Edebiyatın Çerkes Kahramanları
Daha önce de değerli yazılarını paylaştığımız Hulusi Üstün, Ajans Kafkas aracılığıyla okuyucularıyla buluşmaya devam edecek. Hulusi Üstün bu yazısında, Rus edebiyatı ve Türk edebiyatında Çerkes imgesinin izini sürmüş. Üstün’ün bu incelemesi, 19. yüzyılın ikinci yarısında anavatanlarından sürülen Çerkeslerin, Osmanlı topraklarında nasıl bir hayat sürdüğü ve Osmanlı münevverlerinin onları nasıl algıladığı konularında önemli bilgiler veriyor. Hulusi Üstün’ün yazısını alıntılıyoruz.
Mağlup Kahramanlar
İspanyol Edebiyatının altın kalemi Miguel de Cervantes Saavedra, Don Quijote adlı ölümsüz eserinde, onuru için savaşan ve ölen, parası ölçüsünde değil ahlaki erdemleri ölçüsünde saygı gören insan tipini yenik bir şövalyenin şahsında irdelerken aynı zamanda karmaşık bir çağın da özetini yapıyordu. Evet, mahzun yüzlü şövalye Don Quijote, geçmişi yakalamak için verdiği savaşı kaybetmişti. Düşman sandığı şey, gerçekte yel değirmeniydi, aşık olduğu Senyora Dulcina ise basit bir köylü kızı… Çağ değişmiş ve değerler alt üst olmuştu. Ortaçağ en azından Avrupa için kapanmıştı. Bundan sonra ayakaltı edilen Ortaçağ değerlerinin üzerinde malı, parayı, statüyü ve gücü kutsayan bir çağ yükselecekti. En azından Avrupa için…
Tüm bu çıkarımlar gerçek edebiyatın kıymetli sonuçlarıdır aslında. Edebiyatın fonksiyonu, misyonu biraz da bu çıkarımları yapmak, uzun tarihsel süreçleri, karışık psikolojileri bir öykü tadında özetleyip hayat bilgisi sunmaktır okuyucuya. Bu bakımdan şöyle bir vecizeye imza atmak yanlış olmaz. ‘Kahramanlar yaşar, tarihçiler yazar, edebiyatçılar ölümsüz kılar.’
Fakat bu üçlü ilişki de kendi içinde tutarsızlıklar taşımaktadır. Tarih, hep galibin kalemi ile yazıldığı için taraf tutar. Tarihin yazdığı kahramanları güçlüler, dolayısıyla galipler belirler. Oysa kazananlar her zaman kahramanlar değildir. Kahramanlık bazen feda edilenlerle ölçülür, bazen tercihlerle… Bu bakımdan tarih, soğuk rakamlar, tarihler ve taraflar çetelesidir.
Edebiyatçı ise insafın kalemi ile yazar, gerçeğin çıplak zemini üzerinde hayalin mürekkebi ile izler bırakır. O izlerde öznel de olsa insancıl değerlendirmeler vardır, insanın kutsal yanı olan ruh vardır. Ölenler sayılardan, savaşlar istatistiklerden ibaret değildir. Ve bazen hayatın tüm gizi ve güzelliği bir dülgerbalığının yalnızlığında gizlidir. Bu sebeple Tarih, edebiyatın kutsadığı ölçüde anlamlıdır.
. . .
Yüzlerce yıldır savaşan, direnen, sürgün edilen fakat yok edilemeyen Çerkes halkının tarihi de galipler tarafından yazıldığı için geçmişte olup bitenlerin gerçeğine ulaşmak oldukça zor. Çerkesler, ölçüsüz bir güce karşı verdikleri ümitsiz var oluş mücadelesinin ardından mağlup edilip yurdundan çıkartılmış bir halktır. Tarih onların verdiği ölüm kalım savaşını pek de önemsemiyor, çünkü bu savaşın sonunda Çerkesler yenilmiş, Ruslar kazanmıştır. Tarihi yazma hakkı da galip tarafındır. Artık insanlık, onların istediği ölçüde bilgilendirilecektir.
Çerkesler, dağıtıldıkları yabancı diyarlarda da savaşmış, direnmiş, sürgün edilmiş, tıpkı Cervantes’in Manchalı şövalyesi gibi yaşadığı çağa ve coğrafyaya yabancı kalmış, artık galiplerce pek de dikkate alınmayan, varlığından fazlaca haberdar olunmayan bir halktır… Oysa doğunun gözüpek şövalyeleriydi onlar, ve masalların efsunlu güzelleri… Bu özellikleri ile Türkçe, Rusça, Farsça, Arapça, İngilizce edebiyat eserlerinde yer alırlar.
Tarih onları başından beri yok saydı. Mercidabık’ta Yavuz’un topları üzerine yalın kılıç saldıran Memlükler ve onların yaşlı Kralı Kanşouko Anzour da tarihin dikkatinden kaçmıştı. Çünkü onlar yenilen taraftı. Plevne önlerinde, Sarıkamış Cephesinde toprağa karışan Türkçe bilmez Çerkes Şövalyeler de umursanmadı. Hatta Kurtuluş Savaşı’nın ilk kurşununu sıkan serdengeçtiler, Colan tepelerinin zarif atlıları, Çeçenya’nın kızıl sakallı delikanlıları… Hiç biri tarihin altın harflerle yazdığı isimler değildi. Çünkü yenilmişlerdi modernite, teknoloji ve kapitalizm karşısında.
Mağlup ama kahramandılar. Onların izini tarih kitaplarında değil, edebiyat eserlerinde, satır aralarında sürmek bu nedenle keyifli.
2 -Rus edebiyatının Çerkesleri
Çerkes tipi gerek Türk, gerek Rus edebiyatında daha çok yiğitlik, fedakarlık gibi erdemlerle beliren erkek kahramanlardan ve çarpıcı güzelliğinin yanında ruh temizliği ve masumluğu ile ileri çıkan kadın tiplerinden oluşur. Rus edebiyatçılar, ölümüne savaştıkları bu tipleri vahşi, fanatik ve fakir olarak sıfatlandırırken bile erkeklerinin cesareti, korkusuzluğu, kadınlarının da masum güzelliğini belirtmeden geçemezler. Bir de Kafkasya’nın muhteşem doğasına duydukları saygı ile karışık hayranlık hissini… Aslında bu durum Rus Çarlığının 1864’te biten istilaya karşı ölümüne direnen Kuzey Kafkasyalı halkları yok ederken duymazdan geldiği vicdan sızısının edebiyata yansımasından başka hiçbir şey değildir.
Evet onlar Çerkeslerdir ve Puşkin’in “Erzurum Yolculuğu” hatıralarında bahsettiği üzere inatçı ve güvenilmezlerdir. (1) Onları yola getirmenin tek yolu Kırım Tatarları gibi silahsızlandırmak, düzlüklere yerleştirip kontrol altında tutmak, Hıristiyanlaştırmak ve bir topyekun çözüm metodu olarak Osmanlı’ya sürmektir.
Puşkin’in yaşamı (1799- 1837) Rus – Çerkes Savaşlarının ilk dönemine rastladığı için onun eserlerindeki Çerkes tipi aynı zamanda amansız bir düşmandır. Kafkas Esiri ve Bahçesaray Çeşmesi adlı destanlardaki Kafkasyalılar soylu, yiğit ve güzel olmakla birlikte vahşi düşmanlardır. Örfleri, sosyal yapıları, dini algıları ile sadece öteki değil, aynı zamanda geride durması gerekenlerdir.
Tolstoy ise (1828 – 1910) Puşkin’le kıyaslanmayacak ölçüde insani bakar Kafkasya’ya ve Kafkasyalılar’a. Daha evrensel ve insaflı değerlendirmelerde bulunur. Bunun iki nedeni olmalıdır, birincisi; onun dönemine gelinceye dek Çerkesler Rus edebiyatında tanınmış, cephede ise yenilmişlerdir. Bu sebeple Tolstoy can çekişen bir aslanı gözlemlercesine rahattır. İkinci neden ise, Tolstoy’un bu romanı kaleme alırken henüz otuzlu yaşlarında olmasıdır. Gözlemlerini son derece gerçekçi bir şekilde aktarırken savaşın, şiddetin, yoksulluğun kritiğini yapmaktan da geri durmayışı bundan olsa gerek.
Örneğin Kazaklar adlı eserinde Eroşka’nın ağzından Kafkasya’da süregelen çirkin istila kınanır. Eroşka amca nehirde gördüğü boş bir beşiğe ilişkin hatırasını anlatırken XXI. Yüzyılın başında Çeçenya’da yaşanan dramı dile getirir adeta. Beşikteki Çeçen çocuk bir Rus askeri tarafından taşlara vurularak parçalanmış, annesinin onuru kırılmış, ev yakılmıştır. Baba için dağlara çıkmaktan başka çare kalmamıştır. (2)
Hacı Murat adlı eser ise savaş sebebiyle alt üst olan Kuzey Kafkasya coğrafyasında tıpkı bir deve dikeni gibi inatla kök salan, kendisine değenin canını acıtan ve bir türlü yok edilemeyen Kuzey Kafkasyalıları soylu bir bakışla irdeler.
Fakat Çerkesleri tanıyan hiçbir yazar bu halkı Lermontov kadar anlamamış, onun kadar şiirsel anlatamamıştır. 1814 – 1841 yılları arasında varlığı ile dünyayı onurlandıran bu yürekli sanatçı, sadece Rus edebiyatının değil, bütünüyle Dünya edebiyatının övüncüdür. Sürgün bir Rus subayı olarak Kafkasya’da bulunduğu dört yıl içinde Çarlığın ölümüne savaştığı ve yok etmek için her yola başvurduğu Çerkes halkını anlamıştır Lermontov. Özgürlüğe, dostluğa ve intikam hissine tutkunluğu onlardan yadigardır. Öyle ki henüz 27 yaşındayken tıpkı bir Çerkes şövalye gibi dik durur ölüm karşısında.
Onun İsmail Bey, Valerik Savaşı, Kafkas Esiri, Kaçak Harun, Mtsıri gibi eserlerinde Çerkes tipi son derece şiirsel bir bakışla tasvir edilir. Lermontov henüz yirmili yaşlarını süren bir gencin nazarıyla incelediği Çerkeslerin düşmanı değildir.
Onun epik eseri İsmail Bey’in (3) esere adını veren kahramanı İsmail Bey, henüz 14 yaşındayken babası tarafından eğitim görmesi amacıyla Rusya’ya gönderilmiş, orada eğitim almış, aşık olmuş bir Çerkes gencidir. Yıllar sonra Rusya’dan ayrılır, halkının ulusal giysisini giyer ve yurduna dönmek üzere yola çıkar. Onun Kafkas Dağları ile karşılaşması heyecan verici bir şekilde anlatılır. İsmail Bey özgürlüğe tapan, dostları ve intikam hisleri için yaşayan halkının arasına karışır. Bir Çerkes evine konuk olur ve evin kızı Zura (Zehra) tarafından ağırlanır. İsmail Bey, konuk olduğu evden ayrıldığında peşine takılan ve onunla birlikte ölmek için yemin eden Selim adlı genç Zura’dan başkası değildir gerçekte.
Lermontov, İsmail Bey’in kişiliğinde Çerkes şövalye tipini bütün açıklığı ile inceler. Onur kavramının Kuzey Kafkasyalıların sosyal ve psikolojik tavırlarının temelini teşkil ettiğini ortaya koyar. Kadınların ve erkeklerin acımasız savaşın ortasında onurlu duruşunu hayranlıkla ifade eder. Bu savaşın mazlum tarafı ile zalim tarafını şüphe götürmez bir şekilde kabul ettirir tarihe.
3-Türk edebiyatında Çerkes tipi yahut Çerkes kadını…
Çerkes tipi, Türk edebiyatının da başlangıçtan beri temel figürlerinden birisidir. 1864 sürgünü ile toplu olarak Kafkasya’dan çıkartılmadan önce Çerkes, Osmanlı aydını için emsalsiz kadın güzelliğini çağrıştırır ki bu çağrışım divan edebiyatının bir çok örneğinde görülebilir. En bariz örneği Nabi’nin Hayriye adlı eserinde şu şekilde göze çarpar.
“Nazik ü nerm ise de alma Urus
En eyisi olur anun menhus
Hain olur Urus’un merd ü zeni
Kapı ardında kurarlar düzeni
Gerçi Çerkes Abaza öyle değil
Olma onlara da çokluk mail
İtikadında değil ehl-i felah
Olmayan dest-zen-i esb ü silah
İtmeden ref’i beyan-ı iman
Olur amihte-i tir ü keman
Kölesi tiğ u tüfeng isterler
Urmağa arsa i ceng isterler
Çerkes’in cariyesi afet olur
Abaza kızları bi-iffet olur.” (4)
Halk edebiyatında da Çerkes kadınlarına dair söylenenler buna benzer övgülerdir. Tokatlı Nuri (1820-1882) adlı ozan imparatorluktaki tüm halkların kadınlarını sayarken Çerkes kadınını şu şekilde vasfeder.
‘Çerkesin dilberi afitap Cemal,
Sanki kametleri bir selvi Nihal,
Güzellikte dersen bir Yusuf missal
Hublukta gelmemiş misli cihana.
Yahut Seyrani dilinden,
‘Çerkes’in güzeli gayet yamandır,
Boy uzun bel ince kaşlar kemandır.
Sanırsın semada parlayan aydır.
Meleklerin cümlesi senakar olur.
. . .
Çerkes tipinin Türk edebiyatında asli bir tip olması Tanzimat Edebiyatına rastlar. Batılı tarzda eserlerin verilmeye başlandığı bu dönemde Çerkes, özgürlük arayışı içindeki Osmanlı aydınları için hem esaret altındaki doğunun, hem de insanlığa ateşi getirerek onları özgürleştirecek olan Promethe benzeri kahramanların simgesidir. Esaretin simgesidir; çünkü Çerkes halkı büyük ölçüde kan esasına dayanan sosyal katmanlardan oluşur. Çerkes aristokrasisi Osmanlı, Mısır ve Rus aristokrasisi ile de akrabadır.
Çerkes geleneksel hukukuna göre köle sayılan kişilerin Osmanlı tarafından da köle olarak alınıp satılması, özgürleşme gayreti içindeki Osmanlı toplumunun aydınlarının nazarında yüz karası bir ticaretti. Kaldı ki, özellikle Ruslarla savaştıkları dönem içerisinde İstanbul’a sığınmak zorunda kalan birçok özgür Çerkes de köle muamelesi görüyordu. Bu sosyal yara, Tanzimat edebiyatının temel konularından birisi olmuş ve birçok yazar tarafından işlenmiştir. Bu sebeple Tanzimat dönemine ait edebiyat eserlerinin baş kadın kahramanlarının büyük ölçüde Çerkesler olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Namık Kemal’in Çerkes’i “Dilaşub”
İstanbullu bir konak çocuğunu hayata bağlaması için satın alınmış bir köledir Dilaşûb. Umutsuz bir köledir, fakat tutkulu bir aşıktır, peri kadar güzeldir, kendisini satın alanlardan daha soylu hareketler sergileyen bir Çerkes kızıdır. Öyle ki Namık Kemal, onu tarif ederken adeta bir eski zaman divan şairinin ruhuna bürünür.
“Dilaşûb’un saçları sırma gibi parlak sarı, alnı ruh temizliğini gösterir bir ayna denilebilecek kadar duru beyaz, kaşları saçına nispetle biraz kumrala yakın ve biraz kalın olmakla beraber, biraz da kavisli, gözleri hafif mavi ve son derece sevda uyandıracak yolda mahmur, yüzü aşıkane bir solukbeyaz üzerine ziba gülü pembeliğine çalan bir renk ile süslü, burnunun rengindeki saffet ve biçimindeki letafet, açılmasına bir gün kalmış zambak goncesine benzer, dudaklarının gerek inceliği ve gerek pembeliğinin parlaklığı birbirine sarılmış iki gül yaprağını andırarak aralarından inci dişleri şebnem damlası gibi görünür. Çenesi daha yaprakları perişan olmamış bir beyaz katmer gül sanılırdı. Hele gerdanı, şeffaflığından dolayı damarlarının dışa akseden latif rendi ile bir derece parlaklık kazanırdı ki ayın görünen yuvarlak kısmı dörtgen şekline girse ancak buna eş olabilirdi. Boyu bir kadına yakışacak derecede uzun ve her erkeği meftun edecek mertebede narin olarak, beli on iki yaşındaki bir çocuğun koluyla tamamen kucaklanacak kadar ince idi…” (5)
Romanda bu şekilde tarif edilen dilber, yukarıda alıntılan şiirde bahsedilen kadınla aynı kişidir adeta. Sami Paşazade’nin Dilber’i de, Peyami Safa’nın Canan’ı da farklı anlatılmaz. Bu, Osmanlının nazarından Çerkes kızının tarifidir aslıda. Parlak ve beyaz cilt, manalı gözler ve incecik bir bel, Çerkes kızının ayırt edici özelliğidir. Bu tarif edebiyat aracılığıyla halk hafızasına öylesine işlemiştir ki hâlâ Çerkes kızı bu çağrışımlarla hatırlanır.
Hüzünlü bir pişmanlığın romanı olan İntibah’ın mutlak iyi karakteri olan Dilaşub, sevdiği adam için canını veren fedakar aşık olarak vasfedilirken onun şahsında tüm Çerkes kadınlarının erdemine de ısrarla işaret edilir.
Sami Paşazade Sezai’nin Çerkes’i “Dilber”
Edebiyatımızın en önemli eserlerinden birisi olarak kabul edilen Sergüzeşt adlı romanın kahramanı olan Dilber de Batum’dan İstanbul’a satılmak üzere getirilmiş, tıpkı romanın yazarı Sami Paşazade Sezai’nin annesi gibi İstanbul denilen meçhulün içine düşmüş küçük bir Çerkes cariyedir.
“Sekiz dokuz yaşında bir küçük esirdi ki saçlarıyla kaşlarının arası biraz yakınca, ağzı gayet küçük, yuvarlak olan omuzlarına nispetle beli incecik, hele o siyah gözlerde zeka ışıkları sonsuz bir hoşluk gösterirdi. Bir üstadın eliyle çizilmiş, fakat renklendirilmemiş bir portre gibiydi.”
Dilber’in ırkına has güzelliği ile birlikte ahlaki erdemleri ve derin hissiyatı romanın her safhasında dikkat çeker. Sami Paşazade, Dilber’in şahsında kölelik kurumunu adeta oryantalist bir nazarla irdelerken bu Çerkes köle, doğunun kadim geleneklerinin kurbanı olarak sunulur.
Dilber bir eşya gibi satılır, esarete karşı direnir, tekrar satılır, aşağılanır, sıkıntılarla büyür, aşık olur ve aşkı uğruna kendisini feda eder. Yazar, Dilber’in talihsiz biyografisini sunarken Osmanlı toplumundaki kölelik uygulamasına kimileri tarafından gerçekçi bulunmayan bir tarzda muhalefet eder. Mizancı Murat’ın da belirttiği üzere Sergüzeşt, tıpkı Amerika’da milyonlarca köleye özgürlüğünü iade ettiren Madam Harriet Beecher Stowe’in Tom Amca’nın kulübesi adlı romanı gibi Osmanlı toplumu için özgürlük manifestosu niteliğinde bir eserdir. (6)
Sergüzeşt yayınlandığı dönemde Osmanlı aydınını ciddi bir şekilde düşündürmüş, toplumun koşulsuz kabullerini sorgulatmış ve daha cesur söylemler içeren kitapların yayınlanmasına yol vermiş bir eserdir. Bu toplumsal etkisinin yanında Sergüzeşt, Türk Edebiyatında bir dönemi kapatan eser olması ile de kıymetlidir, öyle ki Tanzimat ile Servet-i Fünun Edebiyatı arasında bir köprü teşkil eder.(7)
Ahmed Midhat Efendi’nin Çerkesleri
Koca Osmanlı Memalikinin Edebiyat Hoca’sı Ahmed Midhat Efendi’nin Çerkes olduğuna, hatta Haghur adlı aileye mensup bulunduğuna dair iddialar varsa da asılsızdır. Zira Ahmed Midhat’ın soyuna dair sağlam belge ve bilgilere sahibiz. Çerkesler hala onun hem anne hem baba tarafından Çerkes olduğu iddiasını tamamen desteksiz bir şekilde ileri sürseler de doğrusu o ki annesi 1829 yılında Kafkasya’yı terk etmiş bir Çerkes aileye mensuptur, babası ise Anadolu’dan İstanbul’a yerleşmiş bir Türk ailedendir. (8) Fakat onun çocukluk ve gençlik çağları Çerkes – Rus Savaşının en kızgın dönemlerine rastlar. Bu savaşın sürdüğü yıllarda İstanbul’da birçok Çerkes sığınmacı, diplomat, askeri temsilci, tacir ve esir bulunmaktadır. Ahmed Midhat, çocukluğunun geçtiği İstanbul, Niş, Vidin ve Rusçuk’ta onları gözlemlemek, dillerini, geleneklerini ve değer yargılarını öğrenmek imkânını elde eder. Bununla birlikte asıl Çerkeslik sevgisini annesinden aldığını da yine onun eserlerinden öğreniyoruz. Kafkas adlı romanında annesinden dolayı kanını taşıdığı Çerkeslerin memleketini anlatırken adeta Çerkesçe düşünür, Türkçe yazar. Henüz yaşadıkları mahallenin dışında İstanbul’un hiçbir tarafını bilmez iken Kafkasya’nın her köşesini annesinden işitip ezberlediğini yazar. Ona göre muhteşem doğaya sahip bu mübarek Kafkasya’da yaşayanlar da güzel insanlardır. Öyle ki tarih boyunca hiçbir hükümdarın otoritesini tanımamışlardır, iki hasmı barıştırmak için bir kadının ricası yeterli olur. Üsera takımı bile mesut bir hayat sürer, yaşlılarının beli bükülmez, dişleri dökülmez. Gençleri emsalsiz güzelliktedir. Bir genç kız, bir genç erkeğe emanet edilerek sekiz saatlik mesafeye gönderildiği halde iki taraf da vakarını bozmaz. Çerkesler daha bir çok güzel özelliklere sahip insanlardır. ( 9)
Aslında Ahmed Midhat’ın her eserinde bir Çerkes vardır ve bu Çerkes, onun romanının baş karakteridir. Esasen bu eserlerin yazıldığı yıllarda tüm Osmanlı coğrafyasında Çerkesler başroldedir. Ahmed Midhat yaşadığı çağın sosyal dokusunu işlerken Çerkesleri de imparatorluğun diğer halkları gibi eserlerinde anlatmıştır, yer yer romanın akışı içinde durup okuyucu ile dertleşirken Çerkeslere ilişkin olumlu düşüncelerini ve hayranlığını açık bir şekilde dile getirmiştir. Hasan Mellah yahut Sır İçinde Esrar adlı romanın Esma adlı kadın kahramanı, Yeryüzünde bir Melek’in Safiye’si onun mutlak iyilik ve güzellik özellikleri taşıyan Çerkes kahramanlarıdır.
Felatun Bey ile Rakım Efendi romanının birincil kadın kahramanı Canan da bu kabil olumlu kişiliklerden biridir. Tıpkı Dilaşûb ve Dilber gibi esir pazarına düşmüş bir Çerkes kızı olan Canan’ı Hoca şu şekilde tarif eder.
“Uzun boylu, güzel kara kaşlı, ufacık ağızlı, güzel burunlu, hasılı azaları mütenasip bir şey idi ise de gayet zaif ve hastalıklı, on dört yaşında olduğundan öyle olur olmaz müşterinin beğeneceği bir şey değildi. Fakat neydi o kızda o baygın bakışlar, neydi o mahzunane tebessümler.”
“Aman Yarabbi! Bu Canan kız dahi günden güne ne kadar güzelleşiyordu, ne kadar nazik, tatlı dilli, şen bir kız çıktı. Yüzünü gördükçe tab’a neş’at gelmemek muhaldi. Vakıa Türkçe’yi gerektiği gibi değil, layıkıyla dahi öğrenmişti. Ancak Çerkeslere mahsus olan şive-i ifade ile söz söyledikçe insanın içini tatlı tatlı gıcıklardı.”
Ahmed Midhat Canan’ın şahsında doğunun gizlenmiş, örtünmüş, saklanmış kadınının gücünü işlemiştir aslında. Canan, Türkçe öğrenmiş, okuma yazmaya merak salmış, milli kültürümüzü öğrendiği gibi Fransızca eğitimi almış, piyano çalmasını öğrenmiştir. Son derece iyi ahlaklı, zeki ve gayretli bir kız olan Canan, Ahmed Midhat’ın muhayyilesindeki ideal Türk kadınıdır aslında.
Roman doğunun ideal kadın tipi ile batılı değerleri beceriksizce taklit etmeye çalışan kadın tipini karşılaştırır. İki tip de abartılı bir şekilde kıyaslanır, Ahmed Midhat, okuyucuyu yer yer yönlendirerek Canan’ın temsil ettiği ideal Osmanlı kadınını yüceltir.
Ahmed Midhat, Türk edebiyatında Çerkes kültürünü en çok işlemiş, Çerkeslere ilişkin bilgiler vermiş yazardır. Öyle ki ‘Çerkes Özdenleri’ adlı son derece epik içerikli piyesi ile Çerkeslerin bağımsızlık savaşını işlediği için piyesin oynandığı Gedikpaşa Tiyatrosu yakılmıştır.
Peyami Safa’nın Canan’ı
İmparatorluğun milli devlete evrildiği kırılma çağının romancılarından Peyami Safa 1925 yılında yayınlanan Canan adlı romanında bir ilki gerçekleştirir ve ilk kez kötü Çerkes kadınını romanının baş karakteri yapar. Aslında kötü olan bizatihi romanın kahramanı değil, bütünüyle yaşanılan devirdir. Tıpkı Yakup Kadri’nin aynı dönemi anlatan Sodom ve Gomora adlı romanı gibi Canan da milliyetçi bir yazarın perspektifinden imparatorluk yıkıntısı üzerinde sefih bir hayata dalmış olan zümrenin romanıdır. Peyami Safa, Türk edebiyatının çok da aşina olmadığı bir şekilde kahramanlarının psikolojisini irdelerken geleneksel İstanbul hayatından ayrışıp ayrı bir sınıf oluşturmuş olan kitleye karşı acımasız davranır. Geleneksel aile bağlarını, namus anlayışını, dostluk ilişkilerini tepetaklak eder.
Romanın kahramanı Canan küçük yaşta babası tarafından şimendifere atılıp Adapazarı’ndan İstanbul’a satılmış bir Çerkes kızıdır. Sarayda büyütülür, güzelliğinden korkan saraylılar tarafından saraydan uzaklaştırılır. Birkaç evlilik ve gönül ilişkisi yaşar. İkinci eşi Lami’yi de bir çok kişi ile aldatır. Son derece kirli bir hayat sürerken Adapazarı’ndaki yaşlı annesi onu yıllar sonra bulur. Canan, Türkçe bilmeyen bu kadını bir türlü sevmez. Yaşlı kadın, uğruna yollara düşüp İstanbul’a geldiği Canan’ın kocasını aldatan düşük ahlaklı bir kadın olduğunu fark eder, kızı Canan’ı öldürür, evden kaçıp gider.
Roman İstanbul’a satılıp özünden kopartılmış, güzelliğinden başka hiçbir özelliği olmamış, anne şefkati görmemiş bir kızın ahlaki düşüklüğünü verdiği kadar onun Türkçe bilmeyen annesinin namus anlayışını da irdeler. Aslında bu romanda Çerkes olan Canan değil, onun gibi bir evlat doğurduğu için karnını yumruklayan Adapazarlı yaşlı kadındır.
Bununla birlikte roman Çerkes’in de olumsuz özelliklerle anıldığı ilk romandır ki bu aslında Türk edebiyatında yerleşmiş Çerkes anlayışının değişmesinin başlangıcıdır. Artık cumhuriyet dönemi boyunca Çerkes mutlak iyilik, masumiyet ve güzellik olarak değil, aynı zamanda zaaflı bir tip olarak anılacaktır.
Mithat Cemal Kuntay’ın ‘Üç İstanbul’ adlı muhteşem romanının Cemalifer’i böylesi bir zaaf sahibidir ki soy sop meraklısı sonradan görme ve artık cumhuriyet dönemi yazarlarının nazarında eskimiş bir ahlak anlayışına sahip bu kadından öz evladı bile ondan utanır. Çünkü Cemalifer köledir, otoriter bir annedir.
Halide Edip’in ‘Tatarcık’ (1938) adlı romanındaki Lalezar tipi de böylesi bir annedir. ‘Rüzgarda sallanan bir saz gibi yürüyen’ bu kadın güzel ama silik bir Çerkestir. Her türlü toplantıda bulunmasına rağmen insanlarla konuşamaz, yanına yaklaşan olsa yorgun gözlerini kapar, söyleneni işitmezlikten gelir. Onun bu halini kimileri nekesliğine, kimileri de Türkçe’sinin bozukluğuna, İstanbul ağzıyla çetrefilliğine verirlerdi.
Reşat Nuri’nin romanlarındaki Çerkesler de pek farklı değildir. ‘Kızılcık Dalları’ (1932) adlı romanın renkli tiplerinden birisi olan Nevnihal Kalfa, o dönemde İstanbul’un her konağında rastlanan cinsten bekar, yalnız, sadık bir Çerkes Kalfadır. Yaşlanınca dışarıya atılmamışsa da konağın bir köşesine itilmiştir. Herkese karşı hesapçıdır, konağın hanımına kaynanalık yapmaya kalkar, dindarlığı ve disiplini konak halkını rahatsız eder.
Bununla birlikte Nevnihal Kalfa, Osmanlının Çerkes algısı hakkında fikir vermektedir. Zira aslında bir Nogay olan Nevnihal Kalfa’yı konaklılar Çerkes olarak nitelendirir, kalfa da kendisini böyle tanımlar. Romanın içinde Çerkes ve Nogay aynı anlama gelecek şekilde kullanılır. Bu durum İmparatorluğun son yıllarında İstanbul konaklarını dolduran Çerkes kızlarının tamamının Adige, Abhaz ve Ubıkh adlı aristokrat kabilelerin alt sınıfına mensup olmadığını, Nogaylar gibi aristokrasiyi bilmeyen, Türki halklardan kızların da sırf Çerkesler gibi Kuzey Kafkasya’dan sürgün edilmiş olmalarından dolayı Çerkes kabul edilerek konak hizmetlerine, haremlere ve saraya alındığının kanıtıdır.
Ömer Seyfettin’in Çerkesleri
Yıkılan İmparatorluğun enkazı altında kalmış sanatçılardan biridir Ömer Seyfettin. Hala Yaşam öyküsünün filme alınmamış olması şaşırtıcı… Kısacık ömrü boyunca dava adamı kimliğinden taviz vermemiş bu kahraman adamın yazdığı öyküleri ruh karartıcı olarak değerlendirenler onun yaşadığı çağda iç açıcı hiçbir şeyin var olmadığını nedense görmek istemezler.
Ömer Seyfettin de mesnetsiz bir şekilde kendisine Çerkeslik yakıştırılan yazarlarımızdandır. Kendi beyanı ile sabittir ki Ömer Seyfettin Çerkes değildir, bu bilgi kızı Güner Elgen Hanım tarafından da doğrulanmıştır. Onun Çerkesliği Doktor Vasfi Güsar’dan menkul bir bilgidir, bunun dışında hiçbir delil bulunmamasına rağmen bu büyük yazar yaşarken adeta ona hakaret etmek kastıyla Çerkes olduğu yazılıp çizilmiştir.
Sebilürreşad Dergisinin 31. Teşrinievvel 1334 tarihli 376 sayısında yayınlanan mektubunda Ömer Seyfettin, ‘375 numaralı nüshanızda bana ‘Çerkes’ diyorsunuz. Ben milliyeti ırk diye anlamam. Milliyet ‘dil, lisan, ırk’ birliğidir. Bununla beraber Çerkes değilim.’ Der.
Esasen onun eserleri bu tür bir redde gerek bırakmayacak şekilde Ömer Seyfettin’in Çerkes olmadığını ortaya koyar.
Ömrünü imparatorluğun çatırdayan köşelerinde savaşarak, esaret yaşayarak geçiren bu idealist insanın eserlerinde Çerkes tipi, Tanzimat edebiyatında olduğu gibi kadın tipinden ibaret olmayıp bir çok rollere bürünerek karşımıza çıkar.
Kaşağı hikayesinde seyisin adının neden ‘Dadaruh’ olduğu birçok okuyucu için muammadır. Yine İlk namaz gibi çocukluk anılarını aktardığı öykülerindeki Pervin adlı dadı tipi onun çocukluğunda tanıdığı Çerkes tipleridir.
Gizli Mabed adlı öyküde anlatılan sütnine, Efruz Bey adlı uzun öyküdeki anne, ‘Bahar ve Kelebekler’ adlı öyküdeki haminne tipi, Ömer’in çocukluk öykülerindeki Pervin’le hemen hemen aynı kişiliktir. Saf, sadık, dindar kadın örnekleri olarak sunulur.
Erkek kahramanlar sözkonusu olduğunda Ömer Seyfettin Çerkesleri daha bir uzaktan anlatır. ‘Bir Kayışın Tesiri’ adlı öykünün kahramanı olan İstanbullu Mahmut Bey, Ömer Seyfettin tarafından bir Çerkes kayışından etkilenip Çerkes olmaya karar veren, kendisini Çerkes kabul eden, Kafkasya’yı gezip dolaşan, bir Çerkes kızı ile evlenen, sandalyeye ata biner gibi oturan bir kaybedilmiş tiptir. Fakat asıl esef verici olan odur ki, Türklerin hariçten kendi içlerine gönüllü bir tek “Millettaş” celbedecek böyle ehemmiyetsiz kayışçıkları bile yoktur.
İmparatorluğun son döneminde görkemli geçmişle köhne şimdiki zaman arasında bocalayan Osmanlı aydınlarının hicvedildiği ‘Efruz Bey’ ve ‘Asilzadeler’ adlı uzun öyküler de Ömer Seyfettin’in Çerkeslere bakışı hakkında fikir vermektedir. ‘Bila tefrika-i cins ü mezhep’ söylemi ile etrafına insanları toplayan nevzuhur Osmanlı Aydını Efruz Bey insanların eşitliğinden bahsedince, annesinin Çerkes olmasından dolayı kendisini Çerkes kabul eden Çerkesler tarafından reddedilir.
“Efruz Bey yalnız kendi cinslerinden olduğunu inkar ettiği Çerkesleri kandıramamıştı. Onlar Rum, Bulgar, Yahudi hasılı hiçbir milleti öpmeye tenezzül etmeyerek
-Kendi cinsini inkar eden Çingene’den alçaktır, diye söylene söylene Tophane taraflarındaki kahvelerine döndüler. Hiç bir şey olmamış gibi yine birbirlerine kabadayılıklarını, cesaretlerini, doğmamış oğlak derisinden kalpaklarını, memleketteki atlarını, Kafkasya’daki eğerlerini, gümüşlü kamçılarını anlatmaya başladırlar.”
Bu pasaj yazarın Çerkes halkını son derece yakından tanıdığını ortaya koymakla birlikte aynı zamanda İmparatorluğun son döneminde Çerkeslere ilişkin aydın bakışı hakkında da fikir vermektedir. (devam edecek)
HULUSİ ÜSTÜN
Ömer Seyfettin de mesnetsiz bir şekilde kendisine Çerkeslik yakıştırılan yazarlarımızdandır. Kendi beyanı ile sabittir ki Ömer Seyfettin Çerkes değildir, bu bilgi kızı Güner Elgen Hanım tarafından da doğrulanmıştır. Onun Çerkesliği Doktor Vasfi Güsar’dan menkul bir bilgidir, bunun dışında hiçbir delil bulunmamasına rağmen bu büyük yazar yaşarken adeta ona hakaret etmek kastıyla Çerkes olduğu yazılıp çizilmiştir.
Yani ben bu ifadeyi anlamadım- Ömer Seyfettin çerkesdir veya değildir o ayrı da Çerkesdir yakıştırması yapmak neden mesnetsiz ve hakaret maksatlı oluyor-Çerkes olmak küfür gibi bir şey mi acaba ? Aydınlatır mısınız?
Yani bende seni anlamadim . Kocanin ismi ne bilmiyorum diyelim ki midige bey . Sana kocaniz kursad bey nasil bey nerde derlerse sen ne diyeceksun . Cok mesnetsiz . Simdi kursatin karisi olsan . Cok mu kotu . Halbiki cok zevklu biseydir . Tamam da senin dedigini acikladim . Konu kapanmıştır