Hulusi Üstün ile Turna Fırtınası Kitabı Üzerine Söyleşi

Hulusi Üstün’ün 10 yıl aradan sonra yazdığı romanı Turna Fırtınası bir İstanbul romanı. Fakat şimdiye kadar ki ikiliklerden uzak, sahici olmak gayretinde bir İstanbul romanı… Yusuf Tunçbilek Turna Fırtınası hakkında Hulusi Üstün ile konuştu. Ajans Kafkas olarak söyleşiyi Dünyabizim sitesinden alıntılıyoruz.

Hulusi Üstün’ün 10 yıl aradan sonra yayınladığı ilk romanı “Turna Fırtınası” Türkiye’nin son çeyrek yüzyılında yaşanılan sosyal ve siyasi meselelerin şiirsel bir romanı diyebiliriz. Romanı okuduğumda “işte bu” dedim, “ işte bu bizim hikayemiz”. Daha fazla insanın bu romanı okumasını, bilmesini istedim. Elbette bunun en güzel yolu röportajdır, söyleşidir. Ben Hulusi Üstün ile sohbet ettim. Nasıl bu roman tarihe bir iz bırakmışsa ben de roman üzerine konuşarak bir iz bırakmak istedim.

Anlatılanlar bizim hikayemizdir, İstanbul’un hikayesidir. Fakat İstanbul’un bir noktası değil, tarih boyunca birbirine zıt görülmüş Beyoğlu ve Fatih’in hikayesi bu. İşte yazarın farkı bunun ikisini bir arada anlatabilmede. Edebiyatımızda adet, bir tarafı görmek, diğerini yok saymaktı. Bence Hulusi Üstün son romanı ile birlikte, hayatın tam içerisinden bir yolculukla, bizi anlatmaya çalışarak başarıyı yakalamıştır.

Daha önce yazılmış romanları olsa da bizler Hulusi Üstün’ü daha çok öyküleriyle tanıdık. En son “Şaheser” isimli romanınız 2005 yılında çıkmıştı. On yıl gibi uzun bir aradan sonra, birçok öykü kitabının üstüne sizi romana döndüren neydi? Anlatacaklarınız en başarılı şekilde bir romanla mı anlatılabilirdi? 

Buna bir dönüş dememeli. Çünkü romanı terk etmişliğim yoktu. Öykü daha pratik, belki bu hızlı çağın ruhuna daha uygun bir tür ama roman felsefik temeli olan, ince işçilik isteyen, hem psikolojik hem de sosyolojik irdelemeler gerektiren çok boyutlu bir alan. Daha geniş zamanlar ve çok disiplinli çalışmalar gerektiriyor. Sonuçta ortaya çıkan eser de hayatın sizin pencerenizden görünen manzarasını öyküye kıyasla daha net ve daha geniş bir şekilde ortaya koyuyor. Dolayısıyla anlatacaklarımı ancak bir romanla ifade edebilirdim

kb9786055563844

Tabii romanda Türkiye’nin son çeyrek yüzyılındaki sosyolojik, siyasi meselelere göndermeler var, bu göndermeler meramın roman dışında bir başka tür ile ifadesini imkansız kılıyor belki…

Evet bu konu derli toplu bir şekilde ancak bir roman ile ele alınabilir, ancak bir romanla ifadesini bulabilirdi. Anlattıklarımın bir kısmı sosyolojinin, psikolojinin, bir kısmı tarihin, belki dinin, müziğin ve modanın konusuna giriyor… roman tüm bu disiplinlerden yararlanmayı mümkün kılan bir alan… fakat tabii ki edebiyatın dil ve anlatım ilkeleri çerçevesinde…

Siz ‘edebiyatın dil ve anlatım ilkeleri’ deyince yukarıdaki soruda yaptığım tanımın eksik olduğunu fark ettim. ‘Bu kitap Türkiye’nin son çeyrek yüzyılında yaşanılan sosyal ve siyasi meselelerin şiirsel bir romanı…’ diye düzelteyim.

Bu tanım beni sevindirdi. Çünkü roman dilinin özenli olması mutlak bir şart. Yani roman dili salt akademik dille, günlük dille değil, öykü diliyle de farklılık arz etmeli. Sizin bunu ‘şiirsellik’ olarak nitelemeniz beni onurlandırdı. Aksi halde bu uzun metinler uzun hikayeler, uzun öyküler olarak tanımlanırdı. Bir edebi eseri roman olarak değerlendirmemizin kriteri onun uzunluğu ve kısalığı değil, öncelikle dilidir. Bu metinde bu dilin yakalandığını tespit ediyorsanız bu beni memnun eder, onurlandırır.

Gelelim romanın içeriğine. “Turna Fırtınası” okuyup bitirdikten sonra içimde büyük bir boşluk hissi bıraktı sanki. Sanki yürekte bir oyuntu bu. Eser okuyucunun içine işleyen bir konuya sahip…

Evet… Bu etkiyi bırakan, kahramanların ağzından anlatılan pişmanlık itirafları… hepimizin yaşadığı, ama itiraf edemediği pişmanlıkları vardır ya… onlar… içerdiği trajedi… hepimizin zaman zaman içine düştüğü ümitsizlik… sizin ‘yürekte oyuntu’ olarak nitelendirdiğiniz budur belki.

Ama sanatın insan üzerinde böyle bir etki bırakması gerekmez mi? 

Evet sanatın insan üzerinde bir etki bırakması gerekir. Bu etki bir olaya şahit olmak, bir fiziki darbeye maruz kalmaktan farklı bir şekilde tanımlanmalı. Çünkü sanat estetik bir dokunuştur, sanat benzeriz bir dokunuştur. Her sanatçının sözünün farklı bir büyüsü, kaleminin farklı bir üslubu, sesinin başka bir tınısı  olması lazım. Sanatı vazgeçilmez kılan işte bu özgünlüktür.

Ben o özgün dokunuşu ‘yürekte oyuntu’ olarak tanımlasam…

Belki bir başka okuyucunun yüreğinde yangın, bir başkasında serinlik…

Sanat böylesi bir büyü mü? Değişken…

Evet sanat her zihinde, her gözde, her yürekte farklı etki bırakan bir büyüdür.

Romanınız, kahramanlarının sayısı bakımından da farklılık arz ediyor. Bunca farklı tipi birbiriyle uyum içerisinde işlemek zor olmadı mı?

Zor oldu, ama zorunluluktu. Çeyrek yüzyılın çetelesi var burada… dolayısıyla bir çok kahramanı olmalıydı. Hatta bir takım karakterleri birleştirmek zorunda kaldım. Romanın baş karakteri bu tarz bir bileşim…

Şaşırtıcı olan bu kahramanlar arasındaki uyum ve bağlantı. Bir kronolojik sıra gözetilmemiş olmasına rağmen kitap bittiğinde her şeyin yerli yerine oturması sihir gibi.

Evet gerçek hayatta var olan ilişkilerdi bunlar. Olup bitenleri birbiriyle uyumlu bir şekilde bağlantılamak kolay değil. Kolay olsa herkes yapardı, yahut ortaya koyduğumuz eser her yerde olana benzerdi. Kronolojik sıra gözetmemiş olmak ve neticede her şeyi ait olduğu zaman içerisinde algılanır hale getirmek sanatsal üslup. Zaten iç içe geçmiş bu olaylar bir kronolojik sıra gözetilerek anlatılamazdı.

19832777-10155280522886839-2049182671-n

Gerçek hayat demişken, romanında beni asıl etkileyenin içeriğindeki gerçekçilik olduğunu söylemeliyim.

Bu da doğru. Turna Fırtınası bir fantezi çağını, bir masal çağını konu etmiyor. Hepimizin yaşadığı bir çağdı bu. Hepimizin bir şekilde çeşitli cephelerinde olduğu mücadeleleri konu ediyordu. Hepimizin yenilgisini…

Kitap O kadar reel ki romanda siz de bir tip olarak varsınız. Avukat Üstün…

Evet… bu da bir mecburiyetti. Çünkü romanda anlattığım olayların şahidiydim ve birebir içindeydim. Yazarken yeniden yaşıyordum. Kahramanlarıyla konuşarak şekillendirdim. Konuştuğum kahramanlar olayları anlatırken benim tanıklığımı referans alıyorlardı. Bu belki de romandaki yegane kurgu idi. Yani kendimi bir roman kahramanına dönüştürmüş olmam. Aynaya bakmak gibi bir şey. Her şeyi daha anlaşılır kıldı benim için.

Üstün karakteri toplum gerçeğiyle alakası kalmamış bir edebiyat anlayışından bahsediyor. Sizce böyle midir gerçekten?

Evet öyledir. Günümüzde toplum ciklet kağıdından kıymetli olmayan kitaplar üretiyor. Bütün edebiyat türleri ve özelde roman okuru azaldı. Romana ve edebiyata teveccüh eridi. Bunda Türk romanının gerçek hayattan kopuşunun etkisi büyük. İnsanlar romanlarda kendilerini bulamıyorlar. Sadece yaşadıkları hayatı değil, hayal ettikleri, olmak istedikleri hayatı da bulamıyorlar. Dolayısıyla edebiyat hayatın dışına itildi. Siyaset ve dini propagandanın şekillendirdiği bir okur kitlesi var. Bu kitleye estetik kaygıdan vareste, gerçek hayatla, Türk toplumunun dinamikleriyle ve idealizmle uzaktan yakından ilgisi olmayan bir takım eserler sunuluyor. Kitle bunu abur cuburla beslenmeye alışmış bir bünye gibi çaresiz alıyor. Doğal olarak gerçek edebiyatla beslenmeyen toplumun algıları sarsılıyor, sakatlanıyor.

Peki “Üstün” karakteri dışında siz bu romanın neresindesiniz?

Her yerinde… benim tanıdığım insanların öyküleri bunlar. Bizzat tanıdığım insanların hayat hikayeleri. Hatta bizzat yaşadığım olaylar…

Türk edebiyatında, romanında, İstanbul çok işlenen bir konu olmuştur. Sizin kitabınızda da İstanbul kadim kökleri, yeni yüzü, sokakları, ağaçları, sofra kültürü, azınlıkları, tarihi yapıları ve daha bir çok unsuru ile birlikte işlenmiş. “Turna Fırtınası”nı bitirdiğimde “Bu bir İstanbul romanı” dedim. Fakat hangi İstanbul? artık İstanbul çoktan İstanbul olmaktan çıktı. Sizin 1990’lardan alıp bugün getirdiğiniz hikayede Fatih, Beyoğlu ve Kasaba üçgeninde geçiyor roman. Bu üçlünün anlamından bahseder misiniz?

Fatih Türkiye’nin kadim kültürünü, Beyoğlu Türkiye’nin batı etkisine açık yüzünü, kasaba da periferiyi temsil ediyor tabii. Türkiye’deki her türlü siyasal ve sosyal olayın geçmişten kaynaklanan bir takım dinamikleri var. Bir de kaçınılmaz olarak batıdan gelen etki var. Periferi ya da daha uzak taşra ise bu iki ucu besleyen kaynak…

sehir-kent-istanbul-1000x665

Günümüzde sanki Fatih ve Beyoğlu bitmiş ve yerlerine yenileri konuluyor. Örneğin Fatih’in yerine Üsküdar parlatılırken, Beyoğlu’nun yerine de Kadıköy öne çıkıyor. İstanbul’a yakın bir kasabadan bahsetmek ise artık ne kadar mümkün meçhul. Bu tespitlere katılır mısınız? 

Fatih, dönem dönem sükut etse de hiçbir zaman yerine bir başka semtin ya da herhangi bir yerleşim yerinin ikame edilemeyeceği bir semt. Nitekim şu aralar önemli bir sükut çağını yaşıyor. Geçecektir. Binlerce yıllık tarihin ve ölümsüz eserlerin bu semte biçtiği bir temsil görevi var. O temsil görevini bir başka semt icra edemez. Beyoğlu da öyle… orası da bir sükut çağını yaşıyor. Çağıltısı azaldı. Bu durum biraz da Türkiye’nin genelinde yaşanılan bir kültürel sükutun sonucu…

Nedir bu sükutun sebebi?

Sezen Aksu’nun  deyimiyle ‘bir çağ yangını’ bu… Modernite birçok şeyin anlamını, yerini ve etkisini değiştirdi. Bunun dışında birçok bileşen var. Türkiye’nin de bir yönüyle ait olduğu Ortadoğu coğrafyası yangın yerine döndü. Diğer gerekçeler kitapta açıklanıyor. Üst üste yaşanmış bir çok inkırazın birleşik etkisi…

Kasaba demiştik… Orası aynı mı?

Kasaba ya da taşra… Fatih ve Beyoğlu’na nispetle aynı. Evet İstanbul genişleyip yayıldıkça daha uzak coğrafyalar periferi oluyor. Ama bir yerde taşra var. Aynı basit verilerden yola çıkarak hayatı anlamaya çalışan taşra… Onun İstanbul’daki etkisi daha fazla artık. Büyüyen İstanbul dün taşra dediğimiz yerleri yuttukça taşra da İstanbul’u yutuyor. Çeyrek yüzyıl önce birbirlerinin biraz daha dışındaydılar belki. Şimdi daha iç içeler.

19553847_10155265665641839_3420560799258319853_nRomana geri dönersek eğer, Türkiye’nin son çeyrek yüzyılı var bu kitapta. İslamcılar ve solcular, onların kendi iç bölünmüşlükleri, yenilmişlikleri, yahut davalarından vazgeçmişlikleri ve ortak sonuçta buluşmaları… bütün bunlar romanda bir roman diliyle anlatılıyor. Neden bu iki zıt kutbun aynı kaderi paylaştıklarını düşünüyorsunuz?

Evet ikisi için de bu sonuç kaçınılmazdı. Çünkü ikisi de reel verilerden beslenmiyordu. Solcular açısından bu, proleter sınıfın oluşmamış olmasıydı. Kaderci, teslimiyetçi, atalarını mukaddes kişilikler olarak kabul eden, yetinen, tarih boyunca üst sınıf oluşturamamış, sosyal katmanlar arasında sürekli bir geçişin olduğu bir toplumda sol prensiplerle savaş yürütmek mümkün değildi. Hoş, o yıllarda sol bütün dünyada kaybediyordu. İslamcılar solculara nazaran daha hızlı bir oluşum süreci yaşamışlardı. Bir fanusun içindeydiler. Yaşam alanları farklıydı, bulundukları yerde fark ediliyorlardı. Başörtüsü, sakal, kılık kıyafet, konuşurken kullandıkları kelimeler gibi alamet-i farikaları vardı. Bu sebeple onur kırıcı bir baskıya maruz kalıyor ve dışlanıyorlardı. Bu baskıyı kaldırmak için güce başvurmanın bir örneği de bu topraklarda yoktu. Heyecanlarını sürekli canlı tutan iç ve dış dinamikleri vardı. İçeride başörtüsü, İstiklal Mahkemeleri tartışmaları, her şeyin müsebbibi olarak algıladıkları Kemalizme karşı duydukları öfke, dışarıda ise Afganistan, Bosna, Çeçenya… Bütün bu olgulara rağmen onları gerçekdışı bir alemin içinde olmakla tanımlamamızın sebebi servete, paraya ve iktidara olan uzaklıklarıydı. Modern bilimden değil yüzlerce yıl önce yazılmış eserlerden besleniyorlardı. Sosyoloji, tarih, edebiyat, musiki hemen hemen yoktu. Hamasi bir tarihten, ığıl ığıl gözyaşı içeren şiirden besleniyorlardı. Fikir adamları yoktu fakat heyecanlı hatipleri vardı. Bu yoğun duygusallık onları iktidara taşıyıp zengin kılmaya yetti fakat muktedir ve zengin olmanın gereklerini taşıyamadılar. Netice olarak sol cenah prensiplerinin bu topraklarda onlara bir zafer kazandıramayacağını gördü, İslami hassasiyetleri olanlar ise gücü ele geçirdiklerinde davalarının özünü oluşturan adl, hakça paylaşım, barış gibi prensiplerinden feragat ettiler.

İkisini kaderdaş kılan neydi peki.

Aynı düşman tarafından yenilgiye uğratılmış olmaktı.

Neydi o düşman?

İnsan egosu…

Romanda beni elbette bireysel olarak etkileyen kısımlar vardı. Örneğin içildiği mekana göre çayın ve alkolün anlam değiştirmesini konu eden kısım… Burada bütün romandan bahsetmek doğru olmaz fakat doğu ve batı kıyaslaması, yaşlılığa dair akıl yürütmeler, Yunan mitolojisi, ölüm oruçlarına yatan mahkumların ölüm süreci, Alevilik, Sünnilik, Kürtlük ve Türklük… Sokak şarkıcılarının ayine dönüşen doğaçlama müzikleri, eşcinseller, azınlıklar, tekkeler, İstanbul tasavvufu, İslami cemaatler, başörtüsü, Bosna Savaşı… Birbirinden bunca farklı konu şimdiye dek bir roman içerisinde bu derece ahenkli bir şekilde bir araya gelmiş miydi? Ne dersiniz?

Hayat tüm bu başlıklar ve daha fazlasının bileşimi… Bu başlıkların bir ahenk oluşturup oluşturmadığına Türk okuru karar verecek. Ben de bu kararı merak ile bekliyor olacağım.

Romandaki karakterleri değerlendirecek olursak, her biri dikkat çeken karakterler. Ana karakter Esat, bilgiç Vasat Kadir, neşeli Maro, rint Baba Deniz ve diğerleri. İstanbul’un renkli insanlarını anlatmışsınız. Günümüzde bu renklerden bir eser kaldı mı?

Binlerce Esat var ve ben yüzlercesini tanıyorum… Vasat Kadir, İstanbullu kitapseverlerin yakinen tanıdığı Teşkilat Refik’ten mülhem bir karakterdir. Yine onun gibi şark bilgelerine rastlıyorum ama hiç biri Teşkilat Refik kadar renkli değil. Bu durum beni çok üzer… Aradan kaç yüzyıl geçerse geçsin dünyaya bir başka Teşkilat Refik’in gelmeyecek olması ihtimali… Maro İstanbul’da artık örneği varsa da pek azalan gayrimüslim hanımlardan biriydi. Evet ondan sonra bir benzerine rastladığımı söyleyemem… Baba Deniz hala Beyoğlu sokaklarında dolaşan bir sokak şarkıcısı… Saka da vardır onun yanında… Ama bu ara en çok Fevzi görüyorum çevremde. Bir Fevzi… başka bir Fevzi… bir başka Fevzi… Uzun Fevzi, kısa Fevzi… Sarı Fevzi, esmer Fevzi…

hulusiustun3-138676827172

Esat ana karakter, etkileyici, trajik bir hikayesi var. Neden Esat? Türk insanının siyasi trajedisiyle Esat’ın trajedisi arasında benzerlikler göze çarpıyor.

Neden Esat… Esat adı düne kadar bize Şeyh Galib’i hatırlatırdı. Son beş on yılda Suriye’yi… İsimlerin çağrıştırdığı anlamların değişmesi gibi o ismi taşıyanların hali de değişiyor. Kimi zaman trajedik şoklarla karşılaşıyoruz. Fetö olayı trajedik bir tokattı… Bir hasta ruh kırk yıl boyunca bu memleketin başgündemi oldu. Siyasilerin, bürokrasinin, dinin, basının, hatta sanatın başgündemi bir şizofren ihtiyardı. Düşünebiliyor musunuz aldanmışlığı… Esat’ın trajedisi bizim memleketin kırk yıllık trajedik aldanmışlığının sembolüdür. Bu şok edici trajedinin romanda yer almasının hikmeti budur. Özelde Müslümanlar nerede yanlış yaptıklarını tespit edemeyecek durumdalar. Tıpkı Esat’ın hayatına ilişkin o büyük soru işaretinin cevabını bulma imkanının kalmayışı gibi. Bu bir temsil… ‘Temsilde hata olmaz’ derler…

Romanın esasında her satırında hissedilen bir şey var, o da hayatın kendisini ıskalamak meselesi. Gençken gençliği, orta yaşta orta yaşı, yaşlıyken yaşlılığı yaşamak gibi, basit görünen ve fakat bir o kadar temel bir mesele bu. Hayatı ıskalıyor muyuz?

Türkiye hayatın sarf edildiği bir memlekettir. Hayat genellikle ıskalanır bu coğrafyada. Oturup boş boş zaman geçirmenin elli farklı şeklini geliştirmiştir bu toplum. Okunmaz, eleştirilmez… Hayatı dolu dolu yaşamanın örneği de azdır öte yandan. Tanpınar’ın ‘Şark durup beklemenin yeridir’ cümlesindeki tespit bu. Biz durup beklerken geçip giden gençliktir, hayattır…

Karamsar bir tablo çizilmiş olabilir, bu özeleştiri olarak da okunabilir. Fakat hiç umut yok mu?

Umudum olmasaydı bu romanı yazmazdım. Ben umitvarım. Bir roman yazarının olması gerekenden daha fazla umitvar… Bu roman bir durum tespiti yapıyor öncelikle. Evet düştük… Nereye düştük… İşte şu an bulunduğumuz yere… her yıl milyon insanın eklendiği kalabalık bir şehrin herhangi bir köşesine… devasa binaların içindeki küçük dairelere… onlarca çeşit elbisenin arasına… mükellef sofraların üzerine… kitapsız, zevksiz ve keyifsiz hayatlara… boşluğa… yalnızlığa… atalete… İnsan düştüğünü fark etmezse kalkmazmış… Toplumlar da öyle… İkinci olarak bu kitap umudun doğacağı ufku gösteriyor. Bu ufuk Hür akıl… Hür vicdan… hür fikir… Hür irfan… Özelde Türkiye genelde bütün şark için bir aydınlanma şafağıdır bu. Aydınlar bu güneşe alkış tutmalı… Hürriyet önce zihinlerin hür olması ile gelecektir.

Sizin geleceğe dair planlarınız nedir, “Turna Fırtınası”ndan sonraki eserinizi tasarlıyor musunuz? Son sözlerinizi de alabiliriz yavaştan. 

Hiçbir tasarı içinde olmayıp kasabamda çocuklarımla birlikte vakit geçirmeyi ve konuk ağırlamayı tercih ederdim. Yaşadığımız gelişmeler bizi yeni şeyler üretmeye mecbur kılıyor. Hukuk hocam İlHan Özay, bir batılı yazarın sözünü alıntılardı hukuk kitabının girişinde. ‘Yazmak kötü yola düşmek gibidir.’

Uzun ama güzel bir sohbet oldu. Vaktinizi ayırdığınız için teşekkür ederim.

Keyifti, zevkti. Ben teşekkür ederim.

Hulusi Üstün, Tuna Fırtınası, Çınaraltı Yayıncılık