ile yapılan zımni anlaşmaya göre kamusal alan siyasal erke terk edilirken, mahrem alan bizlere bırakılmıştı. Kültür etnik kimlik olarak ailede yaşanacaktı, bunun karşılığında kamuya siyasal kimliklerimiz olarak, Türk kimliği ile çıkacaktık. Bunun adına yanlış olarak ‘asimilasyon politikası’ dendi. Halbuki ortada bir hukuk vardı. Vatandaşlık hukuku. Bizden istenen asimile olmamız değil, vatandaş olmamızdı.

Az önce bahsettiğim küreselleşmeci ulus aşırı akımların ‘haneye’ tecavüzünün aksine zımnen de olsa tesis ettiğimiz hukuk sayesindedir ki mahrem alanlarımız bizlerin inisiyatifine bırakılmıştı. Şiirlerimiz, şarkılarımız bir bakıma yaşıyordu.

Kimsenin iyi niyetini sorgulama niyetim yok ancak, 21 Mayıslar için Ermeni tehcirinden esinlenilerek yeni semboller üretmek, Gönen-Manyas sürgünlerini dönemin koşullarından yalıtıp kimlikçi biz düzlemde anakronik bir şekilde yeniden üretmek bana göre bu gibi kimlikçi savrulmalara birer örnek.

Az önce söylemin nasıl şekillendirilmesi gerektiğini sorduk. Kuşkusuz elimizde bir reçete yok. Ancak yapılmaması gereken şeyi kısmen kestirebiliyoruz. Hanemize karşı yapılan bu saldırıları olabildiğince püskürtmek. Bunun için de ‘kimlikçi’ çıkışlara savrulmamamız gerekiyor gibi. Herkesin samimi olarak şu soruya cevap vermesi gerekiyor. Asimilasyon olarak adlandırdığımız sürecin bugün itibariyle başat nedeni, ulus-devletler mi yoksa küresel ölçekte bir çatışmacı ‘kimliksizleştirme’ programı yürüten süreç mi?

Haddim olmayarak önerim, ‘otoritenin’ safından çoğu zaman sanal ‘kimlikçi’ dayanışma ağlarını sabote etmek değil, kurgulanan bu bana göre sentetik cephenin sağlıksız olduğunu vurgulamak. Sürece yönelik içe kapanmacı tepkisellikten öte teşvik edilen şeyin sağlıksızlığını vurgulayan bilinçli bir karşı tavır.

Dışarıda gül ararken evlerimize kuru soğanlarla geri dönmek gibi riskler söz konusu çünkü.