Hulusi Üstün’ün Ardından 5 – Dünyadan Çekilivermek
“Hocam Face’den de olsa dostluğunuz bana onur verdi, kandil hediyesi oldu. Hoş geldiniz, keşke bir fincan kahve ikram edebilseydim size de, siz konuşsaydınız ben dinleseydim (…).12.01.2014 23:00
Neredeyse tam 10 yıl önce gönderdiğim arkadaşlık isteğime verdiği yukarıdaki şu nazik yanıtı ile tanıdım Hulusi Üstün’ü. Aslında Kafkas dergilerinde ve sitelerinde ismine yazar olarak rastladığım bir isimdi ve yazılarındaki üslub ve kelime hazinesinin zenginliği 60’ların üzerinde görmüş-geçirmiş bir “Kafkas Aksakalı” izlenimi vermişti bana: Facebook’taki mesajları dâhil her yazdığı metin sağlam bir muhakeme ve analitik düşünce imbiğinden geçmiş değerli yazılardı. Facebook’taki her yazısının başında 882, 993 gibi rakamlarla başlaması bana, Facebook mesajlarını da tasnif etme düşüncesine sahip olduğunu düşündürmüştü. (Facebook paylaşımlarımı ciddiye alan nadir kullanıcılardan birisi idi. Kısa yazma zorunluluğu yüzünden Twitter hesabı açmadığını da kaydetmişti.)
Hemen her sosyal medya paylaşımımla ilgili bir notu varsa mutlak iletirdi. Profesyonel işi olan avukatlık mesleğinin son zamanlarda maruz kaldığı irtifa kaybında tutun, kültür-sanat dünyamızdaki çoraklaşmaya değin her yazısı derinlikli göndermelerle dolu birer makale özeti gibi idi. Daha sonra kitapları ile tanışma fırsatı buldum ve gördüm ki sağlam bir üslup sahibi olgun bir yazar vardı: Hulusi Üstün imzalı kitaplarda…
Kafkasya ile ilgili her soruda ve sorunda istişare ettiğim bir dost olarak İmam Şamil’in oğlu Cemaleddin hakkındaki Amanat (Emanet) adlı Rus filmi gibi, iyi değerlendirilmesi gereken konularda değerlendirmesini mutlaka öğrenmek isterdim ve uzun uzun yazar ve olmazsa telefon ile görüşlerini paylaşırdı. Suriyeli sığınmacılar arasındaki Çerkes kökenli insanların durumundan Kafkasya’da etnik çatışmaları körükleyen Rus etkisine kadar geniş bir yelpazede sürerdi konuşmalarımız. Kabile taassubunu aştığını gösteren yazılarından birisi Kafkasya’nın Türkçe konuşan halklarından –benim de mensubu olduğum- Karaçay Malkar Türkleri hakkındaki yazısı bunun somut bir örneğidir. “Nice Ölüm-Yitim Gördüm Ben, Yedi Gündür Söyler Dilim Lâl Oldu” başlıklı yazısı, ülkesinin acısı ile dertlenen hassas bir yüreği yansıtan, 2023 yılı başındaki Hatay-Kahraman Maraş merkezli deprem hakkındaki en dokunaklı yazılardan birisi olarak- artık arşivlerde kaldı.
Yazımın başındaki mesaj ile başlayan dostluğumuz uzun telefon konuşmaları ve nihayet Kafkas Vakfı tarafından düzenlenen bir panel sonrasındaki saatler süren sohbetimiz ile perçinlendi. O kadar çok konuşacağımız ortak konu vardı ki, üç saatlik sohbet yetmemişti.
Kitaplarından Osmanlı’nın 19. Yüzyılında İstanbul’da yaşanan bir veba salgını anlattığı “Göğercin” adlı son eseri hakkında çok uzun görüşmelerimiz oldu. O sırada 1828 yılında İstanbul’daki Tıbbiye’nin açılışı hakkındaki Tıp Tarihi tezim için 19. yüzyıl Osmanlı hayatı üzerine çalıştığım için eserdeki tarihi arkaplanı yansıtmadaki başarısını övdüğümde Orhan Pamuk’un tam da o sıralarda popülerleştirilen “Veba Geceleri” adlı romanı hakkındaki yazım vesilesi ile hafiften sitem etti: “Orhan Pamuk’un Veba Geceleri hakkında herkes yazar, ancak Hulusi Üstün’ün “Göğercin’i görmezden gelinir.” Bunun üzerine ekte sunduğum “Göğerçin” hakkındaki aşağıdaki değerlendirmemi kaleme alma mecburiyeti hissetmiştim. Bu mesajıma yazdığı yorumdaki “aziz ömründen Göğerçin için ayırdığı vakit için” şahsıma teşekkür eden notu bugüne kadar aldığım en değerli sözcükler olarak hafızama nakşedildi.
Yazı hayatına Ahmet Kabaklı’nın kurduğu Türk Edebiyatı dergisinin bir Ömer Seyfeddin Hikaye Yarışması’nda aldığı derece ile başlayan bir yazarın olduğu kadar “sağ-muhafazakâr” okur kitlesini hesaba katarak yazan her yazarın ortak bir sitemi idi aslında değindiği… Hulusi Üstün’ün ardında en güzel yazılardan birisini yazan dava arkadaşı M. Nüzhet Çetinbaş’ın isabetle tesbit ettiği gibi “sol kesim”in böyle bir kalemi olsa idi; kimbilir ne kampanyalarla bir “dünya yazarı” mertebesine yükseltilirdi.
Son mesajlarından birisinde, çoğalan toplumsal dejenerasyon haberleri hakkındaki mesajlaşmamızı bitirirken yazdığı şu sözlerinde bugün için genç sayılabilecek bir yaşta aramızdan ayrılan Hulusi Üstün ne çok şey gizlemiş: “Şu dünyadan rezil-rüsvâ olmadan sessiz-sedâsız çekilivermek galiba en iyisi…”
Ruhu şad olsun.
***
GÖĞERÇİN’E DAİR
Hulusi Üstün’ün İstanbul’da Sultan II. Mahmud döneminde yaşanan Veba salgınından bir kesiti yansıtan “Göğerçin” adlı yeni romanı bu yılın başlarında Papirus Yayınları tarafından basıldı. Kitaptan yazarın Orhan Pamuk’un “Veba Geceleri” kitabına dair notlarımı Facebook’ta yayınlarken ilettiği bir mesajı ile haberdar oldum. Eseri hemen temin ederek okuma önceliğime aldım ve bitirince de hemen sıcağı sıcağına bu notu yayınlamayı gerekli gördüm.
***
Roman Bezzaz Sadi Efendi ile güzel eşi Göğerçin’in çocuksuz evliliklerinden sahnelerle başlıyor; Tosyalı Hafız Bali, Nutyalı Arnavut Hidayet, Mağribî Seyyah Seyfi, Habeş hizmetçi Sadakat gibi olaya eklemlenen ikincil kahramanlarla zenginleşerek devam ediyor. İstanbul’da binlerce insanın ölümüne yol açan bir veba salgını sırasında yaşananlar, İstanbul esnafının 19. Yüzyıldaki etik değerleri, Suriçi İstanbul’u ile Kuledibi (Beyoğlu) İstanbul’u arasındaki çelişkiler usta yazar olayların örgüsünü geliştirirken ansiklopedik veri aktarımına evrilmeden sunuluyor. Bunu sağlayan yazarın başarısını kutlamak gerek.
Orhan Pamuk’un “Veba Geceleri” ile ard arda okuduğum bu kitabı okurken sürekli iki yazarı kıyaslamaktan kendimi alamadım.
Orhan Pamuk’un kitabındaki “yerli oryantalist” tavrına karşın Hulusi Üstün’ün “Osmanlı efendisi” zerafeti asla kıyas kabul etmez. Bu noktada, “iş”in ve “ürün”ün pazarlanmasında Orhan Pamuk lobisinin beceresini de kıskanmamak olmaz. Bunun çaresi üzerine düşünmenin zamanı çoktan geldi, hattâ geçti bile… Yine de birşeyler yapmak mümkündür, diye düşünüyorum.
Osmanlı’nın ömrünü 100 (yüz) yıl uzattığı genellikle kabul edilen ve hattâ Türkiye Cumhuriyeti’ni de kuracak aydın kadrolarının yetişmesinin öncüsü olduğu için bütün Türk milleti tarafından hayırla yad edilmesi gereken Sultan II. Mahmud ismi, kitapta birkaç yerde önümüze çıksa da renkli portresine pek değinilmemesini bir eksiklik olarak gördüm. Bir tarihî romanda dönemin sultanı eserde biraz daha fazla yer bulabilirdi, ayrıca dönemin dinî kanaat önderi olan tekke şeyhlerinden de kararında söz edilebilirdi. Eserde sadece bir satırla geçiştirilen Alemdar Vakası ile sıklıkla yeniçeri zorbalıklarına karşı alınan zecri tedbirler de bir bölüm olarak kendisine yer bulabilirdi. Bunu sağlamak için yazar ileri-geri gidişler ile kalemini bir “zaman yolcusu” gibi kullanabilirdi. Hulusi Üstün’ün bunu kolaylıkla başarabilecek bir kalem kıvraklığı olduğunu biliyorum.
Tıp tarihi ile akademik düzeyde ilgili bir kişi olarak beni şaşırtan, eserde ünlü Osmanlı hekimi Şanizâde Ataullah efendi ile karşılaşmam oldu. Şanizâde’nin trajik ölümü sıradan okurun ilgi alanında mıdır? Bu kuşku götürür, ancak Osmanlı tıbbının bu önemli ismine, bir dönem romanında yer verilmesini önemsiyorum.
Osmanlı İstanbul’unda dokumacı esnafının literatürüne ayrılan kısmı oldukça mufassal buldum. Aşk üzerine yapılan felsefî söylemin benzerinin, ölüm ve kader noktalarında eserdeki iki kahramanın söyleşisi şeklinde yer bulamamış olması bende eksiklik duygusu uyandırdı.
Hulusi Üstün’ün büyük başarısı, 19. Yüzyıl İstanbul’unu anlatırken dilini o zamanın kibar bir Osmanlı münevveri inceliği ile kullanmaktaki yeteneği olmuştur. Bu noktada aşk, muhabbet gibi ezelî/ebedî söylemlerde göndermede bulunduğu Fuzulî, Nabî gibi şairlerin şiirlerini meal olarak sunarken -tadımlık için olsun- birer beyti orijinalinden verebilirdi. Dün-bugün bağlantısını kurmak noktasında bunun, bugünün gençleri için önemli olduğunu düşündüm.
Sonuç olarak, Üstün’den Göğerçin’i okumak Pamuk’tan Veba Geceleri’ni okuyan herkes için farz, Osmanlı tarihinin son yüzyılını merak edenler için vacib, bütün okurlar içinse mübahtır.