Hulusi Üstün'ün Ardından - 1

Hulusi Üstün’ün Ardından – 1

HULUSİ ÜSTÜN

07-09-1974—– 28-09-2024

Yirmi bir gün önce elli yaşını tamamlamış, elli bir yaşından gün almaya başlamıştı. Dünya hayatı hitama ermeden dört gün önce, Facebook sayfalarından bir yazı paylaşmıştı.

“Delikanlı yaşım geçip gitti. Yarım yüzyıllık adamım şimdi. Yüzlerce yıl uzakta kalmış da dönmüş gibi. Yüzlerce yıl tabii… Sultan Reşat’ı görmüş adamlar tanıdım ben. Don Kişot’a bile yetişememiş Orta çağlıları gördüm. Yüzlerine bakınca kulaklarına kadar kızaran ihtiyarları, Yaşı ne olursa olsun, konuşurken bir genç kıza dönüşen sevecen, hürmetkar kadınları… Hani ağzında ceviz kırıyormuş gibi konuşan… Şimdilerde benzeri kalmayan… ve yüzü sinekkaydı traşlı, hafta içi kravatlı, hafta sonu fularlı, efendimsiz, ricasız, teşekkürsüz konuşmayan o adamları.

Saatlerce ekrana bakıp aşktan, denizden, saçtan, dudaktan bahseden şarkılar dinleyen, mutlu mesut çağların adamlarını…Bunları gördüm ben. Ne ara böyle değişti dünya… Ne aralık geçip gitti onlar ve ne aralık geldi bu gönlü ‘kötürüm’ insanlar. “ diyordu Hulusi.

Yarım asır insan ömründe çok büyük bir zamanmış gibi yazıyordu. Gerçekten de yarım asır Hulusi’nin yaşamında çok büyük bir zaman dilimiydi. O kısacık ömrüne o kadar çok şey sığdırmıştı ki…

Yazılarını takip edenler, onun kullandığı dili gören insanlar, Hulusi Üstün’ü seksenlik bir pir-i fani zannedebilirlerdi.

 

     Onun arkadaşları, çoğunlukla kendisinden yaşça çok büyük insanlardı. Teşkilat Refik, Yediç Hikmet ve Silivri’den yaşlı birçok ahbapları vardı. Her biri seksene merdiven dayamış bu ahbaplarının ölümünün ardından ağıtlar yakar, “insanın can dostları yaşlılardan olmamalı” derdi. En genç dostlarından biri olarak ben de kendisinden yirmi yaş daha büyüktüm.

 

     Aramızda son zamanlarda bir baba oğul ilişkisini andıran mesafe vardı. Birkaç yıldır sigara kullanımını üst seviyeye taşıdığı için, oturup da uzun uzun sohbet imkânı bulamıyorduk. Sık sık molaya çıkması gerekiyordu.

 Ben ne kadar ısrar etsem de ; adet yapıp, asla benim yanımda sigara içmiyordu.

    Hulusi Üstün’ün resmi biyografisi üzerinde durmayacağım. Bunlar zaten internet ortamında herkesin erişimine açık şeyler. Ben daha çok yaşanmışlıklar üzerinde durup, Hulusi’nin farklı yönlerini ortaya koymak istiyorum. Belki yazı biraz uzun olacak ama bu konuda sabırlarınıza sığınıyorum.

     Sanırım 1994 yılıydı. O sıralar Kafkas Vakfının resmi kuruluşu için çalışmalar yürütüyorduk. Fatih semtinin Kıztaşı mahallesinde bir kiralık bina tutmuştuk. O binaya doğru yürürken, yolda çok eskiden tanıdığım Yalova Güney köyden Avar kökenli Refik Amca ile karşılaşmıştım.

    

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(Teşkilat Refik)

Refik Amca, 1974 Sultanahmet Kafkas Kültür Derneği zamanından tanıdığım bir büyüğümdü. Galatasaray lisesi mezunu , ana dili gibi Fransızcası olan, üniversiteyi nerede okuduğunu hatırlamıyorum ama müthiş kültürlü entelektüel bir adamdı.

     İstanbul kültür hayatının en önemli simaları onun dostuydu. Cemil Meriç, Nurettin Topçu, Necip Fazıl; aklınıza gelebilecek sağ tandanslı bütün önemli kimseleri tanırdı.

     Karşılaştığımızda hasretle kucaklaştık. Yanında genç bir delikanlı vardı. Sık sık uğradığı bir kahvehane varmış oraya gidiyordu. Kahve Horhor caddesinin Aksaray’a inişinin hemen başlangıcındaydı. Çok yakınmış beni oraya davet etti.

     Birlikte kahveye gittik. İçeri girdiğimizde, herkes Refik amcayı hürmetle selamlıyordu. Anlaşılan Refik amca buranın önemli müdavimleri arasındaydı.

     Sakin bir masaya oturduktan sonra sohbete başladık. Yanındaki delikanlıyı takdim etti. Bu delikanlı Çerkes; Silivri’de oturuyor adı da Hulusi. Hukuk fakültesinde okuyor” diye tanıttı.

     Hulusi ile ilk tanışmamız böyle oldu. Refik amcayla bir süre sohbet ettikten sonra kalktım. Hulusi de benimle kalktı. Silivri’ye gidecekmiş. Beraber çıktık bir müddet yürüdük. Vakıf binası çok yakındı. Kendisini davet ettim, benimle vakfa geldi, geliş o geliş.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(Teşkilat Refik)

Teşkilat Refik, o gün hukuk fakültesinde entelektüel çevrelerden arkadaşı ünlü hukukçu Hüseyin Hatemi’yi ziyarete gitmiş. İçeride sohbet ederlerken tesadüfen odaya Hulusi girmiş. Hocaya bir şeyler sorup çıkarken, Hatemi, Refik amcaya göz kırparak “bu çocuk da sizden, kavm-ı necipten” demiş.

     Hulusi ile Refik amcanın ülfeti böyle başlamış. Odadan birlikte çıkmışlar, kız taşına kadar yürümüşler, ben onlarla o sırada karşılaşmışım.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(Hikmet Amca)

Hulusi ile tanıştığımda yirmi yaşındaydı. Hukuk fakültesinde öğrenciydi. O yıl, Türk Edebiyatı Vakfının düzenlediği “Ömer Seyfettin Hikâye Yarışması” nda derece almış, yeni hikâye denemeleri olan çiçeği burnunda bir yazardı.

     O tanışmamızın ardından Hulusi , okuldan sonra her gün vakfa uğruyordu. Vakıf, Kafkasya’dan İstanbul’a üniversite okumaya gelmiş Kafkasyalı öğrencilerin uğrak yeri idi. Adıge, Çeçen, Dağıstanlı; farklı birçok Kafkas halklarından öğrenciler vardı.

     Vakıfta bir iki çekyat ve bol miktarda battaniye mevcuttu. O zamanlar, antre girişinden sonra, vakfın bütün her yeri halıflex ile kaplıydı. İçeri ayakkabı ile girmiyorduk. Bazı geceler öğrencilerin burada yere battaniye sererek yattıkları oluyordu. Hulusi de ,bazı zamanlar Silivri’ye gitmeden geceleri bu öğrencilerle birlikte yatardı. Vakıf kurucuları olarak, buz dolabına mutlaka öğrenciler için yenecek kahvaltılık birçok malzeme bulundururduk.

     Vakfımızın ilk çalışanlarından, genç yaşta Korona sebebiyle kaybettiğimiz merhum Abdülkadir Besler Hoca, Kafkas Vakfının bodrum katında bir daire tutmuştu. Hem orada oturuyor, hem de, vakıfta kalan öğrencilere göz kulak oluyordu. Sabahları çay demleyip, simit ve poğaçalar hazırlayıp öğrencilere kahvaltı hazırlardı.

     Kafkas Vakfı, Hulusi için büyük bir okul olmuştu. Burada Kafkasya halklarından farklı birçok öğrenciyi tanıma imkânı bulmuştu. Çok iyi olmayan Kaberdey aksanı Adıgecesini de ilerletmişti. Buna ilave olarak, kırık dökük Rusça cümleleri de kullanabiliyordu. Hulusi gerçekten de dil konusunda çok yetenekliydi.

     Refik Amca (Teşkilat) sık sık vakfa uğruyor, Hulusi ile irtibatını sürdürüyordu. Refik Amca sayesinde Hulusi birçok entelektüel ile de tanışıyordu. Refik Amcanın yanında eski İstanbul beyefendilerinin konuşma tarzını, Osmanlı Türkçesini de hızla sindirmeye başlamıştı.

     Müthiş bir hafızası vardı. Bir duyduğu kelimeyi kolay kolay unutmuyordu. Hukuk Fakültesinden aldığı eski Osmanlıca terminolojiyi, yaşlı dostlarıyla yaptığı sohbetlerde pratiğe dökerek hızla ilerletmişti.

     Yirmi  yaşlarındayken, sohbet konumuz Fuzuli Divanı, Baki Divanı gibi ağır eserlerdi. Fuzulinin Leyla ile Mecnun’unu birkaç günde okumuş, ardından Şeyh Galibin Hüsn-ü Aşk’ını bir çırpıda bitirmişti. Üstelik de bu eserlerin sadeleştirilmemiş orijinal transkripsiyonlarını okumuştu.

     Hulusi artık Türk Edebiyatı Dergisi başta olmak üzere, birçok mecrada hikayelerini yayınlamaya başlamıştı. Allah vergisi mükemmel bir anlatımı vardı. Sanat dünyasının ilgisini çekmeye başlamıştı.

     Kafkas Vakfının “Bülten” adı altında yayınladığı tek formalık dergisinde de yazılar kaleme alıyordu. Bir taraftan da hukuk fakültesi gibi çok ağır dersleri olan bir bölümü de hiçbir takıntıya mahal vermeden başarıyla bitirmişti.

     Fakültede okurken bir roman çalışmasına başlamıştı. Taslak halinde bazı kısımlarını gördüğümde işin açıkçası çok heyecanlanmıştım. İnanç krizi yaşayan genç bir insanın tuttuğu günlükleri ve yaşadığı iç çatışmaları anlatan bir romandı.

     Romanın kahramanı büyük ölçüde benim anladığım kadarıyla Hulusi’nin kendisiydi. Hulusi kendi anlatımıyla, laik, kısmen seküler bir aile içinde  büyümüştü. Aldığı din eğitimi ortalama bir Türk ailesinin eğitimiydi.

     Çocukluğunda Kafkasya’nın milli destanları olan Nart destanlarından birçok efsaneyi Babaannesinden dinlemiş, Çerkeslerin Kafkasya’dan sürgünü ile ilgili dinlediği hatıraları da hafızasına kazımıştı.

     Henüz yirmi üç yaşındayken, ilk romanı sayılan eserini “Canlar Ölesi Değil” adıyla yayınladı. Umran yayınlarından çıkan bu kitap az sayıda basılmıştı. Hem baskısında hem de bazı kısımlarda eksiklikler görmüştü. Aslında kitap bu haliyle de güzeldi. Hulusi mükemmeliyetçi idi. Bu kitabını uzun süre üzerinde çalıştıktan sonra yaklaşık yirmi sayfa ilave ve elden geçirmelerle 2002 yılında CANLAR adı altında Semerkant yayınları arasında yeniden yayınladı.

     Kanaatimce canlar, Hulusi’nin en önemli eseridir. Kafkasya diyasporası onun Kafkasya ile ilgili eserlerini öne çıkardığı için maalesef yeterince tanınamadı. İnşaallah ilk işimiz Hulüsi Üstün’ün Canlar kitabının yeniden basılması olmalıdır.

     Bu eseri ben Resul Hamzatov tarzına benzetirim. Bu eserde kullanılan benzetmeler ve söylenen özlü sözler, otuz yaşın altındaki bir gencin söyleyebileceği şeyler değil. Hulusi Üstün burada iç dünyası ve nefsiyle hesaplaşan bir gencin duygularını öylesine veciz sözlerle dile getirmiş ki;

     Buyurun bazılarını birlikte görelim.

“Dünyada mum ateşine dayanamayacak kadar aciz olan ben, işlediğim günaha karşılık ahirette cehennem ateşine nasıl dayanırım.

Ahirete inanmayanlar ölüme ağlasın. Çünkü onların ayrılığı ebedi. Onların sevdiklerine kavuşacakları vuslat günü yok.

Hepsi yokluk… Hepsi trende seyahat eden yolcunun kompartımanda gördüğü ufukta kaybolan bir anlık görüntüden ibaret. Bir gün tren son istasyona gelecek.

Bir kez daha hayat denilen bu çetin imtihandan yüzü ak olarak, çıkmak için dua ettim. İnsanların tümüne bir gözle bakmak, yüreklere sevgi tohumları atmak, girdiğim her yere güzellikler getirmek için… Her şeye rağmen hayatı yaşamaya değer kılan bir şeyler var.”

     Canlar kitabının yayınlanması Hulusi Üstün’ün edebiyat dünyasında tanınırlığını arttırmıştı. Hulusi bir yandan da Silivri’de bazı arkadaşları ile birlikte “Çıkın “ adlı tek formalık bir dergi çıkarıyordu. Burada hikayelerini yayınlıyor, bazı arkadaşları da deneme ve şiirlerini sergiliyorlardı.

     Kafkas Vakfı bu arada oldukça gelişmiş, geniş bir kitleye hitap eder olmuştu. Hulusi hep vakfın gençlik yapısı içinde Kafkasyalı öğrencilerle ilgileniyordu. 1990’lı yılların sonlarına doğru Kafkas Vakfı bünyesinde “Ajans Kafkas “ adlı bir internet portalı yayına girmişti.

     1999 yılı sonunda bir anda ikinci Çeçen-Rus savaşı patlak vermişti. Yapılan toplantı sonunda, yeniden oluşturulan Kafkas Çeçen Dayanışma komitesine başkan yardımcısı olarak seçilmiştim.

     Komitenin yaptığı ilk toplantıda, profesyonel olarak çalışacak bir sekreterya ihtiyacı doğmuştu. Ben Hulusi Üstün’ü önermiştim.  Komitede herkes bu fikri olumlu karşılamıştı. Yalnız bir sorun vardı. Ben bu konuyu Hulusi ile hiç konuşmamıştım.

     Hulusi Hukuk fakültesini bitirip stajını tamamlamış, yavaş yavaş davalar almaya başlamıştı. Bu düşüncemi Hulusi’ye açtığımda hiç tereddüt göstermedi .

Aslında büyük bir yükün altına girmişti. Ne kadar süreceği belli olmayan bir göreve başlamıştı.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hulusi Çeçen komitesindeki görevini büyük bir başarı ile sürdürdü. İki yıla yakın devam eden çalışmasında komiteyi kurumsal bir yapıya ve disipline oturtturdu.

     Hulusi’nin komite sırasında en büyük kazancı; meramını anlatacak derecede Çeçence öğrenmesiydi. Ayrıca komite çalışmaları sırasında Çeçen mültecileri arasında yaptığı gözlemler sonucu elde ettiği ve duyduğu bazı şeyleri de “Burası Çeçen Komitesi” adı altında bir hikâye kitabına dönüştürmesi de çok önemliydi.

     Hulusi Kafkas Vakfının bir dönem yönetim kurulunda da görev aldı. Bu yoğun çalışmalar arasına bir de evlilik sığdırdı. Amasya’nın Gümüşhacıköy ilçesine bağlı Göçeri köyünden meslektaşı Habibe Hanımla hayatını birleştirdi.

     Hulusi “Gurbetten Çerkes Hikayeleri” adlı kitabıyla da büyük ses getirdi. Bu kitapta yer alan ”Dolunay “  adlı hikayesi 21 Mayıs Sürgünü anma programlarının değişmez mottosu oldu.

    Bu arada farkında olmadan Hulusi’nin hayatına bir başka ihtiyarı da dahil etmiştim. Onu mutlaka anlatmalıyım. Hulusi Üstün’ün hayatının kırılma noktalarından biri olan bu olayı biraz derinlemesine dile getirmeliyim.

     Abhazya savaşının ardından, Gürcülerle yeniden diyalog kurma çalışmaları kapsamında görüşmeler yapılıyordu.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Amerika’da yaşayan Yahya Kazan, İstanbul’a gelmiş benimle görüşmek istiyordu. Telefonla görüştük, yüz yüze görüşmek istiyordu. Benden yaşça çok büyük olduğu için, verdiği adrese gittim.

Gittiğim ev Bağdat caddesinde, Suadiye’de bir iki sokak içeride bir evdi. Hatay Reyhanlılı bir iki kez karşılaştığım Hikmet Yediç amcanın eviydi. Hikmet Amcanın

Oğlu Amerika’da yaşıyordu. Zaman zaman oğlunun yanına giden Hikmet amca, burada Yahya Kazan ile dost olmuştu. Yahya Kazan da İstanbul’a geldiğinde Hikmet Yediç amcanın evinde kalıyordu.

     Yahya kazan ile sohbetimiz konumuz dışında, bu evde Hikmet Amca ile yakın bir dostluk geliştirdik. Hikmet Yediç sık sık Kafkas Vakfının Bulgurludaki merkezine gelir olmuştu.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Geleneksel aylık kahvaltılarımızdan birinde, Hikmet Amca ile Hulusi’yi tanıştırmış oldum. Tanıştıklarında Hulusi otuz,  Hikmet Amca yaklaşık seksen yaşlarındaydı. Hulusi Refik amcadan sonra, Hikmet amcada bambaşka şeyler buldu.

     Hikmet Amcanın rind meşrep hayat tarzından da bir şeyler aldı. Bir müddet Suriye ve Lübnan vatandaşı olarak yaşayan Hikmet Yediç’ten dinlediği Suriye ve Ürdün çerkesleri ile ilgili hatıralar da Hulusi’nin arşivinde yazılacak roman müsveddeleri olarak yerini aldı.

     Hulusi ile Hikmet amcanın dostlukları o seviyede idi ki; Mevlana ile Şems gibiydiler. Bağdat caddesindeki evde bazı geceler benim de katıldığım saatler süren tavla partileri olurdu.

     Hikmet Amcaya yakın Bostancı’da oturan Hulusi ailevi nedenlerle Silivri’ye taşınmak zorunda kalmıştı. Bu durum Hikmet Yediç amcaya çok zor gelmişti. Bu sefer Hikmet amca sırf Hulusi’ye yakın olmak için Silivri’de ev tutup oraya taşınmıştı.

     Hulusi, yaşlı ana babası yanı sıra, yaşlı halaları ile de ilgileniyordu. Bir de bunların arasına Hikmet amcayı da katmıştı. Hikmet amca iki yıl kadar Silivri’de yaşadı. Hastalıkları ile hep Hulusi ilgilendi.

     2008 yılında hastalandığında, Marmara Üniversitesi Hastanesine yatırdı. Hikmet Amca burada vefat etti.  Ekim ayının başı idi. Ertesi gün Ramazan   Bayramıydı. Bütün işlemleri Hulusi yaptı. Oğlu sadece Amerika’dan gelip cenazeye katıldı.

     Hulusi yazılarının bir kısmında hep dostu Hikmetten bahseden yazılar yazdı. Onunla birlikte çektirdiği Kafkas kıyafetli resmini farklı zamanlarda sayfalarında paylaştı. Ne yazık ki; Hulusi’nin kaybı ile Hikmet Yediç kitabı da diğer kaleme almak istediği eserler gibi öksüz kaldı.

     Hulusi hakkında yazacak o kadar çok şey var ki, hatıraların tamamını yazmaya kalksak hacimli bir kitap olur. Aslında Hulusi yazılarını uzun yazardı. Ben de onun hakkındaki yazımı bu sebepten biraz uzun tutuyorum.

     Bu arada yazarken bir anda aklıma geldi. Hatıraları, tarihi bir sıralamaya göre yazmıyorum. Hulusi Çeçen komitesinden ayrıldıktan bir müddet sonra, içinde Radyo 15 ve Semerkant yayınları gibi bir çok grubu barındıran ,Türkiye’nin tanınmış bir tasavvuf gurubunun kurumlarında genel koordinatör olarak görev yaptı.

     Burada Mostar adlı kaç sayı yayınlandığını hatırlamadığım bir derginin yayın yönetmenliğini yaptı. Bu dergide, Osmanlı coğrafyası dışında kalan toprakların kültürlerini tanıtan yazılar kaleme aldı. Mostar dergisinde benden Çeçenistan ile ilgili yazı istemiş, bu yazıyı dergide yayınlamıştı.

     Hulusi’nin bilinmeyen bir özelliğini daha burada zikretmek istiyorum.  Semerkant gurubunda çalışırken, ünlü halk müziği sanatçısı Mehmet Özbek tarafından seslendirilen “Mum Gibi Yanan Kerkük” adlı bir kasetin hazırlanmasına öncülük etmiş, yayınlanmasını sağlamıştır. Bu kaseti hala saklıyorum.

     Hulusi müthiş bir müzik kulağına sahipti. Kerkük ve Balkan müzikleri ortak zevkimizdi. Benim Arif Şentürk taklidi olarak söylediğim “Aman Bre Deryalar” ve “Bulut gelir Pare Pare” türkülerine bayılırdı.

     On parmağında on marifet olan Hulusi, “Türkü Öyküleri” adlı kitap da yazdı. Burada tanınmış birçok halk türküsünün hikayesi yer alıyor. “Hey on beşli, Selanik İçinde,” gibi türkülerin hikayeleri çok ünlüdür. “Hey On Beşli” hikayesi, 1994 yılında Türk Edebiyatı Dergisinin  düzenlediği “Ömer Seyfettin Hikaye Yarışması” nda üçüncülük ödülünü almıştır.

     Hulusi gerçekten de çok renkli ve çok yönlü bir kalemdi. Bir bakarsınız en ağdalı bir Osmanlı Türkçesi ile aruz vezninde yazılmış kusursuz bir gazeline rastlardınız. Bir edebiyat öğretmeni olarak, aruz vezni ile yazdığı şiirlere hayran olurdum.

     Hulusi Üstün, Kuzey Kafkasyalı ve Çerkes kimliğini çok fazla vurgulayan bir yazardı. Kanaatimce bu yönü, onu yeterince Türk edebiyatına taşımadı. Ayrıca içinde bulunduğu muhafazakâr camia ona yeterince sahip çıkamadı.

     Her zaman ikaz etmemize rağmen, Seksen beş milyona hitap eden eserler yazması gerekirken, ısrarla okuma alışkanlığı olmayan, sayısı üç beş bini geçmeyen okuyucuya hitap eden Kafkasya konulu kitaplar ve öyküler yazdı. O iliklerine kadar Çerkes ve Çerkes kültürünün hayranıydı.

     Okuma alışkanlığı olan, geniş bir kütüphaneye sahip bir edebiyat öğretmeni olarak hiç gocunmadan söylüyorum. Türkiye’nin Nobel ödüllü romancısı Orhan Pamuk’un hiçbir eserini sonuna kadar okuyamadım. Biliyorum Hulusi de okuyamadı.

     İddialı olarak konuşuyorum, eğer Hulusi sol ve entel camiada olup eserlerini kaleme alsaydı; Türkiye’nin en önde gelen yazarları arasında olurdu.

     En son birlikte Kafkas Vakfı için hazırlanan “ 21 Mayıs Sürgünü Belgeseli” için kamera karşısına geçmiştik. Ardından 24 Mayıs 2024 tarihinde Sakarya Üniversitesinde, Kafkas kökenli öğrenci guruplarının ortaklaşa hazırladıkları Çerkes Sürgünü programına konuşmacı olarak katılmıştık.

    Vefatında bir hafta önce, Balkanlarda yaptığı kısa seyahati değerlendirmiş, bir dahaki sefere birlikte geniş bir balkan turu gerçekleştirmeyi kararlaştırmıştık.

     Hulusi bir yandan da hasta ve yaşlılarla ilgileniyordu. Bir tarafta kendi annesi, diğer yanda eşi Habibe hanımın annesi, hasta olan ablası ve halaları hepsi de Hulusi’nin hassas yüreğinde derin yaralar açıyorlardı. Çevresini algılayamayan, derdini anlatamayan alzheimer hastaları onu derinden etkiliyordu.

     Son altı yedi yıldır, sigara kullanımını had safhaya çıkarmıştı. Bu alışkanlık yüzünden oturup uzun bir sohbet etme imkânımız olamıyordu. Benim yanımda sigara içmediği için en fazla yarım bilemedim bir saat oturduktan sonra mola ihtiyacı oluyordu.

     Çok güzel ve özel arkadaşları vardı. Birkaç saat sohbet etmek için bir gece içinde kilometrelerce yol gider, gece sabaha kadar sohbet eder, sabaha karşı aynı yolu kat ederek geri dönerdi. En son, yakın dostu, avukat arkadaşı Seçkin Tay ile birlikte ağustosun ayının son günlerinde özel araç ile üç günlük kısa bir balkan turu yapmışlardı.

     Yedikleri içtikleri ayrı gitmeyen iki yakın dostu, Kocaşe Şahin Arıkan ve Yalçın Uğur ile birlikte vakit geçirmeyi çok severdi. 28 Eylül günü Biga’da bir düğüne katılacaklardı. Hulusi 27 Eylül Cuma gecesi bir gün önceden Biga’ya giderek her zaman konakladığı kaplıca oteline yerleşti. Şahin ile Yalçın da Cumartesi Biga’ya gittiler.

     Sabah eşi Habibe Hanım telefona cevap alamayınca, oteli arayıp Hulusi Bey’in orada olup olmadığını soruyor. Otel görevlisi gece 24.30 gibi otele girip yattığını söylüyor. Bu cevabı alan Habibe Hanım rahatlıyor.

     Öğleden sonra da cevap alamayınca, yeniden oteli arayarak, eşinin yüksek tansiyon hastası olduğunu söyleyerek odasına bakılmasını istiyor. Otel görevlisi odaya girdiğinde Hulusi’mizin cansız bedeniyle karşılaşıyor.

     Acı haber tez yayılır. Bizim erken saatlerde duyup da, bir türlü inanamadığımız haber, akşam sosyal medyada çok geniş yer bulup halka halka yayıldı.

     Aslında ben de tansiyon hastasıyım. İlaç kullandığım halde tansiyonum bir anda fırlayarak tehlike sınırlarına dayandı. Güçlükle kontrol altına aldık.

     Ertesi sabah da Silivri’ye arabayı sürerek gitme gücünü kendimde bulamadığım için, sağ olsun Veysel Kardeşim arabayı kullanarak beni Silivri’ye götürdü.

     Hulusi’nin ne çok seveni varmış, kolları dövmeli, kulakları küpeli gençlerden tutun, sakallı, sarıklı, cübbelilere varıncaya kadar her meşrepten insan Piri Mehmet Paşa Cami’ine akın etmişti.

     Kafkas Camiasının bütün renkleri orada idi. Hulusi’nin cenazesi bir Birleşik Kafkasya örneği idi. İstanbul dışından uzak yerlerden gelen insanlar da göze çarpıyordu.

     Bu arada, cami avlusunda bir banka oturup bekleyen eşimin yaşadığı ilginç olayı da zikretmem gerekiyor. Bank’ta oturan eşimin yanına bir kadın yanaşıyor. “Af edersiniz, ne kadar kalabalık bir cenaze; ölen kim yakınınız mı oluyor “diye sormuş.

     Eşim de Hulusi’nin kim olduğunu ve özelliklerini kadına anlatmış. Kadın da biz yakında Kumburgaz’da oturuyoruz. Yoldan geçerken Silivri’de namaz kılalım diye kocamla birlikte geldik demiş.

     Eşim de nerelisiniz diye sorunca kadın biz aslen Bulgaristan göçmeniyiz diye cevap vermiş.

     Eşim, Hulusi Bey, Balkanları çok severdi. Balkanlar için yazdığı çok güzel yazılar var. Kısa süre önce bir balkan seyahati yapmıştı dediğinde, kadın ağlamaya başlamış.

     “Bizi o çağırdı! Durup dururken, Silivri’de hiç işimiz olmadığı halde, on beş dakika sonra evde kılabileceğimiz namaz için demek ki buraya uğramışız. Kocam Hulusi Bey’in cenaze namazı için gelmiş, ben de ona dua okumak için gelmişim” diyerek, hüngür hüngür ağlıyordu. Diye anlattığında; kendi kendime;

     “Ey Hulusi, senin ruhaniyetin hala buralarda dolaşıyor, E-5 ten evine Kumburgaz’a giden Bulgaristan göçmenini buraya çağırıp, safa çekiyor, kadıncağızı ağlatıp dualar okutuyorsun” dedim

     Cenaze çok kalabalıktı. Piri Mehmet Paşa Camii cemaati alamadı. Dışarıda hasırlar da yetmedi. Cenaze namazını Silivri Müftüsü kıldırdı. Cenaze namazının kılınmasının ardından Silivri Kaymakamı Kayseri Pınarbaşı’ndan hemşerimiz Tolga Toğan çok duygusal bir konuşma yaparak Hulusi Üstün’ü veciz ifadelerle anlattı.

     Hulusi kardeşimizi tekbirler eşliğinde cenaze arabasına kadar taşıdık. Silivri asri mezarlıkta babaannesinin yanına defnettik. İlginç olan şuydu. Camideki kalabalık, kaymakam başta olmak üzere mezarlığa da gelmişti. Hulusi’den sanki ayrılmak istemiyorlardı.

     Kısacası dostlar, benim gözümden eksik ama çok eksik bir Hulusi Üstün anlatımı. Geride yadigâr olarak eşi Habibe Hanım ve çok sevdiği, göz bebekleri Elif ve Enis kaldı.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hulusi, kısacık ömründe gerçekten de çok büyük işler yaptı. Resul Hamzatov  “Benim Dağıstan’ım” adlı kitabında Emeğiyle yararlı işler yapmamış, güzellikler yaratmamış, yüce başarılar düşlememiş, yürekten dostluk nedir bilmeyen yeteneksiz insanlar için dağlarda ‘Saçları ağarana dek yaşadı ama dünyaya gelmedi.’ derler”demiş.

     Hulusi Üstün yukarıda sayılan bütün güzellikleri ve özellikleri bünyesinde taşıyarak, Kafkasya için doğdu, Kafkasya için yaşadı, öldüğünde de tabutu başında, çok sevdiği kalpağıyla son yolculuğuna çıktı.

     Şimdi çok sevdiği, çocukluğunda masallar anlatan babaannesinin yanında, Cumhuriyet dönemi aydınlarının dedikodusunu yapmak için Teşkilat Refik Amca onu sabırsızlıkla bekliyor. Tabi Hikmet amca ile Teşkilat Refik’in arasını bulmak yine Hulusi’ye düşecek.

     Rabbim mekanını cennet eylesin Hulusi! Biz senden razıydık. Rabbim de inşallah senden razı olsun.

  

Bu makalede yer alan görüşler yazara aittir ve Ajans Kafkas'ın editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Diğer Köşe Yazıları