Bir sürgün anısı

Umar ne çok severdi kızı İremhan’ı. Gözleri mutluluktan ışıl ışıl parlardı onu izlerken. Kucağına alıp sıcaklığını duyduğunda göğsüne karışırdı sanki küçük kızcağızın bedeni. O, yaşlılık çağında Tanrının gönül avuntusu olarak verdiği bir hediyeydi. Sevgili eşi Muslimat’ın dünyayı terk etmeden önce kucağına bıraktığı bir yadigardı İremhan. Diğer altı çocuğunu dağlı geleneklerine göre sevememişti, sarılamamış, öpmemişti. Yaşlı ana babası vardı evinde ve onların yanında çocuklarına karşı ilgisiz kalmalıydı. Bu örfün gereği olarak bir yabancı gibi davranmıştı çocuklarına. Onlar da babalarına karşı hep mesafeliydiler. Onun yanına çekinerek girip çıkıyor, konuşurken başlarını öne eğiyorlardı. Zaman rüzgarını yüzlerde hissettirmeden geçip gitmiş, önce yaşlı ana babasını almış, sonra kendisini yaşlandırmıştı. Fakat altmışına merdiven dayadığı yıllarda Yüce tanrı ona yüreğini coşkuyla dolduran bir kız evlat armağan etmişti. Saçları sapsarı, yüzü kartopu gibi göz alıcı bu kız çocuğunun sevimliliği Umar’a örfü adeti terk ettirmiş, onun içine neredeyse bir dede şefkatini bırakmıştı. Yıllardır çocuklarına gösteremediği sevgiyi şefkati sanki biriktirmiş, hepsini İremhan’a saklamıştı. Çocuk oluyordu onunla oynarken, saatlerce kucağından indirmiyor, söylediği yarım yamalak sözlere katıla katıla gülüyordu. Bu yüzden kıskanılırdı biraz İremhan, evlenip baba ocağından çıkmış kardeşleri bile ara sıra annelerine “Çocuklarını evlendirdikten sonra çocuk doğurmanın ayıbını nasıl göze aldın?” derlerdi.

Umar İremhan’a olan sevgisi yüzünden eşini bile incitmişti bir kez ki, aklına geldikçe  yüreğini kanatan bir hatıraydı bu. Muslimat’ın galnış yapmak için hamur yoğurduğu bir gün küçük İremhan onun çevresinde sürünüyor ve ikide bir minik parmaklarını annesinin önündeki hamura uzatıyordu. Muslimat küçük kızının eline hafifçe vurarak onu uzaklaştırmak istemişti ama nazlı İremhan bas bas bağırmıştı bu yasağa karşılık. Umar kızının ağladığını duyunca gelmiş onu yanına almış ve hanımına karşı sesini yükselterek

-Onu bir daha incitirsen seni incitirim Muslimat. Onu bir daha incitirsen seni ölmüş anne babanın yanına gönderirim, demişti.

Otuz yıllık eşinden bu azarı işitmek kırmıştı Muslimat’ı. Başını eğip önündeki hamurla meşgul oluyor görünmek istedi ama yanağından süzülen bir damla yaş Umar’ın gözünden kaçmamıştı. Bir süre sonra eşini yitirdiğinde Umar’ın içinde bir sızı olarak kalmıştı bu iki damla gözyaşı.

Muslimat öldüğünde İremhan altı yaşındaydı henüz. Nazla büyümüş, sevgiye ilgiye alışmış altı yaşında bir çocuktu o.

Hanımını kaybettiği günlerde Umar iliklerini donduran kar ayazından kaçıp sığındığı odasında sızıp kaldığı ateşin başında görmüştü o tuhaf rüyayı.

Göz alabildiğine uzanan geniş bir ovayı kat eden bir demiryolunda, iki rayın arasında ayakta duruyordu. Günün hangi saati olduğunu kestirmeye imkan yoktu. Mat renklere boyanmıştı ortalık. Sanki ayrı bir iklimde, ayrı bir diyardaydı. Sağlı sollu at ölüleriyle doluydu demiryolu. Kimisi tamamen çürümüş, kimisi yeni vurulmuş at ölüleri vardı her tarafta. Kuşlar uçuyordu leşlerin üstünde, ortalığı çınlatan kuş seslerinden başka hiçbir ses duyulmuyordu ovada. Nereye gideceğini, ne yapacağını kestiremeden koşmaya başladı yol boyunca. Hep aynı sonsuz düzlük çıkıyordu karşısına, hep aynı at leşleri. Demir yolundan ayrılıp at ölülerinin arasında dolaşmaya başladı sonra. Gözleri bu tek tip manzaraya yabancı bir şeyler arıyordu sanki. İçi anlatılamaz bir endişeyle dolu bir şekilde geziniyordu bu büyük mezarlığın içinde. Sonra at ölülerinden birine dikildi bakışları. Ağzından çıkmasına engel olamadığı bir çığlıkla çınlattı ovayı. Atın yüzü sevgili evlatlarından birine aitti. Sonra bir başka ata çevirdi bakışlarını, o tanıdığı bir komşusu, diğeri kuzeni, diğeri gelinine ait. İki elini yüzüne kapatıp çığlıklar atmaya başladı Umar. At ölülerinin üstünde uçuşan kara kuşların kahkahalarını bastıran çığlıklar koyverdi.

Uzandığı yerden doğrulup gördüklerinin kabus olduğunu anlayınca derinden bir “Dela bu hastım!” dedi. Kalkıp abdest aldı. Bu kabusun verdiği endişeyi atmak için namaza durdu.

. . .

İkinci Dünya Savaşının acılarının dünyanın her köşesinde hissedildiği yıllar… Umar’ın küçük dünyasına çok uzak köşelerde insanlar birbirini öldürüyordu, şehirler bombalanıyordu. Çeçenya’ya da düşüyordu bu ateşten sıçrayan kıvılcımlar. Savaşa giden Çeçen gençlerin ölüm haberleri geliyordu birer ikişer. Rusya’nın her yanı alev alevdi. Tanrı kötüleri cezalandırırken iyiler de nasibini alıyordu yaşanan felaketlerden. İnsanlar ya sosyalistti ya faşist. Zarar vermek amaçlandıktan sonra birisi için “faşistlere yardım ediyor, Almanlarla işbirliği yapıyor” demek kafiydi. Savaştı kısacası… Bütün çağrışımlarıyla uğursuz, lanetli bir savaş.

Kahrolası bir ağız Stalin’in kulağına Çeçen halkının Almanlarla işbirliği yaptığını söylemiş olmalı. Bu dağlılar yıllardır Ruslardan gelen her şeye karşı koyuyorlardı. Yıllardır  kendilerine dayatılan her şeye direniyor, bir türlü susturulamıyorlardı. Stalin’in Rusya’sına uyum sağlamak için çaba göstermiyorlardı, gelenekleriyle dinleriyle yaşıyorlardı. Onlardan kurtulmak için bundan uygun bir fırsat ele geçmezdi. Dünyanın birbirini kırıp geçirdiği bir devirdi nasıl olsa, öldürülen hiç kimsenin hesabı sorulamıyordu. Yok edilen bir halkın hesabını da hiç kimse sormayacaktı nasıl olsa. Onların çığlıkları Sovyetleri çevreleyen demir perdenin dışına çıksa bile…

. . .

1944 kışı… Kafkasya dondurucu ayaza teslim. Ulu dağlara kar yağıyor, dışarıda öldürücü bir dağ soğuğu. Çeçenler evlerinin duvarları içine gömülü ocaklarının başında cephedeki oğullarına mektup yazıyorlar. Kurtlar uluyor dışarıda, köpekler huzursuz.

Gökten düşmüşçesine ani bir şekilde Rus askeri araçlarıyla dolmuştu Çeçenya. Halklara yaşarken cenneti vaat eden Sovyet Birliğinin Kızıl ordusunun kuruluş yıldönümü olan 23 Şubatta yapılacak büyük kutlamalara hazırlanıyordu her taraf. Söylentiye göre Kızıl ordunun 26. kuruluş bayramı faşist Almanların Sovyet topraklarında uğradıkları yenilgiyle birlikte kutlanacaktı. Kızıl ordu Almanya karşısında gösterdiği büyük dirençle dünyaya kendisini kanıtlamıştı. Coşkuyla kutlanmalıydı bu bayram. Sovyet onurunu dünyaya duyuracak bir coşkuyla kutlanmalıydı.

Rus askerlerinin Çeçenya’ya gelişinin gerekçesi olarak bu bayram kutlamaları gösteriliyordu. Belki de Almanlara karşı Kafkasyalıların kahramanca karşı koymalarının mükafatı olsun diye Kuzey Kafkasya seçilmişti bayram için. Uzun kaputlarına sarılmış silahlı binlerce asker dağ köylerine varıncaya dek her yere dağılmıştı. Her yer askeri araçlarla ve ağır silahlarla doluydu. İnsanlar evlerinden uzakta askerlik yapan delikanlılara konuk severliklerini göstermek için yarışıyordu adeta. Garnizonlara yiyecek taşıyordu halk. Bununla birlikte soğuk, ürpertici bir tavrı vardı askerlerin. Kimisi insanlarla göz göze gelmek istemiyordu sanki. Kimisi onların ikram ettiklerini bile yemiyordu.

Çeçenya 23 Şubat Bayramını bekliyordu. Herkesin zihninde farklı endişeler, yüreklerde tuhaf bir korku…

Ve geldi Kızıl ordu bayramı.

Kızıl bir örtü düşmüştü sanki gökten yere.

NKVD birlikleri şehir ve kasabalarda meydanları doldurmuş, köylerde giriş çıkışlar tutulmuştu.

Halk olağanüstü bir şeylerin olduğunun farkında huzursuz ve şaşkın bir bekleyiş içindeyken ani bir emirle harekete geçmişti Rus askerleri. Önceden konuşulup kararlaştırılan plan uygulamaya konmuş, birden bire Çeçen topraklarındaki bütün Rus askerleri aynı emri haykırmaya başlamıştı.

Herkes tren istasyonlarında toplanacaktı. “ Siz Almanlarla işbirliği yaptınız. Alçak Almanları tercih ettiniz!” diye bağırıyordu NKVD subayları.

Şehir şehir, köy köy, hane hane, ev ev dolaşıyordu askerler. Evler boşaltılıyor, süngüyle, dipçikle insanlar dışarı çıkartılıyordu. Direnişe asla izin verilmiyordu. Çıkmak istemeyen yaşlılar hemen kurşuna diziliyordu. Karşı koymak için hazırlıklı değildi Çeçen halkı. Şaşkınlık içinde ellerine geçirdikleri birkaç parça eşyayı, birkaç dilim ekmeği yanlarına alıp düşüyorlardı askerlerin önüne. Namluların ucu nereyi gösterirse oraya dönüyorlardı. Yüzlerini yakıyordu şubat ayazı. Sırtlarına kar yağıyordu, üşüyordu çocukların elleri. Kadınlar titriyordu korkudan. İnsanlar ağlıyordu, yaşlıların gözyaşları sakallarını ıslatıyordu. “Nereye götürüyorsunuz bizleri, nereye? Bunca insan, bunca yaşlı ve çocuk, bunca kadın nereye gidebilir?”

Hiç kimseden alamıyorlardı bu sorunun cevabını. İtekleniyor, tartaklanıyor, azarlanıyorlardı. Askerlere karşı koyan birkaç genç, birkaç orta yaşlı adam oracıkta biçilmişti mermilerle. Birbirine sokulmuş insancıklar korkulu gözlerle bakıyorlardı ellerinde tüfeklerle bekleşen askerlere. Düne kadar konuk ettikleri askerlere, kendi gençleriyle birlikte Almanlara karşı koyan kızıl ordunun kahraman askerlerine olup bitenlere anlam veremediklerini ifade eden nazarlarla bakıyorlardı. Akılları almıyordu olup biteni.

Tren istasyonlarında bekleşen kalabalığın arasına karıştı her biri. İte kaka sığdırıldılar siyah hayvan vagonlarına. Vagonlar tıka basa insanla dolduruldu.

Kafkasya bu ayrılığı daha önce de yaşamıştı.

Yaşlı babasının kucağında ne olduğunu anlayamadığı bir telaşın içinde bulmuştu kendisini İremhan. Kendisini taşımakta zorlanan babasının boynuna asılıp korkulu gözlerle izliyordu çevresini. Ortalık alabildiğine insan doluydu, ağlıyordu insanlar, çocuklar ağlıyordu. Herkes birbirine bir şeyler soruyordu. Ayaz dondurucuydu. Kar atıştırıyordu bir yandan. İremhan’ın küçücük yüreği yaşanacak felaketi sezmişti. O da ağlamaya başladı. Katıla katıla ağlıyordu babasının kolları arasında. Üşüyen vücudunu babasının göğsüne yapıştırarak ağlıyordu.

. . .

Karanlık bir odacığın içinde buldu sonra kendisini. İçerdeki kalabalığın nefesi ılıtmıştı havayı. Usulcacık indi yorgun babasının kucağından. Ayakları üzerinde doğruldu babasına tutunarak. İçinde bulunduğu dar odacık yukarıdaki küçük bir aralıktan ışık alıyordu yalnızca. Çocuk gözleriyle seçmeye çalıştı içeriyi. Kadınlar bir tarafa büzüşmüş oturmuşlardı. Birkaç çocuk ayakta durmaya çalışıyordu. Kendi bulunduğu yerde yaşlı erkekler vardı yalnızca. Kocaman kalpaklarının altında yüzleri seçilemeyen aksakallılar dudaklarını kımıldatarak hafif sesle dua mırıldanıyordu. Deri paltolarının yakalarını kapamıştı hepsi. Kimileri alçacık bir sesle konuşuyordu yanındakilerle. “Öldürüleceğiz besbelli.” diyordu birisi. Diğeri “ Ama ne yaptık ki biz.”

Korkunç sesler çıkartarak hareket etmeye başlamıştı tren. İnsanlar yurtlarını görmek istiyordu son bir kez. Tahtaların incecik aralığına gözlerini uydurup dışarıyı seçmeye çalışıyorlardı. Yaşlı gözlerin gördüğü son vatan manzarası karlı dağlar, tipiye tutulmuş insanlar oldu sadece.

Nereye gidiyorlardı.

Umar, küçük kızına sarılıp kalmıştı. Konuşmuyordu hiç kimseyle. Gözlerini yere dikmiş duruyordu öylece. Yorumlamaktan korktuğu rüyası aklından çıkmıyordu. O kabusun gerçek olmasından korkuyordu. Sevgili çocuklarının, akrabalarının yabancı diyarlarda ölüp gideceğini görmekten korkuyordu.

-Bizi alıp denize atacaklar besbelli, dedi kadınlardan birisi. Bunca adamı öldürmeye yetecek mermi olmadığı için…

Kadının sözleri trenin korkunç homurtusuna karışıp boğulmuştu.

Yaşlılardan birisi daha soğukkanlı, daha teslim olmuş bir ses tonuyla konuşuyordu.

-Büyüklerimizden duymuştuk böyle günler göreceğimizi. Yaşayanların ölülere imreneceğini söylemişti büyüklerimiz. Onurluca ölmek için vaktimiz olsun yeter.

Sessizlik çöreklenip kaldı sonra vagonun içine. Tren sarsılarak, korkunç sesler çıkararak ilerliyordu korkunç kadere doğru. Erkekler oldukları yerde gözlerini kapayıp ölüm şarkılarıyla karışık zikir yapmaya başlamışlardı. Vagondaki yaşlılardan birisi yüzlerce yıllık bir Çeçen ilahisine ses verdi. Peygamber Yakup’un oğlu Yusuf’a seslenişiydi bu. Erkekler titrek sesleriyle hep bir ağızdan mırıldanıyordu.

“Sun Yousup dıavigana, sun Yousup veina.’’

İremhan tam olarak ne olup bittiğini anlamasa da bir felaketin içine düştüğünü fark etmişti. İlahinin acıklı sesinin bastıramadığı tren gürültüsü bitmek bilmiyordu. Gözlerinin seçebildiği kadarıyla bakmıştı etrafa. Herkes ağlıyordu. Büyüklerin ağladığını görmemişti daha önce. Bir oyunun içinde olmadığını fark edip tekrar babasına sokuldu ve duyduğu hıçkırık seslerini bastırmak istercesine yüksek sesle ağlamaya başladı. Umar kemikli elleriyle kızının sarı saçlarını okşuyor, yanındaki kendisinden yaşlı insanlara rağmen onun küçücük bedenine sarılıyordu fakat susmuyordu İremhan.

O sırada kadınların bulunduğu köşeden zarif bir gölge doğrulup temkinli adımlarla yaklaştı, hiçbir söz söylemeden gözleriyle izin istedi Umar’dan. İremhan’ı elinden tutup kadınların bulunduğu köşeye çekti. Küçük kız ellerinde hissettiği bu şefkatli sıcaklığa karşı koymadı, küçük adımlarıyla yavaş yavaş yürürken sustu.

Genç bir gelindi İremhan’ı küçük ellerinden tutup yanına alan. Henüz yirmi yaşlarında bile olmayan sapsarı saçları beline kadar uzanan yeni evli bir kızcağız. Belki kocası cephedeydi o an, belki bir başka vagonda, belki de toprakta. İncecik parmaklarıyla taradı genç gelin İremhan’ın ipeksi saçlarını, kulağına güzel sözler mırıldandı, yüzünü küçük kızın gözyaşlarıyla ıslanmış yüzüne yaklaştırıp alçacık sesiyle bir şarkı mırıldandı. İremhan bu karanlık ve pis kokulu vagonda hoş gördüğü tek varlığa sığındı küçücük vücuduyla. Aradan çok bir zaman geçmeden genç geline “Nani” dedi.

İlk on saat tren hiç durmadan yol aldı. Geçmek bilmeyen on saatin ardından verilen ilk molada insanlar indirileceklerini düşünerek heyecanla kapılara üşüştüler. Bir saat kadar süren bir bekleyişten sonra yeniden homurtuyla hareket etti koca tren katarı. İnsanlar ümitsizce yerlerine döndüler. Yanlarında getirdikleri birkaç parça yiyecekle bastırdılar açlıklarını. Ve korkunç utanç saatleri gelip çattı. Trenin ihtiyaç gidermek için mola vermeyeceği anlaşılmıştı. Ölümü ayıba tercih eden halkın çocukları yüzlerini arkaya çevirip başlarını tahtaya dayayarak ağladı, ağladı.

Genç gelin dağlı adetlerine uyduğu için birkaç genç kadın dışında hiç kimseye sesini duyurmuyor, vagondakilerle konuşmuyordu. Kendisine söylenilenler karşısında başını eğerek sessiz kalıyordu. Torbasındaki bir parça kurutulmuş eti İremhan’a sunup susturmuştu onun açlık ağlayışını. Sonra ona sarılmış, İremhan’ın bir türlü rengini hatırlayamadığı gözlerinden süzülen yaşları göstermemişti küçük kıza.

Yol bitmek bilmiyordu. Kimi istasyonlarda saatlerce mola veriyor fakat vagon kapıları açılmıyordu. Yol sürdükçe çoğalıyordu ölümü isteyenler. İlk pes eden, vagondaki en yaşlılardan birisi. Ölüm döşeğinden kaldırıp sürüklemişlerdi onu istasyona. Boş bir çuval gibi atıldığı yere kesik bir solukla yığılmıştı ihtiyar. Talihliydi belki hemen öldüğü için. Elindeki baston düşüvermiş, gözleri vagon kirişlerine takılıp kalmıştı. Sessizce alıp bir köşeye çekti onu erkekler. Kadınların iniltileri yükseldi. İremhan sessizliğin içinde artık kulağına şarkı mırıldanmayan geline daha bir sıkı sarıldı.

İnsanlar yüreklerine çöreklenen endişeyi tartışıyordu birbirleriyle. Nereye götürülüyorlardı? Bu yol nerede bitecekti? Ne yapılabilirdi? Vagon kapısının açıldığı ilk seferde askerlerin silahları üzerine atılıp öldürülmeyi sağlamak en çıkar yoldu. Bu uğursuz yolun sonu selamet olamazdı. Fakat açılmıyordu vagon kapısı. İnsanlar sancılanıyor, hastalanıyor, boğuk öksürük sesleri, inlemeler yükseliyordu. Vagon tahtalarının arasından keskin bir soğuk giriyordu rüzgarla birlikte. İnsanların nefesleri yetmiyordu içeriyi ısıtmaya. Çoğu apar topar kaldırılıp getirildikleri için sırtlarında doğru düzgün palto bile yoktu. Hele kadınlar… üşüdükçe sokuluyorlardı birbirlerine, üşüdükçe ellerini hohluyorlardı. Gözlerini uydurdukları küçücük tahta aralıklarından dışarıya baktıklarında çevrede ev, köy olmayan çıplak arazilerden geçtiklerini görüyorlardı. Kar kaplıydı her yan. Alabildiğine kar…

İkinci günün sonunda gürültülü bir konuşmanın ardından vagon köşesinde titreşen kadınlardan birisi eşyaların arasından çıkardığı bir lamba şişesini uzattı kocasına. Şişenin dibinde az bir miktar gaz çalkalanıyordu. “Bir tek kibritle bu utanca son verebilirsin, bir tek kibrit…” dedi. Kadının elindeki lamba şişesini titreyen eliyle aldı erkeklerden birisi. Çevresindekilere sorgulayan bakışlarla göz gezdirdi. Susuyordu vagondaki herkes. Hiç kimse yaşamak ister gibi bakmıyordu ona. Lamba şişesinin içindeki azıcık gaz onları bu sonu belirsiz yolculuktan, bu kahredici ayıptan kurtarabilirdi. “Bir kibrit,” dedi adam. “Ateş çıkaracak herhangi bir şey.” Cepler araştırıldı, taşı bitmiş, bir çakmaktan ve sırılsıklam olmuş üç beş kibrit çöpünden başka hiçbir şey yoktu. Şişedeki gazı vagonun ortasına döküp dakikalarca uğraştılar, elbiselerini gazın döküldüğü zemine sürdüler. Hepsi ateş yakmaya çalışan adamın çevresini sarmış sıcak ve onurlu bir ölüm için bekleşiyordu. Adam  ayazdan donmuş sakallarını eliyle karıştırdı, uyuşan ellerini elbisesiyle kuruladı ve çaktı. İremhan olup biteni anlamadan izliyordu adamı. Kucağına sığındığı genç kadının ona daha sıkı sarıldığını fark etti. İçerde çakmağın sesinden başka ses yoktu. Islak vagon tahtaları arasından sızan gazı tutuşturacak bir tek kıvılcım çıkmadı. Sessizlik içinde aniden parlayacak ateşi bekleyen kadınlar iyice sokuldular birbirine ve gözlerini kapadılar. Yanarak ölmenin dehşetini düşünmüyordu hiç biri. Bu utançtan kurtulmak, bu utanca son vermek… Genç gelin İremhan’ın başını göğsüne dayamış ara sıra dudaklarını küçük kızın samurdan yumuşak saçlarına dokundurarak içerdeki gerilimi ona hissettirmemeye çalışıyor, kesik kesik öksürüyordu.

Vagonun altından giren rüzgar tahtayı iyice kurutuncaya dek ateş yakma uğraşısı sürdü. Sonunda çakmak ve kırık kibrit çöplerini elinden düşürdü adam. Tekrar köşeye geçti ve iki gün önce ölen yaşlı adamın ölüsünün yanında başını elleri arasına alıp sustu.

Açlık… Ölümün ve pisliğin her dakika artan kokusu… Gecenin zifiri karanlığı ve bıçak gibi keskin kar ayazı çöreklendiğinde, vagonun içinde göz gözü görmez oluyor ve insanlar uyur taklidi yapıyordu. Herkes gözlerini sımsıkı kapıyor, başlıklarını kulaklarına kadar çekiyor ve yüzleri dışarı gelecek şekilde yatıyorlardı. İnsani ihtiyaçlar için sırayla birisi uyanmış oluyor, sonra gözlerini sımsıkı kapayıp Tanrıya bu azaba son vermesi için yakarıyorlardı. Sabah aydınlığı seçilmeye başlandığında gri renklerin içinde bir köşede donup kalmış bir çocuk ya da kadın cesedini itekliyorlardı kapıya doğru. Dua için kıpırdıyordu dudaklar…

Artık yiyecek hiçbir şey kalmamıştı. Son mısır ekmeği, son kuru et ve dum kırıntıları annelerin elinde çocuklar için saklanıyordu. Ölümcül inlemeler başlamıştı vagonun içinde. Tren yavaşladığında diğer vagonlardan haykırışlara karışıyordu sesleri. İnsanlar ya yan vagonda olduğunu düşündükleri akrabalarına sesleniyor, ya da ölümü çağırıyorlardı. Kara tren katarı cinnet geçiren bir sürü insanı taşıyordu artık bilinmeyen bir yere.

Yolculuğun üçüncü günü tahta aralıklarından parlak güneş ışığı huzmeleri karanlık vagona sızarken yavaşladı tren… İnsanlar artık bitmiş yüreklerinin çıkacağını sandı yerinden. Tren durdu… Kapılara yığıldılar tekrar. Boş yere açılmasını beklediler. Durdukları yer bir istasyon olmalıydı. Dışarıdan birbiriyle Rusça konuşan, şakalaşan askerlerin sesleri geliyordu. Günlerdir tren sesinden çınlayan kulaklar bu kez de megafondan yükselen sese dikkat kesilmişti.

-Çeçenler! Sovyet meclisinin kararıyla Kazakistan’a götürülüyorsunuz. Halk olarak Sosyalist idareye karşı koymanıza, Sovyetlerin düşmanı olan faşist Almanlarla işbirliği yapmanıza rağmen Sovyet meclisi sizleri vatandaşları olarak görmekte ve yeni bir yaşam alanı sunmaktadır. Yeni yurdunuzda güvende olacaksınız.

Anons aynı sözleri defalarca tekrarladı. İnsanlarla alay edercesine bir daha bir daha çınladı kulaklarda. Ardından tren vagonları sırayla açılmaya başlanmış olmalı ki dışarıdaki gürültüler arttı. Kurşun sesleri, haykırışlar, çığlıklar yükseldi. Karşı koyan ya da saldıran birkaç kişi öldürülmüş olmalıydı. Çeçence konuşmalar, Rusça küfürler, emirler birbirine karışıyordu. Bir saat kadar sonra Umar ve İremhan’ın bulunduğu vagonun kapısı açıldı. Bir sürü askerin ve kendilerine yöneltilmiş namluların arasında insanlar ihtiyaç için kendilerine gösterilen yere doğru yürüdüler. Askerler alaylı gözlerle izliyorlardı onları. Oysa sürgün yolculuğuna çıkarılmış kadınlardan çoğunun oğlu, eşi ya da kardeşi bu ordunun askeri olarak adını bilmediği memleketlerde savaşıyordu Almanlara karşı.

Bu arada vagon içerisindeki iki üç ceset, askerler tarafından sürüklenip götürüldü. İçeriye bir sürü lahana ve kuru siyah ekmek attılar ardından. Bir hayvan sürüsü taşıyorlardı sanki. Dilleri, dinleri, örfleri yoktu bu sürünün. Acıyacak, acınacak canları yoktu sanki. Vagon içerisindeki kirli varile hortumla su dolduruldu. Ses çıkaran birkaç kişi bu hortumla ıslatıldı ve on beş yirmi dakika sonra tekrar namlu gözetiminde hakaretlerle tıkıldılar vagona.

Tren tekrar gürültüyle kımıldayıp bilinmeze doğru ilerlerken durakladığı istasyonda soğuktan kaskatı kesilmiş cesetler kalmıştı sadece.

Yol uzadıkça artıyordu kış soğuğu. Artık iliklere işleyen ayaza dayanmak çok zordu. Çeçenler babalarından duymuşlardı bu toprakları. Rus ülkesinin bir ucundan diğer ucuna at ayağıyla aylarca süren bir yolculukla varılabildiğini, bir ucunun aylarca karanlıkta kalan uğursuz topraklar olduğunu, daha ötesinde Yecüc Mecüc’ün yaşadığını anlatırdı yaşlılar. Bu yüzden onlarla yaptıkları savaşı kaybetmişlerdi. Öldürdükleri her Rus askerinin yerine bin tanesi geliyordu. Öldükçe çoğalıyorlardı.

Bunca geniş yurtları varken, bunca uzak diyarlara sahipken ne istiyorlardı Çeçenlerden. Neden gelmişlerdi Kafkaslara, neden kuşaklar boyu dedeleriyle savaşmışlardı. Şimdi neden yurtlarından çıkarmışlardı onları. Gittikçe daha halsizleşen bir ses tonuyla kendi aralarında bunları konuşuyordu insanlar.

Artık en azından akıbetlerinin ne olacağını kestirebiliyordu insanlar. Demek Sovyet meclisi Çeçen halkının Almanlarla işbirliği ettiğine inanıyordu. Demek bu ağır suça rağmen kendilerine yaşam hakkı bahşedilmişti. Demek bundan sonra dünya haritasında bile yeri bulunamayacak uzak ve soğuk ülkelere dağıtılacaklardı. Demek bundan sonra karlı dağlarını, yeşil ovalarını, sevgili vatanlarını göremeyeceklerdi. Demek baba mezarlarından uzakta yaban ellerde öleceklerdi. Demek kopartıldıkları akrabalarıyla görüşmeleri ancak kadere kalmıştı artık.

Bu belirsizliği düşündükçe kahroluyordu insanlar. Bir akşam kadınların birbirine yaslanıp kaldıkları köşeden acı çığlıklarla fırladı bir kadın. Elbiselerini parçalayarak bağırdı çağırdı. Çocuklarından ayrı bir vagona bindirilmişti ve onlara ne olduğunu bilmiyordu. Günlerdir ayıp olacağı korkusuyla içindeki endişeyi dışa vuramayan kadıncağızın zihni infilak etmişti sonunda. Güçlükle susturulup bir köşeye oturtuldu ama bundan sonra o düşünemeyen, idrak edemeyen bir canlıydı.

Soğuğun elleri tamamen teslim almıştı insanları. Dondurucu Sibirya şubatına dayanmak artık imkansızdı, eksiksiz herkes öksürüyordu. İçlerini ısıtabilecekleri hiçbir şey yoktu üstelik. İstasyonda durakladıkları zaman vagona atılan lahanalardan geriye pek bir şey kalmamıştı. Kirli, üzeri buz kesmiş bir varil sudan başka içecek yoktu. Tren saatlerce yol alıyor, saatlerce duraklıyor ve tekrar yola koyuluyordu.

İremhan’ı bir ölünün sırtından çıkarılan deri bir sakoya sarmışlardı. Artık gözleri karanlığa ve gözyaşına alışmıştı. Üşüdükçe sokuluyordu kollarıyla kendisine sımsıkı sarılan sarı saçlı geline. Acıktıkça “Nani! Beybik dats datsi?” diyerek ona mızmızlanıyor ve onun titrek elleriyle uzattığı yiyecek kırıntılarıyla açlığını bastırıyordu. Sonra tekrar uykuya dalıyordu gelinin kollarında. Genç gelin kendisine sığınıp uykuya dalan çocuğu uyandırmamak için kımıldayamıyor, dayanılmaz öksürük nöbetlerini başörtüsüyle ağzını kapayarak ona duyurmamaya çalışıyordu.

Yine böyle bir uyuklama sonrası İremhan hafifçe kıpırdanıp kendisini saran kolları daha fazla hissetmek arzusuyla huzursuzlandı. Açtı, sıkışıktı ve bu iğrenç kokulu soğuk vagona daha fazla dayanamıyordu. Küçücük elleriyle başı yana düşmüş duran gelinin yanağına dokundu. Sonra korkuyla çekti elini geriye. Genç kadının yanağı buz kesilmişti. Belini kavrayan kolu tutup sarstı. Hiçbir tepki vermeden düşmüştü öylece. İremhan ne olduğunu anlamadığı halde çığlık çığlığa bağırmaya başladı. İçerdeki hava İremhan’ın “Nani! Nani!” çığlıklarıyla çıldırtıcı bir hal almıştı.  Vagondaki herkes halsiz bir şekilde başını kaldırıp ona baktı. Artık ölene imreniliyordu adeta. Kadınlar ağlayarak başına üşüştü İremhan’ın. Gözyaşları içerisinde ayırdılar onu beş gündür anne bildiği, sarıldığı kadıncağızdan. Boylu boyunca uzattılar vagonun bir köşesine. Uzun sarı saçlarını göğsünün üzerine bırakıp başucunda dualar okuyarak gözyaşlarıyla ıslattılar genç gelinin bedenini.

O günün akşamı tekrar durdu utanç treni. Kalın bir kar tabakasıyla kaplı, yol iz görünmeyen bir kar çölünde… Vagon kapıları yine sırayla açıldı, artık direnmeye, karşı koymaya mecali kalmamış, aç ve hasta insanlar silahlı askerlerin oluşturduğu bir koridordan geçirilip ihtiyaçları için bir yere toplandılar.. Kalın paltolarına sarılmış kürk başlıklı Rus saldatları aceleyle emirler yağdırıyorlardı birbirlerine. Rüzgarın uğultusu alıp götürüyordu bağrışmaları, sesler tipiye, borana karışıyordu. Ayaklarında kaçmak için güç bulabilen bir kaç kişi askerlerin açtığı ateşle cansız düşüverdi yere. İnsanlar artık düşünemiyordu. Tepkisiz bir şekilde bakıyorlardı çevrelerine.

Vagon içlerine lahana ve siyah ekmek atıldı. İçi buz tutmuş siyah varilin içine kar suyu dolduruldu ve ölüler vagonlardan çıkartıldı. Genç gelinin cenazesi de iki yorgun Çeçen erkek tarafından vagondan indirilip karların üzerine bırakıldı. Soluk mavi elbiseden başka hiçbir şey yoktu ölünün üzerinde. Çeçenler ölüyü gömmek için kazma kürek istediler. Askerler sertçe reddetti bu isteği. İnsanlar ölülerine son vazifelerini yapmak için ısrar edince zorla tekrar tıkıldılar vagonlara. Kara tren katarlarının kapıları bir bir kapandı içerdeki çaresiz insanların üzerine. Tekrar karanlığın içine büzüşüp kaldılar. Bu kez vagonun içini soğuktan ve açlıktan daha korkunç bir sessizlik kapladı. İremhan, önce gözlerini vagonun içindeki insanların yüzlerinde gezdirdi tek tek. Çocuk zihni ağlamanın, bağırmanın dışarıdaki askerlere etki etmediğini kabullenmişti. Vagonun tahta aralıklarına gözünü uydurup baktı karların üzerine uzatılmış genç kadına. Soğuktan kaskatı kesilmiş yüzü vagona dönüktü genç gelinin. Sarı ama sapsarı saçları kımıldanıyordu rüzgarda. Rengini bir türlü hatırlayamadığı gözleri aralıktı ve manasız, pırıltısız bir şekilde bakıyordu kendisine. İremhan, önce kesik mırıltılarla seslendi ölüye. “Haznani! Haznani!” işte  burada boşalttı çocuk yüreğini. Katıla katıla ağladı ağladı. İstasyondan ayrılan trenin donmuş raylarda çıkardığı korkunç ses ve tipi boğuyordu onun “Nani!” çığlığını.

. . .

2000 kışı… Grozni üç gündür Rus uçaklarının yoğun bombardımanı altında. Önceleri bombardımana birkaç gün ara verildiği oluyordu ama bu kez kesintisiz bomba yağıyor şehir enkazına. Dün sokağın bir köşesinde duran çocuk hastanesinin yerinde bugün koca bir taş yığınından başka bir şey yok. Grozni, adı olup kendi olmayan bir hayalet şehir. Grozni, dövüle dövüle öldürülmüş bir insanın cesedi kadar yıpranmış artık. İnsanlar gruplar halinde terk ediyorlar yaşadıkları yeri. Kulakları sağır edici uçak uğultuları, ayakların bastığı yeri sarsan bomba gürültüleri, tek tük tüfek sesleri…

Anne İremhan, kızını ve cephedeki tek erkek evladının iki çocuğunu yanına alıp Zavodskoye bölgesindeki evinin yıkıntılarını terk etti. Bütün Grozni yollara düşmüştü. Kalabalık insan gruplarının üzerine bile ateş yağıyordu gökten. Sivil halk kurtarabildikleri birkaç parça eşyayla birlikte güneye doğru kaçıyordu. Bir insan hayatı boyunca birkaç kere sürgün yaşamış yaşlılar, genç kadınlar, küçük çocuklar kar altında yürüyordu güneye doğru.

İremhan soğukkanlı olmaya çalışıyordu. Çocuklarına sahip çıkmalıydı. Artık yaşı altmışın üzerindeydi ve ölümden korkmuyordu. Babası Umar’ın hislerini anlıyordu artık. Çocuklar yaşamalı. Onların yaşaması tek tesellileri olacaktı. Geriye dönüp bakmamaya çalıştı, ayazın etkisiyle buz kesmiş yanaklarını hissetmiyordu. Yürüdüler, yürüdüler. Kendileri gibi nereye gittiğini bilmeden koşturan insanların arasında ilerlediler. Geçtikleri her yeri ilk defa görüyorlardı sanki. Gökten yağan yıkımdan nasibini almamış tek bir bina yoktu. İremhan artık düşünemiyordu. Bu yıkıntıların çok değil, bir ay önceki o görkemli şehre ait olduğuna inanmak çok zordu. Şehrin son evlerinin bulunduğu yere gelince dinlenmek üzere durup geriye çevirdi başını. Günlerdir dövülüp duran Grozni’nin heybetli yıkıntısını izledi bir süre. Çocuklar üşüyordu. Kızı elindeki eşyaları yere bırakıp küçük yeğenini kucağına almıştı. Bu esnada yoldaki konvoyun arasından bir kamyonet durdu önlerinde. Arabayı kullanan orta yaşlı adam bu yaşlı kadının yanındaki genç kıza ve küçük çocuklara acıyıp onları aracın vagonuna almayı teklif etti. Ellerindeki birkaç parça paketi ve iki battaniyeyi içeri atıp vagona bindiler. Araba buzlu yol üzerinde hafif bir patinaj yaptıktan sonra hareket etti. İremhan hiç konuşmadan çekti torunlarını kendisine doğru. Çocuklar ne olup bittiğini kestirebilecek yaşta değildi henüz. Arabanın sarsıntısı ve soğuk küçük torunu ağlatmak için yeterliydi. İremhan’ın kızı küçük yeğenini kollarıyla sımsıkı sardı ve sesindeki korkuyu belli etmemeye çalışarak soğuktan kıpkırmızı kesilmiş yüzünü çocuğun yüzüne yaklaştırarak bir şarkı mırıldanmaya başladı onun kulağına.

“İsa Musa şi vaşe vu,

Tsera nana Alpatu yu,

Alpatu mayra Şirvani vu

Şirvani mekoş kolhazah du”

. . .

Bir yanılsama, bir dejavu değildi bu. İremhan ikinci kez yaşıyordu bu sürgünü. Çocukluğunun ilk hatırası geldi aklına. Zamanın tortusu sisler arasında silikleşmiş görüntüler canlandı zihninde. Elli altı yıl önce yine bir kış, babasının yaşlı yüzü, soğuk, tipi, tren, askerler, savaş, savaş… Yine yollara düşmüştü insanlar. Karanlık tren vagonunda kendisine sarılan o adını bilmediği, gözlerinin rengini anımsamadığı gelin gelmişti aklına. Onu karların üzerinde bırakıp ayrılışlarını hatırladı. Novosbirsk yakınlarında babasının kucağından inmiş ve yabancısı oldukları bu soğuk topraklarda sığınacak bir yer aramışlardı. Tam on dört yıl geçirmişlerdi o diyarda. İremhan on dört yıl sonra yurduna döndüğünde babası Umar’ı ve ziyan olmuş gençliğinin en güzel yıllarını bırakmıştı Novosibirsk’te. Zehirden daha acı hatıralardı bunlar. Hatıra kelimesinin sıcak çağrışımlarından o kadar uzaktı ki. İçi bu acıyla kasıldı, gözyaşlarını kızına belli etmemek için tutmaya çalıştı kendisini. Kucağındaki torunlarına sarıldı sımsıkı. Başını onların üzerine eğdi ve zaptedemediği gözyaşlarıyla ıslattı onların yüzünü.

Gökten ölüm yağdıran uçaklar geçiyordu Grozni üzerinden. Artık tamamen harabeye dönmüş şehirle birlikte İremhan’ın yuvası da gözden uzaklaşıyordu.

Yeni bir sürgün yoluna çıkmışlardı.