“Tarihle Yüzleşmeliyiz” (2)

Fikri Tuna, Eski Kahramanmaraş Müftüsü, Uzun yıllar Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki önde gelen fikir adamları ile birlikte düşünce hareketleri içerisinde aktif rol oynadı, Özellikle 90’lı yılların başından itibaren Kafkasya ile de yakından ilgilendi, Kafkasya’nın önemli siyaset ve düşünce adamlarıyla görüştü, çeşitli konferanslar verdi. Fikri Tuna ile geçmişten günümüze Kafkasya’nın ve Kafkasyalıların kaderini ve konuştuk. Memlukler, Kafkas-Rus savaşları öncesinde Kafkasya, Sovyetler Birliğinin dağılmasının ardından orada gördükleri, dönüş düşüncesi, Xabze, İslam, Kölelik ve daha birçok konuya değindik.

İkinci bölüme Memluklerle başlayalım dilerseniz. İslam tarihi içinde Memlukleri diğer devletlerden ayıran özellikler neler? Ve tabi Çerkes tarihi açısından bu dönemin önemi nereden kaynaklanıyor?

Mısır’da Osmanlı diye tanıtılan büyük Çerkes aileleri vardır. Vecdi ailesi gibi Demirtaş ailesi gibi… Demirtaş ailesinden bir kadın Kevseri (Mehmed Zahid Kevseri, Düzceli Çerkes bir aileye mensup tanınmış islam alimi, 1879-1951) ile yazışıyor, Çerkes tarihini yazmak için kaynak istiyor. Bu yazışmalar bende var, özel olarak Suriye’ye gittim bunlar için. Kevseri 80 tane kaynak ismi veriyor kadına. Bunlardan bir tanesi çok önemli. Memlukleri ikiye ayırırlar, buna göre bahriler Türk, burciler Çerkesti. Kevseri’nin kaynak gösterdiği kitap onu kabul etmiyor, Memluklerin hepsinin Çerkes olduğunu söylüyor.

İlk dönemdekilerin Türkçe konuştukları söyleniyor? Çerkes derken Türk dilleri konuşan Kafkasyalıları mı kastediyorsunuz?

Türkçe konuşma ve Türkçe isim takma meselesine gelince, o zaman moda oydu diyor Kevseri. Arap tarihçileri Çerkes’le Türk’ü pek ayırmadılar. Hatta Memluklerin ilk dönemi için “bunlar Çerkes’ti” diyen kitap sonra Çerkeslerin Türk olduğunu savunuyor. Mesela İbni Haldun da öyle diyor. Fakat Türklerin beyaz kısmındandır diyor. Sonra buna, Araplar da ikiye ayrılır diye misal veriyor. Kevseri o kadına yazdığı bir mektupta buna cevap veriyor: “Haldun o coğrafyayı bilmiyordu.” Gerek Kürtler gerek Çerkesler, Selçuklu döneminde geldiler. Türkçe yaygın dildi. Kürtlerin de (Eyyubiler) kullandığı atabey gibi unvanlar Türkçe idi. Tarihçilerin hatası orada, birinci dönem Türk’tür, ikinci dönem Çerkes’tir denilmesinin sebebi o. Yine o kitapta geçen, yazarın “Benim yanında çalıştığım sultanım Çerkestir” dediği Sultanın adı Tatar. Tatar Çerkesçe değil, ama Türk ismi kullanmak yaygın.

Memluklerin Mısır’a gelişi ile ilgili olarak, köle olarak getirildikleri tezinin yanında, Moğol istilası zamanında yenilgiye uğrayan Müslüman Kafkasyalıların, İslamın o zamanki merkezi olan Mısıra göç ettikleri yönünde bir tez daha var. Çerkesler nasıl geldiler o coğrafyaya?

Çerkeslerin Arap dünyasına girmeleri, doğudaki gibi olmadı. Azerbaycan ve Dağıstan’a Ömer zamanında girildi. Ama Çerkesler Osmanlı zamanında Müslümanlaştı. Dağıstan’dan Kafkasya’ya giren İslamiyet’in Allah inancının batıya da ulaşmış olması muhtemel. Belki önceden de vardı. Yahudilerden, Hristiyanlardan ya da İranlılardan gelmiş olabilir. Orada Allah inancı vardı fakat İslamiyetin tatbikat şekli yoktu diyebiliriz.

Kafkasya’dan, Türkistan’dan, Gürcistan’dan paralı asker alma uygulaması Abbasiler döneminde başladı. Mutasım’ın annesi Türktü. Türktü derken belki de Çerkesti, Arap tarihçiler ayıramadıkları için bilemiyoruz. Mesela bütün Mısırlı yazarlar -Mahmud Abbas Akkad gibi- Stalin için Çerkes Stalin ifadesini kullanıyorlar. Çerkes-Gürcü ayırımı da yok. Onu bilmiyenler karıştıyor. Kevserinin İbni Haldun o coğrafyayı bilmiyordu demesi gibi.

Mutasım, İranlılara karşı Dehlevi Türkleri kullanmak istedi. Onlara bir şehir kurdu. Gittikçe çeşitli yerlerden, Afganistan, Gürcistan, Kafkasya’dan asker almaya başladı ve 12 bin kişilik bir kuvvet oluştu. Hatta islamın yakın döneminde hicaz valisi bir Çerkesti deniliyor. Çerkeslerin islam dünyasına ilk ayak basmaları o şekilde oldu. Fakat Mısır’a gelen Çerkesleri, yüzdeye vurursak yüzde 70-80’ini Selahaddinin torunlarından birisi ve Eyyubilerin son sultanı olan Necmeddin Salih getirdi.

Peki neden Necmeddin Salih tarafından, Kürtler tarafından getirildi Çerkesler? Kürtlerin önayak olmasına sebep şu; birbirlerini tanıyorlar, Kürtler, Çerkeslerin güvenilir ve savaşçı olduklarını biliyorlar. Ayakta kalmak için güç lazımdı. Bu gücü nereden arayacaklar? Araplar olmaz, Türkler zaten hasımları. O zaman işte çok iyi tanıdıkları Çerkesleri düşündüler. Kendileri gibi azınlık oldukları için, güçbirliği yapmak için Çerkesleri çoğalttılar, ve bu köle ticareti kanalıyla olmadı. Heyetler gönderildi, Kafkasya’yı tanıyan kimseler gitti. Oradan gönüllü olmak isteyen gençler seçildi. Ve çok küçük değillerdi, kendilerine makam vadedildi ve gönüllüler seçildi.

İbn Haldun çok enteresan bir biçimde anlatıyor: O gelen gençler için İskenderiye’ye, üzerlerinde Çerkes koşum takımları olarak Çerkes atları götürülür. Gemilerden inen gençler bu atlara bindirilir Kahire’ye gelirlerdi. Orada kendilerine ayrılan konaklara yerleştirilir, özel eğitim için medreselere verilirlerdi. Şimdi bunun kölelikle ne alakası var?

O halde Memlük (köle) isimlendirmesinin sebebi ne?

İslam dünyasında Muaviye ile başlayan bir krallık dönemi devam ediyor. Memlukler de bu islam dünyasının göbeğinde oluşmuş bir devlet. Azınlık olarak geldikleri bir yerde güçlü bir askeri kuvvet kurdular, dayanıştılar, iktidarı kazandılar ve tamamen meriyette olan geleneğe aykırı olan bir idare kurdular. Babadan oğula intikal eden yönetim yok. Peki ne var? Kırk kişilik bir şey meclis var ve bütün kararlar bu mecliste alınıyor. Bütün dünya krallık sistemine dayanırken Çerkesler tamamen aykırı bir sistemle geldiler. Böyle olunca, koskoca İslam dünyasında nasıl olur da bunlar geleneğe muhalif bir biçimde iktidar olurlar diye çekemedikleri için, hasedlerinden bu tabiri, köle tabirini kullandılar. Sultan demediler, halbuki Selahaddin Eyyubi’den beri sultan unvanı kullanılırdı.

Geçtiğimiz aylarda Libya’da olaylar patlak verdiğinde Libya Çerkesleri gündeme geldi. Siz muhtemelen orada Çerkeslerin yaşadığını biliyordunuz. Libya’daki Çerkeslerin hikayesi nedir?

Libya Çerkesleri deyince, hiç unutmam seneler önce Bingazi de bir terzi dükkanına girdim. Terzi tanıdığım bir Türk’tü. Sonra içeri sarışın bir genç girdi, terzinin patronuymuş. Dedim ki Arap mısın? Hayır dedi. Türk müsün, Giritli misin, Berberi misin? Hep hayır. Sonra Çerkesim dedi. Öyle değince Libya da Çerkes var mı dedim. Bingazi de iki bin aile oluyoruz. Misrata başka yerlerde de çok var dedi. Şimdi ben merak ettim o meseleyi. Bunlar nerden gelmiş? Memlukler desem uzak. Balkanlardan gelenler mi? Kafkasya’dan doğrudan gelenler mi derken arşivlerde çalışırken bir belge geçti elime, Suriye’ye giden Çerkeslerden bahsediyor. Bingaziye üç bin aile gitti diyor. Peki ne oldu? Yani Misratadakilerle görüştüm Çerkesiz diyorlar ama herşeyleriyle Araplaşmışlar.

Peki ama sürgün zamanında geldilerse Suriye’deki, Ürdün’dekiler kadar kimliklerini muhafaza etmiş olmaları beklenemez mi? Bu süre içinde bu kadar hızlı bir asimilasyon nasıl olmuş olabilir?

Suriye’deki Çerkesler, Bedevilerin hucumunu bertaraf etmek için yerleştirildi, aynen Anadolu ve Balkanlarda benzer amaçlarla yerleştirilmemiz gibi. Ama Libyadakiler o mıntıkada belki büyuk bir köy ya da küçük bir şehir olarak iskan edildi. Siirta ve Misrata. İkisi de kısa sürede büyük birer şehir oldular. Böylece ikinci nesilden itibaren hızla eridiler ve kayboldular.

Sizin sık kullandığınız bir kavram var: “sömürüye elverişlilik durumu.” Dilerseniz buna da kısaca temas edelim.

Hiçbir sömürü, elverişlilik durumu olmadan tahakkuk etmez. Bu nazariyeyi en fazla savunan Cezayirli büyük mütefekkir Malik bin Nebi’dir. “Müşkületü’s-Sakafe” (Kültür Problemi) adlı kitap serisinde bu konuları en güzel şekilde ele alır. Malik bin Nebi Batıyı en iyi tanıyan İslam düşünürlerinden biridir. Batıyı tanıyan çok azdır İslam dünyasında. Bir İkbal, iki Hamidullah, üç Prens Halim Paşa. Cemil Meriç, Paşa için Batıyı en iyi tanıyan Türk aydını der. Bunlara ben Malik bin Nebi’yi ve Tunuslu Hayreddin Paşayı ekliyorum. Nalçik’te Nalo Zaur televizyon programında şöyle bir soru sormuştu: “Çerkeslerin dünya medeniyetine pek katkısı olmadığı söylenir, ne dersiniz?” Bu soruyu cevaplarken bahsettiğim iki isimden biri Hayreddin Paşa, diğeri de Kevseri idi. Hayrettin Paşa Batıyı çok iyi tanıdığı için, ıslahatların nasıl olması gerektiğini en iyi şekilde planlayabileceği için Abdülhamid zamanında sadrazam yapıldı. Kevseri ise sadece bir din alimi değil büyük bir islam müterfekkiri. İslam kültürünün safiyetiyle yeniden ortaya çıkarması bakımından kültürler arası çatışmada islam kültürünün önemini ortaya koyuyor.

Peki bu özellikleri Kevseri’nin ya da Tunuslu Hayreddin Paşa’nın Çerkes olmalarıyla mı alakalı? Yahut kişileri bir taraf bırakırsak, Çerkeslerin ne gibi katkısı oldu dünya medeniyetine?

Burada iki önemli nokta var. İslamdan önce ve sonra kurulan devleterde, İran’da, Avrupa’da hele hele Orta Doğu’da krallıktan başka bir şey yoktu. İslamın ilk zuhurunda gerçekleştirdiği şura ve meşverete dayalı sistem Muaviye’nin Emevi hanedanına dayanan bir devlet kurmasıyla son buldu. Babadan oğula intikal eden bu idare sistemini, Emevi, Abbasi ve diğer hanedanlarla devam eden bu alışkanlığı yok eden Mısır Çerkesleri olmuştur. 40 kişilik bir meclisleri vardı. Ehliyete, liyakata dayalı bir sistem kurdular. Hanedana mensubiyet ön planda değildi. İslam devletlerinde ilk olarak Çerkeslerin Mısırda zuhuru ile kurulan ve 300 senen devam eden, -Memluklerin iki dönemi de Çerkestir- hatta M. Ali Paşa’nın meşhur katliamı tahakkuk edene kadar diyebiliriz, çünkü Osmanlılar ancak bir sen kendi kanunlarını tatbik edebildiler Mısır’da, sonra idareyi yine Çerkeslere bıraktılar. Yani 600 senelik iktidarları boyunca Çerkesler, Mısır’da hanedan mensubiyetine bağlı olmayan bir yönetim uyguladılar. Birinci nokta budur. Fransızlar geldiğinde biz buna krallık diyemeyiz, bu olsa olsa Cumhuriyettir dediler. Bunu söyleyen meşhur Mısırlı tarihçi Ceberdi. Bunun önemi ne? Şu: batı nasıl krallıktan kurtulup demokrasiyi ortaya çıkardıysa, Çerkeslerin sistemi de devam ettirilip geliştirilebilse idi aynı şey İslam dünyasında da tebellür edebilirdi.

Peki neden Çerkesler böyle bir sistem kurudular, bu anlayış nasıl ortaya çıktı?

Bu sistemi seçmelerinin sebebi sanıyorum, Emevi ve Abbasilerde hanedanlar arasındaki çekişmeyi görmüş olmaları. Bununla birlikte, devlet hiyerarşisini bilmemeleri, hür kabileler ararsında yetiştikleri ve hür düşünceleri disiplin mekanizmasını tanımadığı için böyle bir sistem seçmiş olabilirler diye düşünüyorum.

İki önemli nokta var demiştiniz. Birincisi şura ve meşverete dayalı sistem, ikincisi?

Şimdi gelelim ikinci noktaya. Mesela Türkleri ele aldığımız zaman, İslamdan önce Türkler çeşitli dinlerin, mezheplerin etkisi altında kalmışlardı. Şamanistler, Budistler, Hind, İran… O karışık kültür hareketi aynen Anadoluya geldi. Hem Türkler’de hem Araplar’da bir sürü mezhepler var. Sürekli boğuşuyorlar, işte Yemen’de Suriye’de. Ayrı ayrı mezheplere bölünmeyen, hepsi aynı mezhepte olan ve mezhepte aşırılağa gitmeyen tek millet Çerkeslerdir. Bilakis 4 mezhebi gayet mükemmel şekilde hem Mısır’da hem Suriye’de uygulayan topluluk Çerkeslerdir. Baybars zamanında da Kanşawe Gur zamanında da, her zaman 4 kadı var: Hanefi, Şafi, Maliki, Hanbeli. Başka hiç bir dönemde 4 kadı yok. Bu ne demek? Mezhep taassubunu yok etti. Halbuki mezhep taassubu başlamıştı. Baybars zamanında kadılık da yapan Necmeddin Tarsusi, kendisi hanefi mezhebinin mutaassıbı, bütün mücadelesi hanefiliğin resmi mezhep olması. Çerkeslere bunu kabul ettirmeye çalışıyor. Mısırlılarda sayı olarak Şafilik çok, birinci kadıyı Şafi yaptılar o yüzden, halbuki Çerkeslerin kendileri Hanefi.

Çerkeslerin ana vatanlarındaki devlet tecrübesine bakarsak, tam bir devlet mekanizmasına sahip olmamalarını nasıl yorumluyorsunuz? Bir başarısızlık, geri kalmışlık mı, yoksa kültürlerinin, sosyal yapılarının, yaşama tarzlarının getirdiği bir şey mi? Bunu şu yüzden soruyorum, güvenlik ve ortak bir hukuk sistemi gibi temel devlet fonksiyonlarının toplum tarafından işletildiği bir bölgede devlet zorunluluk olmaktan çıkar şeklinde bir görüş var ve Rus işgali öncesinde Çerkesya’nın bu özellikleri taşıdığı söyleniyor.

Devlete lüzum yoktu görüşüne katılmıyorum. Orada kabile sistemi söz konusu oluyor. Haldun’un bir tabiri var: Umran. Genel bir kalkınma, insan aklının geliştirdiği ne varsa; hukuk, mimari, kıyafet, askeri kalkınma vs. bunların tümünü ifade ediyor. Çerkeslerin Mısır’daki hakimiyeti çok önemlidir. Ele alınması gereken, tartışılması, tanınması gereken bir dönemdir. Firavunlardan sonra en parlak kültür dönemi Memluk dönemidir. İdare tarzlarından dolayı Fransızlar geldiğinde biz buna kralık diyemeyiz bu olsa olsa cumhuriyettir dediler. Kafkasya’daki küçük idari sistemler ise kabile hayatına dayanıyor. Herkes tarafından boğun eğilen çok bağlayıcı bir xabze var. Kabile liderlerinin (Pşı) de büyük yetkileri yok xabze karşısında. Kabile fertleri aynı hürriyete sahip. Devlete gerek yoktu diyenlerin işaret etmek isteği nokta sanıyorum budur. Bu konuda İsmail Berkok, insanın köleleştirlmemesi için bu hürriyet bu şahsiyet önemlidir ama disiplinize edilmediği taktirde baş belası olur diyor, ben de bu görüşe katılıyorum.

Nasıl baş belası oluyor? Biraz açabilir miyiz bunu?

Bizde xabze var. Xabze öyle bir duruma geldi ki Çin’de olduğu gibi, Japonlarda olduğu gibi en büyük otorite vasfına sahip olan şey oldu. Pşı da olsa werk de olsa herkes buna tabidir. Devlete gerek yoktu görüşünün işaret etmek istediği nokta orasıdır. Ama aşırı ferdiyetçilik ve kabile taassubu işin içine girince sömürü düzenine elverişlilik başlıyor. Bazı Pşılar kendi menfaatları için gidiyor Rusya’yla anlaşıyor, Osmanlıyla anlaşıyor. İşte Çerkeslerin söyleyemedikleri şeyler bunlar. Kendi ailesi için kabilesini yok eden pşılar çıkmışıtr. Xabzeye werk xabze adını verenler, yani werkler, o toplumu, yani halkı bertaraf etmek istediler. Halbuki xabzeyi yaşayan halk.

Ne şekilde bertaraf etmek istediler?

Kölelik meselesi! Maykoplu yazar Meretıko aynen şu tabiri kullanır; Kabardeylerin tasnifi ne dine ne akla ne insanlığa sığmıyor. Hiçbir werk neden werk olduğunu, hiçbir pşı altındaki kölelerin neden köle olduğunu bilmiyor. Çünkü köleliğin de şartları var. Ecdadının üçüncü batından beri fiilen köle olarak gelmesi şartını koşuyor İslam hukuku. Tiflis köle pazarından al! Bunu bizzat yapanlar da werklerdir. Aldığın insan köle mi değil mi bilmiyorsun. Yine İslama göre meşru savaş olmadan esir alamazsın. 3. asırdan beri Gürcülerle savaş yapmadı Osmanlılar, Kafkasya’ya ise hiç hakim olmadılar. Oysa ki sarayda bir sürü Gürcü, Çerkes kadınları var. Peki bunlar nasıl köle oldu? Esir tüccarlarıyla geldi diyor Meretıko, “şehzadeler istedikleri gibi aldırıyordu. Bütün şehzadeler piçtir, çünkü hiçbiri meşruiyet çerçevesinde köle olarak getirilmedi.” Hür insanlar alınmış köle edilmiştir. Neden Türkiyede’ki, Osmanlıdaki İslam alimleri bu durumu açıklamıyorlar? Çünkü korkuyorlar. Malesef kaçırdıkları hür insanları Tiflis’te, Fergana’da köle pazarlarında satanlar da pşılardı, werklerdi. Kırım Tatarları köle istediği zaman pşılar kendi çocuklarını verecek değillerdi herhalde, gidip halktan alıyorlardı. Bizim tarihimizn tamamı iftihar edilecek şeylerle dolu değil. Bunlarla yüzleşmeliyiz. “Ben razıyım ne olursa olsun, bana dokunsun, aileme dokunsun, sülaleme dokunsun ama gerçekle yüzleşelim.” Bunu demiyen adam tam manasıyla Çerkes değildir. Çerkes tarihi şahsi menfaatlar üzerine kuruludur. Bunu kabul etmediğimiz takdirde hala falan alile şöyle, filan aile böyle muhabetti gider.

O halde sizden daha geniş bir Kafkasya tarihi yorumu alabilir miyiz?

Boyların, kabilelerin yani ayrı ayrı var oluşların büyük okyanusa intikal etmesi ve bir millet olarak ortaya çıkması. Bunun en güzel misallerinden biri Araplardır. Ruslar da öyleydi, ta ne zamana kadar çeşitli barbar boyları olarak yaşıyorlardı. Bir slav virliğinin kurulması çok eski değildir. Ancak birlik olduktan sonra geliştiler, büyüdüler ve Kafkasya’yı da o şekilde yuttular. Bütün milletler için geçerlidir. Bu olmadığı takdirde, kartalların leş bekledikleri gibi güçlü devletler bu gibi küçük boylara ayrılmış milletlerin zaafını istismar eder, varlığına göz diker, istila eder. Sömürü düzeni budur. Sömürüye en elverişli durumdur o parçalanmışlık. Mevcut düzene sızmalara yol açan bir şeydir.

Osmanlının emrine riayet etmeyen, dolayısıyla azledilen Kırım Hanı Muhammed bir rüya görüyor. Rüyasını Evliya Çelebi’ye anlatıyor: Osmanlı Padişahı beni öldürecekti, seni ancak Dağıstan kralı kurtarabilir dediler, ben de Dağıstan’a sığındım. Çelebi de diyor ki; evet ancak Dağıstan’a sığınırsan kurtulursun. Sonra gidiyorlar beraber. Tabi oraya giderken bütün Kafkasya halklarınn arasından geçiyor ve seyahatnamesinde de anlatıyor gördüklerini. Şimdi bunu söylememin sebebi şu; geçtiği yerlerdeki boyların askeri güçlerini sayıyor. Şapsığların askeri gücü ne kadar, diğer halkların ne kadar? Mesela Şapsığların on bin, falanların şu kadar… Dağıstanlıların diyor, 80 bin kişi. Bunun tahlilini yapan birisi, kimdi hatırlamıyorum, İlk zamanlarda Rusların Kafkasya’ya indirdiği güç hiç bir zaman 60 bini bulmadı diyor. Halbuki Evliya sadece Dağıstan’ın 80 kişiye sahip olduğunu yazıyor. Buna muhtemelen Çeçenler de dahil. Ama neticede bunlar birleşince nererdeyse 200-250 bin kişilik cengaver bir ordu ortaya çıkıyor. O orduyla neler yapılmazdı! Birleşik bir Kafkasya kurulabilseydi. Gerek coğrafi durumun genişliği, toprağın münbitliği, bazı zananatların gelişmişliği hem Dağıstanda hem de Çerkesler de. Diğer taraftan bir rus subayı anlatıyor: en güzel bahçeleri yaparladı. Türklere ağacın kıymetini kafksayalılar öğretti. Bir birleşebilselerdi! Bu bir temennidir ama, işte bazı temenniler gerçekleşebilirdi. Akılcı, geniş düşünceli, ileriyi çok iyi görebilen, kültür seviyesi yüksek bir millet olsaydı. Belki bugün Rusya’nın da kimsenin de yutamayacağı 40-50 milyonluk gayet büyük güçlü bir devlet meydana gelirdi.

Bir; kabile taassubu. Kabilecilikte ancak kendisini düşünme vardır, hatta daha da sıkışınca sadece kendi ailesini. Bu anlayış başkalarıyla ilişki kurmayı düşünmez. Dolayısıyla uzağı görmez olur, sonra yakını bile göremez duruma gelir. Kafi kültür seviyesi olmadığı için bunun zararlı olup olmadığını da anlamaz. Bu sosyal yapı inanç haline dönüşür. Bu düzen belirli bir zümrenin lehine ama halkın aleyhine işleyen bir şeydir. O savaşlarda hiç çekinmeden bir pşı kendi menfaati için Ruslarla bir diğeri Osmanlılarla, başkası Tatarlarla anlaşır.

Esas itibariyle bizim yüzleşemediğimiz tarih budur. Bu korkunç tarih, bu lekeli, bu gayri insani, bu gayri dini tarihle yüzleşebilecek bir nesil orataya çıkmazsa, dün olmadığı gibi bugün de Çerkeslerin istikbali olmayacak.

Bizim Çerkeslerin adetidir; biri meşhur oldu mu o Çerkestir diye övünürler. Bunlar şahsiyetsizlikten, kültürel şahsiyetin tekemmül etmeyişinden doğuyor bence. Sayıyorlar falan paşa Çerkes, İnönü’nün arkadaşı. İnönünün arkadaşı olmak iftihar meselesi değil zillete müncer bir durum. Halbuki saydığın adamlar İnönü’den daha şahsiyetli.

Şamil Vakfı’nda bir gazetecinin konferansı vardı. Biri bir sordu teşkilatı mahsusanın yüzde sekseni neden Çerkesti diye. Ben de dedim ki bunun sebebi yiğitlik ne şu ne bu. İki şey: gösteriş budalalığı ve hedefsizlik. Kültürel kişilikleri teşekkül etmediğinden büyük fırsatları kaçırdılar. Zaten kişiliği olan bir kimse ajan olmaz. Makam ve mansıbın peşinde koştular.

Kabile taassubu birleşmeyi düşünürmez. Şunu düşünemiyorlar, bundan kurtulalım bir araya gelelim, etrafımızda bize göz dikenler var. Biz küçüğüz Kafkasya gibi bir cenneti bize bırakmazlar. Daha güçlü olmanın yolu herşeyden önce birleşme. O zaman millet mefkuresine yönelmemiz gerekir. Türkler yaptı bunu, Ruslar yaptı.

Devletleşme mefkuresi olmayınca, köy durumunu aşma da gerçeklemiyor. Burada İbni Haldun “bedavet” ve “hadar” kavramlarını kullanır. Hadara dediği medeniyet, Uygarlık; Bedavet ise göçebe hayatı. Bir Arap bedevi için herkes ötekidir. Kaynaşamıyor o derece kaynaşamıyor ki zekatı kabul etmiyor. Ben niye kureyşe vergi vereceğim diye düşünüyor. Anlayışa bak! İlk dönemlerde Arapların 3’te 2’si irtidat etti. Kureyşten peygamber geldi bize niye gelmedi diye sahte peygamberler çıkarıyorlar.

Şimdi şuraya geliyorum insan doğuştan medenidir, şehirlidir. Şehre elverişliliği ihtiyaçtan doğar. İhtiyaçlar genişledikçe şehirleşme gerçekleşir. Çerkesler ellerinde olandan daha fazlasına ihtiyaç duymuyorsa bu kültür olmadığı için. Kültür, yükselme fikri de iki şekilde kazanılır: kitaplar ve seyahat. İkisi de yok Çerkeslerde.

Son olarak, bugün için ayrıca ne söyleyebilirsiniz?

Hazreti Peygamberin bir hadisi var: mümin bir delikten iki defa ısırılmaz. Milletler mücadeleri ile yaşıyor. Peygamber mücadelesini, elçisini Habeşistan’a göndererek, Medine’ye hicret ederek, elden gelen gizli aleni her türlü çalışma ile yaptı. Demin dedim ya, sömürüye çok elverişli bir milletiz, çünkü imkanlarımız çok kısıtlı. Türkiye’de hem maddeten hem fikren en zayıf milletiz belki. Fedakar değiliz, yapabileceğimizden çok aşağısını yapıyoruz. Başkalarından yardım beklemekle hiç bir şey kazanamayız. Tehlike çanları kapımızı önünde. Bu çok fazla sürmez. Elli, belki yüz sene. Bunu idrak ederek kadınıyla erkeğiyle, var olan bütün imkanları kullanarak Çerkes varlığını kurtarma çabası göstermekten başka çare göreniyorum.

Yusuf Altunok