Ajans Kafkas’ın düşünce turuna konuk olan Demokratik Çerkes Platformu sözcüsü Sezai Babakuş, Çerkeslerin kimlik arayışındaki bunalıma dikkat çekerken gerek etnik, siyasal ve dinsel tanımlamalar gerekse diasporada dayatılan etiketler nedeniyle ‘ben Çerkes’in’ derken hep kimlikleriyle didişme içinde yaşayacağını söylüyor.
Babakuş’un Kafkasya’nın da etnik tanım olamayacağına dair itirazları var… İşte Babakuş’la düşünce turu…
BİRİNCİ BÖLÜM: Kimlik
Sizi kendi ağzınızdan tanıyabilir miyiz?
Apsuwa’yım. Hendek doğumluyum. İlk ve orta öğrenimimden sonra gazetecilik okudum. O zamanlar İstanbul İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’ne bağlı bir gazetecilik bölümü vardı, onu bitirdim. Okulla birlikte fiilen gazetecilik yapmaya başladım. Türk Haberler Ajansı, ANKA gibi çeşitli haber ajanslarında, daha sonra günlük gazetelerde çalıştım. En son 1990’da Hürriyet gazetesinin ekonomi editörüyken işi bıraktım ve Abhazya’ya gittim. Bu benim için ikinci hayat oldu bir anlamda. Böylece anavatan diye ifade edilen Kafkasya’yı tanımak, oranın gerçek durumunu gözlemlemek, benim için bir fırsat oldu. Altı yıl kesintisiz, zaman zaman Türkiye’ye gelmekle birlikte Abhazya’da yaşadım. Şu an Türkiye’de, İstanbul’dayım. CSA adını verdiğimiz uluslararası bir konuşmacı bürosunun temsilciliğini üstlenen şirketimiz ve yayıncılık yapan bölümümüzle iş hayatına devam ediyor. Günlük iş hayatı, zaman zaman insanı bloke eden, vaktini ve enerjisini alan bir tempoda olduğundan, bazen meselelerin biraz kıyısında kalabiliyoruz. Bunların haricinde Kafkasya ile ilgili, kendi kimliğimizle ilgili çalışmalara katılabildiğim ölçüde katılıyorum. Kendimi böyle tanıtabilirim.
Kimlikten bahsettiniz. Kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz, kişisel aidiyetinizi nasıl görüyorsunuz? Ve sizce Kafkasyalı dediğimiz insanlar kendilerini nasıl tanımlamalı, kimliklerini ne üzerine kurmalıdır?
Şimdi tabii bu zor bir soru. Dün Abhaz Derneği’nde genel kurulumuz yapıldı. Orada bir konuşma oldu, özellikle bu kimlik konusunda… Aslında biz Türkiye’de galiba çift kimlikli insanlarız, bireyleriz. Yaşadığımız ülkenin kendi hakim kimlik tanımı içinde bulunan, biz istesek de istemesek de, bir Türk kimliğimiz var. Şimdi Türklük kimliği bir üst kimlik midir, yoksa etnik kimliği mi ifade ediyor gibi tartışmaların dışında söylüyorum bunu. Bizim kuşağa kadar herkes, okula gidiyorsa okulunda, özel hayatında, iş hayatında, yoğun bir kimlik bombardımanıyla karşı karşıya; dolayısıyla ondan kendinizi kolayca sıyırmanız mümkün değil. Bazen yazışmalarda söylenir ya, ben Adigeyim, Abhazım, Çeçenim, bu kimliğim önemlidir diye… Çeşitli platformlarda yazılan bu şeyler bir taraftan aslında tam doğruyu ifade etmiyor o anlamda. Çünkü diğer kimlikten sıyrılma çok mümkün olmuyor. Dediğim gibi yıllarca süren bir oluşum. İkinci kimliğimiz tabii etnik kimliğimizden kaynaklanan, biraz da birey olarak o kültürün havasını solumuş isek, kırsal kesimde doğmuş ve hiç değilse çocukluğumuzu oralarda geçirmiş isek, o da paralel olarak devam edegelen bir kimlik. Bir de bu kimliklerin birbiriyle örtüştüğü, birbiriyle çelişmediği dönemler oluyor. Siz hem Çerkes olarak, hem Türk kimliğimizle uzlaşarak hayatınızı sürdürebilirsiniz; eğer bir çelişki noktası sizi rahatsız etmiyorsa. Ama bazen dayatmalar oluyor, ya da bazı olaylar oluyor, o zaman bu iki kimliğiniz arasında birbiriyle didişme ortaya çıkıyor. Mesela bizim açımızdan, Abhazlar açısından, Abhazya konusunda Türkiye’nin politik tavrı bizde kimlik didişmesini, bu kimlik travmasını ortaya çıkarmıştır. Onun çelişkileri halen yaşanmakta. Muhtemelen bundan sonra da yaşanacak. Tabii Türkiye’de yaşayan Çerkesler açısından kimliği tanımlayan, etnik kimliğin üstünde bir de dini kimlik dediğimiz şey var. Birey olarak beni çok etkilemiyor olabilir ama nihayetinde toplumu etkileyen bir kimliktir bu da. Nihayetinde Türkiye’de şöyle bir şey ortaya çıkıyor: Türk vatandaşı olmamız vasfıyla din kimliğimiz, bir de etnik kimliğimiz. Üç farklı kimlik… Bu arada başka bir yığın kimlik de bunların etrafını oluşturabilir. Bir ideolojiniz ya da bir siyasi inancınız vardır, ondan dolayı gelen bir kimlik vardır, çevreyle ilgili duyarlılıklarınız vardır, başka bir kimlik vardır. Benzer şekilde insanı oluşturan diğer detay kimlikleri geçerek söylüyorum. Bu üç büyük kimlik konusunda bugün ve gelecekte, Türkiye’de yaşayan Çerkesler gerçekten hep böyle kendi kimlikleriyle didişerek hayatlarını sürdürecekler. Birinden birini mutlak tercih etmek çok kolay olmayacaktır. Bu dayatılırsa, hangisini seçeceğini ya da kesimler arasında eğilimlerin nasıl olacağını kestirmek çok mümkün değil. Bana sorarsanız ben kendimi Apsuwa olarak tanımlıyorum. Çünkü dilini biliyorum, Abhazya’da o kadar süre yaşadım, orayla yeniden özdeşleştim. Ve burada, etrafımda society dediğim yakın çevrem, iş hayatı dışında özel hayatım Apsuwalarla, Adigelerle iç içe geçmiş. Dolayısıyla şöyle bir şey yapmam mümkün değil: Yüzde elli o tarafta mı hissediyorum, bu tarafta mı hissediyorum gibi ayrım yok. Çünkü bazen durumlar onu gösteriyor, bazen Çerkes-Apsuwa kimliği ağır basıyor bende, bazen Türkiyelilik kimliği ağır basıyor, bazen de bu dünyanın bir vatandaşı olma… Çünkü dünyanın çeşitli bölgelerinde olan bir yığın dertle de haşır neşirseniz, kimliğiniz Türkiye’nin sınırlarını da aşabilir
Bu parçalanmış kimlik de sorunlu bir durum oluşturuyor. Bir ikilem ortaya çıkıyor. Okulda başka bir kimlik, özel hayatta başka bir kimlik, köyüne gidince başka bir kimlik var… Kişi illa bir tercih yapmak zorunda değil herhalde. Bunları birleştiremez mi?
Bugün değil ama bazen bu ayrışmayla karşı karşıya kalınabilir. Dediğim gibi, vatandaşı olduğumuz devletin bize yüklediği kimlikle, o devletin bizim ilintili olduğumuz Kafkasya’ya yönelik politikaları konusunda bir çatışma ortaya çıkabilir. Mesela Abhazlar açısından bu çatışma ortaya çıkmıştır. Çünkü Türkiye resmi olarak ve pratik olarak Gürcistan-Abhazya probleminde doğrudan Gürcistan’ın yanında yer almıştır, halen de yer almaktadır. En son (Devlet Başkanı Sergey) Bagapş’ın gelişinin engellenmesi Gürcistan’ın telkin ve lobisiyle sağlanmış bir sonuçtur. Bu konudaki sorun, Türkiyelilik kimliğini zaafa uğratan, bizi kızdıran bir durum olabilir. O açıdan dalgalanabilir bir şey bu. Bazen bu taraftaki durumunuz farklılaşabilir. Mesela Türkiye’nin kendi ekonomik, politik, sosyal, bütünsel problemlerini yaşadığınız için burada, bunlar o kadar baskın olur ki diğer kimliğinizin alanı biraz sınırlanabilir; o arada da Çerkes kimliği ve Kafkasyalılık meselesiyle ile ilgili gelişmeler biraz rölantideyse… Aslında bir jel düşünelim. Bu kimlikler üzerinde akışkan şey. Bazen birinin payı biraz azalabilir, diğerinin kapsamı genişleyebilir. Bazen tersi olabilir. Bu sıcak gelişmeler bir taraftaki kimliğimizi ön plana çıkarabilir.
Dini kimlik, siyasi kimlik, etnik kimlik dediniz. Burada etnik kimliğin etnik olarak kalması da bir eksiklik değil midir? Mesela bunun üzerinde, bunu dikkate alarak bir siyasi kimlik oluşturulamaz mı? Kafkasyalılık tanımı var mesela. Ama siz bir yazınızda bu tanımın etnik kimlikleri ötelemek için ortaya atıldığını söylüyorsunuz…
Ben coğrafi tanımların bir halkı, bir toplumu gerçekte tanımlayan bir şey olduğuna inanmıyorum. Balkanlar derseniz, Balkanlar’da oturan çeşitli halklardır, bir örtü kimliktir bu. Oysa gördük ki Balkanlık diye bir şey yokmuş. Bosnalılar varmış, Sırplar varmış vs. Kafkasyalılık meselesi de öyle. Birbiriyle çelişmesi şart değildir. Buradaki genel tanım, Kafkasya bir blok olarak, nihayetinde coğrafi bir tanımdır. Bir halkın adı ya da kimliğini işaretleyen bir şey değildir. Dolayısıyla Türkiye’deki bu genel korku, Türklük üzerine özellikle Kürtlerle ilgili gelişmeler dikkate alındığında bizim toplumda Kafkasyalılık meselesi aynı zamanda Türklükle çelişmeyecek bir kimlik tanımı olarak ortaya çıkmıştır. Ama derseniz ki Abazalar ya da Abhazlar, Adıgeler, Çeçenler, Osetler derseniz, o zaman Türk kimliğiyle siyaseten çelişen bir durum vardır. Çünkü Türkiye’de hakim ideoloji şimdiye kadar ‘Türkiye’de yaşayan herkes Türk’tür’ söylemi üzerine kurulmuştur. Zaten çatlama Kürtlerin kendi kimlikleri için canhıraş bir mücadele içine girmelerinden sonra ortaya çıkmıştır. Kendimizi nasıl tanımlayacağız soruları… Kürt meselesi bizim dışımızdadır. Doğrudur, yanlıştır, şudur, budur, o kendi meseleleri. Ama bizim açımızdan bizim kimliğimizi tanımlama açısından halklara vurgu yapmamız lazım. Daha önce Kafkas Federasyonu Genel Kurulu’nda da söylemiştim, bu derneklerin üye profili yüzde doksan dokuz Adige ve Abhazlardan oluşuyorsa bizim buna Adige ve Abhaz Dernekleri Federasyonu dememiz lazım. Yani kimliğimizi ortaya koyacak, ifade edecek bir tanım ortaya çıkarmak lazım. Kafkasyalılık, bir tatlı su tanımıdır Türkiye’de, şimdiye kadar böyle olmuştur ve bundan sonra da muhtemelen bu minval üzere gidecektir. Buna Kafkas Türkleri de diyebiliyorsunuz… Kafkasyalılık bir siyasi tanım değil. Kendi kimliğini koyduğun zaman siyasi tanımdır. Bir de dünyada Kafkasyalı dendiği zaman hiç bizim anladığımız şey anlaşılmıyor. Biz ona bir de Kuzey Kafkasya diye bir tanım koymuşuz ama Kafkasya dendiği zaman Ermeniler, Azeriler, Gürcüler bilmem ne anlaşılıyor. Yani coğrafi bir tanım olarak da öyle anlaşılıyor. Peki bu hiç kullanılmasın mı? Öyle bir düşüncem yok ama bizim kimliğimizi pekiştirmek üzerine bir derdimiz var ise o zaman kendi halkımızın adını öne çıkarmalıyız. Mikro milliyetçilik falan deniyor… Ne alakası var? Kendi kimliğini koruyorsun. Dolayısıyla burada bir anlaşma noktası sıkıntımız ortaya çıkıyor kimliğimizi tarif ederken ve tanımlarken. Siyasi olarak ben nihayetinde bizim en kırsal yerdeki derneğimiz için de bunu söylüyorum, metropoldeki derneğimiz için de bunu söylüyorum, faaliyeti sadece folklor olan için de söylüyorum: Bütün bunlar siyasi faaliyettir. Hani aman siyasete bulaşmayalım korkusuna karşılık bunu söylüyorum; kendi kültürüne sahip çabası son derece siyasi bir faaliyettir. Bundan dolayı da korkmamak gerekir, doğru yapıyorum diyebilmek gerekir. Bizde kimlik karmaşası, demin söylediğimiz bu üç kimlikten müteşekkil bu karmaşa, bizi zorlayan, strese sokan bir şey. Ama Türkiye’de yaşayan Çerkesler açısından en zayıf kimlik ayağı etnik kimliktir. Bunu biraz güçlendirebilirse kendisi için politikalar üretip bunu güçlendirebilirse, o zaman çok daha derli toplu ve tarihten bu yana devredilmiş olan bir takım karakterlerin ve özel renklerin sesini sürdürebilmiş olur. Bizi ayırt eden Türkiye‘de hiçbir kıyafetimiz yok, farklı bir motifimiz yok, farklı bir sembolümüz yok. Sadece folklorumuzda tanımlanan ekip oyunlarımız var. Kafkasya üzerine Yeşilçam’ın ‘Kafkas Türkleri’ diye filmleri vardır. Biz kendimize Çerkes diyoruz ama Türkiye’de hakim kültür ve ideoloji bizi nasıl tanımlıyor, ona hiç bakmıyoruz. Hakim kültür ve ideoloji Kafkas Türkleri diye bakıyor. Abhazya meselesiyle ilgili dışişlerinde, başbakanlıkta, orduda şurada burada çeşitli temaslarımız oldu. “Oradaki Türkler” diye biliyorlar. Türk değil kardeşim oradakiler, başka bir şey! Bu tonda değil ama bunu söylemeye çalıştığın zaman anlamıyorlar. Çünkü şimdiye kadar bakış bir blok olarak öyle oluşmuş. Onun üzerine kendi kimliğini inşa etme imkanı yok diye algılıyorum ben.
Son seçimlerde Demokratik Çerkes Platformu, Çerkes kimliğiyle siyasete girdi. Bu yönde atılan bir adım mı bu?
Çerkes Platformu 99’da siyasi iletişim platformu olarak oluşturulmuş bir proje. Bilhassa Çerkes kimliğini kullanalım istedik. Çünkü hiçbir derneğimizde bu tanım yapılmıyordu. Sonra yavaş yavaş bu çabalar üzerine Bağlarbaşı Derneği, diğer dernekler falan Çerkes tanımını kullanmaya başladılar. Gördüler ki bunda çok da ürkülecek, korkulacak bir taraf yok… Çerkes kimliği son derece siyasi kimliktir. Bu kullanılmaya başlandı. Bunu pekiştirmek gerekir diye düşünüyorum halen. Hatta Çerkes kimliğine yavaş yavaş Adige, Abhaz vs.. bu atıfları da yapmamız lazım. Kimlik dediğimiz böyle bir şey. Yoksa bir örtü, bir büyük ambalaj içinde farklı farklı özellikleri bir araya getirip sunmaya çalışmanız kimlik pekiştirici bir şey değil bence.
DÇP olarak anadilde eğitim konusunda bazı girişimleriniz olmuştu. George Hewitt’i getirmeyi planlıyordunuz… Girişimlerinizden sonuç alabildiniz mi?
Tabii Türkiye kendi içinde de değişim sancıları yaşıyor. Bir taraftan demokrasi sancısı yaşıyor, insan haklarına dair nasıl bir bakış sergilemek lazım, onun sancısını yaşıyor… Güneydoğu’daki kırılmadan dolayı bazen Türkiye’yi topyekun yeniden korkular sarıyor, biraz totaliter rejim istekleri, çığlıkları ortaya çıkıyor… Böyle karmaşık, zor bir dönemden geçiyor Türkiye. O açıdan, benim doğrum budur diye yola çıktığınızda bu dinamikler, bu hızlı gelişmeler sizi bugün yaptığınız doğru tahlilini üç ay sonra, beş ay sonra hatta bir gün sonra değiştirebiliyor. Çünkü böyle kayganlıklar taşıyan, farklı dinamikler taşıyan, kendi içinde ve dışında çok fazla gerçekleri iç içe geçen bir şey. Fakat şöyleydi bizim bakış açımız, ve bunun devam etmesini isteriz: Avrupa Birliği ile entegrasyon süreci Türkiye’de kültürel haklar konusunda da bize soluk aldırıcı yasal düzenlemeler getirecek. Onda tabii talepkar olmamız ve zorlamamız lazım. Bu bizim kalkış noktamız. Kimliğimizi pekiştirme fırsatı diye yorumladığımız şey buydu. Bu aslında bir bütün olarak devam ediyor. Zaman zaman sekteye uğruyor ama bütünsel olarak devam eden bir doğru gibi geliyor bana. Anadil, kimliği oluşturan en önemli çimentolardan bir tanesi. Bu konuda yeniden bir heyecan yaratabilmek önemli diye bakıyoruz. Nihayetinde ufak tefek kıpırtılar da ortaya çıktı. Ama pratik olarak toplum yeniden kendi anadilini öğrenmek konusunda ne kadar istekli, ne kadar istek uyandırılabilir; o da ayrı bir soru. Şimdi deniyor ya, Kürt dil okulları açıldı, herkes hurra gitti başlangıçta, şimdiyse üç öğrenci bir araya getiremiyor. Aynı şey bizim açımızdan da geçerli herhalde. Toplumun öyle bir talebi olur mu? Nihayetinde yapacağınız her şey toplumun talebiyle ilgili. Yoksa siz ortada kalıyorsunuz. Çok iyi bir projenizin olması bir şey ifade etmiyor. Toplumun bütünü, o sizin çok iyi dediğiniz projeye yaklaşacak adımlar atma isteğinde mi, öyle bir talebi var mı; bu önemli. Biz böyle karınca kararınca diyebileceğimiz ufak tefek projeler üretmeye çalıştık. Mesela Kız Kulesi’nde sürgünü hatırlama toplantısı… Hep Kefken’e gidiliyor, kamuoyundan uzak, kamu alanından uzak, kendi başımıza, derneklerimizde bir şey hatırlamaya çalışıyoruz. Biraz İstanbul’un merkezinde bir yerde, yüz kişi bir araya gelsin, ben sürgün bir halkım, onu hatırlıyorum, desin; o zaman anlamlı olur diye düşündük. Sonra federasyona devrettik. Anadil konusunda da öyle. Onda da bir çabamız, girişimimiz oldu, ufaktan bir öncülük görevi üstlendik. Nihayetinde o da artık dernekler tarafından sahiplenilip devam ettirilmesi gereken bir şey. Ama görüyorsunuz derneklerdeki durumu. Bağlarbaşı Derneği’nin genel kurulu vardı, Abhaz Derneği’nin genel kurulu vardı. Abhaz Derneği’nin 500 üyesi var, Bağlarbaşı Derneği’nin 1500 üyesi var; otuz-kırk kişiyle, bilemedin elli kişiyle genel kurul yapıyorsun. Toplumun kendi kimliğine sahip çıkma duyarlılığı, bizim gibi biraz daha dert edinenler kadar cevaz vermiyor. Toplumun yine kendi duyarsızlığını, kendi isteksizliğini hakim kılacak şekilde hayatiyeti sürdürüyor. Doğrusu çok umutsuzluğa düşüyorum. Ben bu meseleyle ilgili harcadığım eforu başka bir şey için, mesela sokak kedilerini korumak için harcasaydım daha anlamlı mı olurdu diye, bazen böyle absürd şeyler düşünüyorum. Bazen şöyle diyorum: Hiçbir şeyle uğraşmayacağım. Sinemaya gideceğim, tiyatroya gideceğim falan diyorum. Bazen o da olmuyor, o konuda bir şey çekiyor sizi. Bilmiyorum ne çekiyor. Bu kimlik konusunda ben de her gün, her an bu kaosun içinde yaşıyorum. Şu noktada değilim: kendi doğrumu buldum, noktasında değilim. Ben de didişiyorum kendi kendimle, her defasında didişiyorum. Fakat şöyle bir gerçeklik var: Bu meselede kimlik konusu, köylü mantığıyla yeniden oluşturacağımız bir mesele değil. Ondan bir şey çıkmıyor. DÇP’nin oluşumunun temelinde de bu yatıyordu. Biz kent insanlarıyla yol almalıyız. Ayhan Kaya ile ortak bir kimlik tanımlaması araştırması yapmıştık. Ayhan Kaya kimlikler meselesine epeyce kafa yormuş biri. Şunu söyledi: Bir küçük kütle, bir yerden kopup bir büyük kütleye geldiği zaman, ilk refleks, üstelik de bu tecrit edilerek ve sopayla kovulduysa, oraya monte olmaktır. Sonra güven geliştikçe, artık hayattayım güveni geliştikçe, yeniden kimlik kendini bulur, demişti. Ben bu duruma inanıyorum. Bu Çerkeslerde de böyledir. Tabii bunun için biraz, bizim toplumun öne çıkmış gençleri, okuyanları, kent hayatıyla bütünleşmiş bireyleri, bu kültürü yeniden yoğurabilirler. Ya da bu kimliğe sahip çıkabilirler diye düşünüyorum. Bu olan biten girişimler de biraz onu gösteriyor. Yani kasaba ya da köy kültürüne sahip kişilerle varacağımız bir sonuç yoktur gibi geliyor bana. Bu arada kültürel olarak kent insanı sanılabilir ki kültürünü kaybetti. Ölçüler şuysa: Kentlerde yetişen çocuklar büyük gelince ayağa kalkmazlar, büyük-küçük bilmezler vs. Böyle absürd şeylerle açıklanacak bir şey değil. Kimlik, içimizde hep var olan bir şey. Yeter ki bunu yeniden parlatacak doğru alanlar bulabilelim. Bu doğru alanları da bence kent insanı bulacak.
Ritüeller ve işin şekilci yanı… Bunlar da önemli değil mi; hani somut bir farkımız yok dediniz; bir yandan bu somut farklılıklara da vurgu yapılması gerekmiyor mu?
Kesin gerekiyor. Çünkü halen, diyelim ki –çok basit bir şey- bir Çerkes peynirin varsa, yani başkalarından farklı bir şeyin varsa, sosyal davranış formun diğerlerinden ayrıysa; bu önemli bir şey. Ama tamamen bundan ibaret, feodal toplum tanımından ibaret bir yaklaşımla bugünkü meseleyi çözmenin yolu yok. Bu söylediğiniz şey önemli. 1990’lara kadar Türkiye’de dernekçilik çok kolay bir işti. Şuydu: Daha çok kırsal kesimden gelen öğrencilerin arada bir uğradıkları, kendi aralarında sohbet ettikleri, kendi kültürlerini yaşattıkları mekanlar olarak dernek meselesi ortaya çıktı. Folklor çalışması olurdu, kız-erkek tanışma toplantıları olurdu, akşamları muhabbet olurdu… Yani köyünde veya kasabasında yaşadığı lezzeti devam ettirme aracı olarak ortaya çıkmıştı. İş çok kolaydı. Fakat yavaş yavaş talepler ve soru işaretleri belirmeye başladı ve 90 sonrasında anavatanla kucaklaşma durumunun ortaya çıkmasıyla birlikte beklentiler farklılaştı. Yani ayrı bir toplum olarak var olacak mıyız, terk-i diyar ettiğimiz vatanımızı korumak için bir refleks gösterecek miyiz; yoksa burada “mıymıy” tarzında düşük perdeden “kültürüm bilmem ne” deyip yok olup gidecek miyiz? O yüzden, siyasallaşmamız gerekiyor derken kastım bu. Yani kendi için, kendi kimliği için siyasi perspektif oluşturmak ve meseleye tamamen siyasi bakabilmek gerekir. Değilse yok olup gidecektir. Benim bugün çıktığım köy, iki-üç hane kalmıştır, hepsi benden daha iyi Abaza ritüellerini bilirler ama hiçbiri meselelerle ilgili değildir. Kültür dediğiniz zaman da her kültürün bir feodal kültürü var. Bizim bahsettiğimiz de o feodal kültür. O kalıplarla bugünün yaşamını harmanlamak, yoğurmak, anlamak çok mümkün değil. Bu feodal kültürün istesek de istemesek de üzerinden geçen bir modern kültür var. Hele hele son on yıldır üzerimizden geçen çok farklı etkenler var. Bunlara karşı bizim o feodal kültürümüzü o eski haliyle tutmamız mümkün değil. Bunu da bizim devşirmemiz gerekiyor. Kentleştirmemiz gerekiyor. Zor olan da bu zaten. Maalesef aynı zorluk Kafkasya’dakiler için de geçerli. O açıdan bakarsak trajik bir durum. Ama buna tutunabilme imkanımız, tamamen siyasi bir konumlandırma ve kimliklendirmeyle mümkün olabilir. Bu bölgede özerk cumhuriyet adlarıyla etnik cumhuriyetlerin adları, kimliği pekiştiren ve yeniden konumlanmasını sağlayacak önemli tutamak noktaları gibi geliyor bana. HT/MB/FT (Ajans Kafkas)
İkinci Bölüm: Çerkesler kendi kendilerine mahpus
Üçüncü Bölüm: Abhazya’ya sıra gelince öteki kimlik ağır bastı
Hüseyin Tok – Mevdudi Bayçora