Komutanın ‘diriltilişi’

Vedeno bölgesindeki Elistanji köyünden Emirhaciyev Urumbay anlatıyor:Paralı birkaç asker, kemerle bağlanmış Şelkov bölgesi komutanını beton taşlarda ayaklarından sürüklüyordu. Hissetmiyordu. Yüzü kan ile dolmuştu, gözleri açıktı ve tek bir noktaya bakıyordu.

Gözlerini kapatmamı ve sıhhiye bölümüne götürmemi söyleyeceklerini bekleyerek komutanın yüzüne uzun süre baktım. Nerede? Hemen benim ve giren grubun sadece onların yaptıkları kötü şeylerin istenmeyen şahitleri olduğumuzu düşündüler. Bizi yüzüstü yatırdılar ve ayakları ile kaburgalarımıza vurmaya başladılar. Şöyle diyorlardı:
– Köpekler! Koyunun kurda baktığı gibi neye göz diktiniz? Ben sizin hepinizi bu Dudayevci düşman gibi vururdum. Büyük kardeşe nasıl saygı duyulacağını öğreneceksiniz!
 Burada başlarındaki subayın sesi duyuldu:
– Ceset neden hala burada? Ne oldu? Rehineleri götürme emrini kim verdi?
Ve ben o zaman rehine olduğumuzu, bizimle ilgili istedikleri gibi hüküm verebileceklerini anladım: Satmak, değiştirmek, ya da da bu ‘Dudayevci komutan’ gibi öldürülmek. Onlar için biz aynıyız ve bir anlam ifade etmiyoruz.

– Havuzda kaç kişi var?
– 24. Bu yirmi beşinci.
– Ceset şimdiye kadar neden halen ortadan kaldırılmadı?
– Yoldaş albay, o ayrı yatıyordu, onun da zarfa konulacağını düşündük, ama halen hayatta idi.
– Peki şimdi de sağ mı?
– Hayır, komutanım, ruhunu vermesi için ona yardım ettik.
– Kim emretti?
– Ben yoldaş albay.
– Kime?
– Besik’e.
– Soyadın?
– Yedek rota başçavuşu Mironov, yoldaş albay.
– 10 gün askeri hapishane!

Albay Şelkov komutanının cesedine yaklaştı ve kemerlerin çözülmesini emretti, öldürülenin önünde çömeldi ve şöyle dedi: "Aman Tanrım! Neler yapılıyor? O da bir zamanlar insandı."

Bize dönerek ‘Tanıyan biri var mı?’ diye sordu.
Herkes asık suratla sustu, çünkü hiç kimse bu ani sorunun ne deşeceğini bilmiyordu.

– Neden susuyorsunuz? O sizinle idi. Kim o? Nereden? Soyadı nedir?

Sonunda gücümü topladım ve cevap verdim:

– Arabada giderken bizleri beraber tutukladılar. O savaşmadı, o bölgemizin komutanı idi ve benden kendisini yakın köye götürmemi istemişti. Kontrol noktasında bizi durdurdular ve Mozdok’a götürdüler.

  Anlattığın masal yeter – savaştı, savaşmadı- bunun şimdi ne anlamı var? Ceset diğerleri ile beraber Nadtereçnıi belediyesine gönderilecek. Soyadı nedir?

Bir sonraki sorudan korkarak ‘Emirhaciyev’ dedim.

– Senin değil. Komutanın soyadı ne?
– Banjayev Vaha Baayeviç.
– Dördünüz onu alın ve içeri götürün. Üzerine bir şeyler giyin. Yetişemediğim için çok üzgünüm, yoksa o da evine sağ giderdi. Bunlar için Caharkale’den buraya geldim, onu tanıyorum, onu değiştirmek için iznim var. Dudayev’in isteği üzerine buraya geldim…

Albayın anlattıklarından, Şelkov komutanı Banjayev’in Mashadov’un elinde olan bir subay ile değiştirilmesi gerektiğini anladık.
Tüm bu yaşananlardan sonra bizi, 48 rehineyi değiştirmek için Gerzel köyüne, asma köprüye getirdiler, esir askerlerle değiştirdiler. Değişme işi bittiğinde nehrin diğer tarafında köprünün üzerinden akrabalarımı gördüm, onların yanında ise Banjayev komutanın karısı ve erkek kardeşi duruyordu. Kısa bir süre sonra etrafımız büyük bir insan kalabalığıyla doldu, herkes kaygıyla elindeki fotoğrafı göstererek soruyordu:
"O sizinle miydi?”, “Bizimkini gördünüz mü?”, “Bununla karşılaşmadınız mı?"

Banjayev’in karısı ve erkek kardeşi sabırla bir kenarda beklediler ve yakınları kaçırılmış olan, gözlerinde bir inanç beliren zavallı annelerin, eşlerin ve diğer kalanların sorularının bitmesini beklediler. Allahım! Orada, cehennemde ne kadarı kaldı, galiba onlar hiçbir zaman dönemeyecekler! Sadece Allah biliyor, onların yaşayıp yaşamadığını. Benim hesaplarıma göre, Mozdok ‘esir kampında’ yaklaşık 800 kişi kaldı.
Komutanımızın ölümünü nasıl anlatacağımı düşündüm. Ve işte korktuğum azap verici zaman geldi…

– Essalamualeyküm!"
Banjayev Vaha’nın ağabeyi selamlaştı. Onun takındığı sükunet beni üzdü ve gözlerimde gözyaşları görüldü. Ancak Banjayev’in ağabeyi bana sarıldı ve uyardı:
– Burada karısı var, topla kendini. Öldürüldüyse eğer, o bunu bilmemeli. Ona bir dahakine değiştirileceğini söyle. Sessizce söylemeyeceğimi söyledim. Yapamam. Çünkü o yirmi beş kişinin arasında vurulmuştu. Ve aceleyle ona, kardeşinin nasıl acımasızca işkence edildiğini ve dövüldüğünü anlattım. O gezilere hiç çıkmadı sayılır, onu gençler hücreden taşıyordu, çünkü namussuz Ruslar hakkından gelmişlerdi, yine de hiçbir zaman bezmedi ve diğerlerine de müsaade etmedi. En korkunç dakikalarda bile Vaha’nın yedeğinde şakaları, hatta kendilerine denenen işkenceler hakkında şakaları vardı. İşte hücredeki gençler onu yaklaşık bu şekilde dört ay korudu, ama sonuna kadar koruyamadı. Onu, 25 kişiden biri olarak gece ‘esir kampından’ aldılar ve vurdular.

Vaha’nın kardeşinden başka hiç birine komutanın yaşadığı korkunç şeyleri anlatmadım;
Tırnaklarının altına iğne yapıldığını, tırnaklarını çektiklerini, elektroşok uyguladıklarını, köpeklere yedirdiklerini, kulağını kestiklerini. Onun bilinçsiz bir halde iken kendisini bu kabustan kurtarmamızı bizden isteyişini hiçbir zaman unutamam. Ama bizler ne yapabilirdik? Sadece Allah insana hayat verir ve alır. İçimizden hiç biri hiçbir zaman Allah’ın bu özelliğini üzerine almaz.
Birden bana bakan bir bakış hissettim ve döndüğümde komutanın karısını gördüm. Emin olmayan adımlarla bize yaklaştı ve sessizce sordu:
– Af edersiniz, Vaha’nın eşiyim, sizinle tutuklanmıştı. Hayatta mı? Başına ne geldi, sadece doğruyu söyleyin?
– Onunla ilgili bir şey söyleyemem. Onu beraber Petigorsk’a gönderilirken bir ay önce görmüştüm.

Ama o bir daha, bir daha soruyordu, benim ise onun sorularını dinlemeye daha fazla tahammülüm yoktu ve bildiğim her şeyi kaynına anlattığımı söyleyerek ayrıldım, yakınlarımın yanına gittim. Aksi takdirde görüntümle gerçeği ifade edebilirdim. Ama onun soruları bir hafta boyunca devam etti. Daha sonra cesedi verilmediyse bile Vaha Banjayev’in cenazesinin yapılacağını duydum. Federaller cesedin verilmemesi ile ilgili olarak, savaşın henüz bitmediğini ve bu konuyla ilgili yukarıdan bir emir almadıklarını söylediler. ‘Esir kampında’ beraber olduğumuz arkadaşlarımla cenazeye gittik.

Banjayev ailesinin bahçesinde çok sayıda insan vardı ve konuşulanlardan anladık ki, ağabeyi cesetle birlikte henüz Znamenski’den dönmemişti. Vaha’nın amcasına yaklaştım ve üzüntülerimi ifade ettim, bildiğim her şeyi ona anlattım. Sözlerimi hapis arkadaşlarım Valid ve Has-Magomed de doğruladı. Tanıdığım bir albayın Vaha’nın cesedinin Petigorsk’da bulunan ‘Belıi Lebed’ hapishanesi mezarlığında defnedildiğini söylediğini anlattım. Vaha’nın ağabeyinin bunları, halen kocasının yaşadığına inanan yengesini korumak için kimseye söylemememi istediğini anlattım. O, kocasının ölümünü kabullenemiyordu ve Allah’a sakat da olsa eve sağ olarak dönmesi için dua ediyordu.

Amcanın talebi üzerine kendisine anlattıklarımı orada bulunan cemaate de anlattım. Bahçede etrafa yayılan kadın çığlıkları duyuldu. İnsanlar toplanmaya başladı. Yeniden onun ölümü hakkında sorular tekrarlanmaya başladı. Rus askerlerinin acımasızlıkları hakkında anlattıklarımıza kimse kayıtsız kalmadı. Onların hepsi çocuklar gibi gözyaşlarını saklamadan ağladı. Dağlılarda erkeklerin ağlaması kabul edilemez, ama o gün kimse bu gözyaşlarını kınamayı düşünmüyordu.

Daha sonra Vaha’nın hayatta iken nasıl neşeli ve hayat dolu olduğu, iyi ve başkasının acısını hisseden biri olduğu hatırlandı. Onu tanıyan hiç kimse onun trajedisine kayıtsız kalamazdı. Hiç kimse onun ölümüne inanmak istemiyordu. Allah’ım, sevdikleri ve değer verdikleri insanları ölenlerin acılarını görmek ne kadar zor ve acı verici…
Vaha’nın ablası, erkek kardeşinin kendisine Vaha’nın üzerinde fotoğrafı bulunan 1920 nolu ölüm raporunu gösterdiğini, ancak cesedi eve getirinceye kadar bunu kimseye anlatmamasını emrettiğini anlattı. Onun sözlerini Vaha’nın eşi Ayza’nın yanında duran büyük erkek kardeşin eşi Leyla da doğruladı.
Ayza şunları söyledi:
– Kocam ölümden korkmuyordu. O korku bilmeden, hayatını riske attı, iyi kalpli ve insanlara karşı iyiydi. Sadece çocuklarının onun sıcaklığını az gördüklerine üzülüyorum.  Her zaman dışarıda idi ve çocukları onu çok az gördü. Sabah erken gitti, gece çocuklar uyuduktan sonra  döndü. Ailesi ve kendisi için ayıracak zamanı yoktu, ama hayatımı sonuna kadar hatırlayacağım güzel çok şey var ve bunları çocuklarına vereceğim. Onu her hatırladığımda ondan gelen iyilik ve sıcaklığı hissedeceğim.

Burada onun sözlerini elbisesini çekiştiren küçük oğlu kesti:
– Anne, herkese babamın hayatta olduğunu söyle, herkes evine gitsin!

Küçük oğlunun söyledikleri zavallı kadını öyle şaşırttı ki, ilk kez kendini tutamadı ve hüngür hüngür ağlamaya başladı. Ayza utanmadan, kaybının acısını gizlemeden ağlıyordu. Bu arada herkes erkek kardeşten gelecek haberi bekliyordu. Ağladılar, konuştular, ama beklediler. Herkes bekliyordu; onun ölümüne inanan inanmayan herkes bekliyordu.

O gün eve dönerken yolda tanıdığım birinde korkunç bir haber duydum, Banjayev yaşıyordu ve Nalçik’te hastanede idi, bunu da Devlet Duma milletvekili Sergey Kovalev söylemişti. Bu habere öyle şaşakalmıştım ki. Çünkü biz onu ölü olarak havuza götürmüştük. Ertesi gün sabah erkenden Banjayevlerin evinde idim, sevindirici haberi ilk onlara söylemek istiyordum. Eve henüz varmamıştım ki, bahçenin önünde bir cip durdu, beyaz, kapılarında kızıl haç ve üzerinde ‘Cenevre-  ICRC’ yazıyordu. Arabadan Vaha’nın ağabeyi ve beyaz önlüklü insanlar indi. Herkes şaşkınlıktan donakalmıştı. Sonunda sessizliği beyaz önlüklü bir kadın bozdu. Cenevre’den gelen misafirlerin aracının etrafını çevirenler üzerinde göz gezdirdi:

Kadın, ‘Vaha’nın hayatta kalacağını söylemek henüz erken. Halen yoğun bakımda, komada, ama hayatta’ dedi. Büyük ağabey de ekledi:
– Vaha yol ağzında bulunuyor; Allah’a mı, bu kirli dünyaya mı?

Çok anlamlı bu cümleyi söyledikten sonra kalabalığa döndü ve ICRC’den gelen misafirlere ikramda bulunmaları ve dinlenmelerine izin vermelerini istedi, çünkü onların önünde uzun yol vardı. Kafkasya misafirperverliği uzun süre bekletmedi, misafirler bir saat sonra yeniden yolda idi, yemeklerini yemiş ve dinlenmiş olarak. Ayza da onlarla gitti, çünkü kocasının yanında hayata dönmesinde kendisine yardım edecek bir yakının olması gerekiyordu.
Vaha’nın bahçesinde ise insanlar Allah’ın rahmetinden konuşuluyordu. Sözü köyümüz Mehk-Khel’in başkanı Yusup Haciyev aldı:
– Büyük yaratanını rahmetini unutarak ruhunda Vaha’yı defnedenler için bugün ders olacak. Allah dualarımızı duydu! Vaha her zaman hayat sever biri olarak farklıydı. Allah’a Şükür!
Ayza Banjayeva anlatıyor:
– Caharkale’den Nalçik’e Kızıl Haç doktorları ile gittiğim yol sonu gelmez uzun geldi. Sık sık yolcu arkadaşlarıma daha çok mu gideceğiz diye sordum. Yolda durdurulduğumuz ve belgelerin uzun uzun incelendiği kontrol noktaları çok zaman aldı. Nalçik’e ulaştığım gibi anında kocamın kendisine geldiği, şimdi uyuşturucu ilacın etkisiyle uyuduğu yönündeki sevindirici haberi aldım. Yoğun bakıma doktorlar almadı. Kocamın yanına göndermeleri için doktorlara yalvardım, onu bulana kadar geçen dört ayda o kadar çok şey yaşamıştım ki, eğer beni yanına almazlarsa yeniden kaybedeceğimden korkuyordum. Ama doktorlar şöyle dedi:
– Dört ay bekledin, şimdi bir dün daha bekle, onun hayatı artık tehlikede değil.

Ama kaynımın duruşundan gördüklerimden, her şeyin bana anlattıkları gibi olmadığını, hayati tehlikesinin olduğunu düşünüyordum.  Bunun için de ısrar etmeye devam ettim:
– Göz ucuyla bile olsa onu görmeme müsaade edin!
Ve doktorlar dayanamayarak yanına girmeme müsaade ettiler. Vaha yatakta yatıyordu, oksijen maskesiyle zor nefes alıyordu, her yerinde aletler vardı. Tamamen hareketsiz yatıyordu. Yüzünü seçemiyordum, başı hep sargılıydı.
Onu bu halde görünce bilinçsizce dizlerimin üzerine düştüm, uyandığımda devlet hastanesi yolunda idim. Kalp krizi geçirmiştim, şimdi benim hayatım da pamuk ipliğine bağlıydı. Aynı gün, 26 Nisan 1995’de Vaha, Sergey Kovalev’in isteği üzerine başka bir isimle Moskova’daki Burdenko hastanesine götürüldü.
Şimdi komutan Banjayev’in hayatı için Moskovalı doktorlar mücadele ediyordu. Vaha’nın barometrik hücrede geçirdiği 18 gün, Profesör V. A. Nagin ve diğer doktorların cerrahi müdahalesi olumlu sonuç verdi. Ama maalesef, felç geçmedi.
Vaha Banjayev anlatıyor:
– Barometrik hücrede veya kabusta, yarı sarhoş bir durumda, hiçbir şey hissetmeden geçirilen günler sıkıcı: Ne el, ne ayak, ne baş, tamamen baygınlık. Bazen sanki çok uzaklardaymışım, ıssız bir adadaymışım gibi bir his ortaya çıkıyor. Beden tamamıyla tıbbı cihazlarla kaplanmış. Göbeğe bağlı hortumlar, burundaki boru, kalbin çalışmasını kontrol eden cihazlar. Sargıyla sarılmış, baş, eller, bantlı karın.
Ben kimim, ben neyim? Neler oluyor bana? Beynin kayıtsız durumu, etraftaki her şeye kayıtsızlık. Galiba yeni doğanlar bu tür bir durumda oluyor. Gözlerimi açtığımda ve ışığın gri ışını yüzüme düştüğünde ilk aklıma gelen: acaba bu hayata yeniden dönüş mü? Her şeye rağmen yaşamak güzel! Kafama hayatımdan kesitler hızla geldi. Savaş, Çeçenya, aile, erkek kardeş, kız kardeşler. Ama onların hepsi nerede? Onların başına ne geldi? Onların yüzleri bile hafızamda inanılmayacak bir zorlukla üzüntüyle ortaya çıktılar. Galiba başımda sorun var. Işığın ışınlarını da zar zor görüyorum, galiba görmem de bozuldu. Ne oldu? Ellerim ve ayaklarım neden hareket etmiyor? Bunların hepsi ne demek anlasaydım. Birileri yaklaştı, bunlar kadın, bir şeyler konuşuyorlar, ama onları duymuyorum. Galiba yeniden uyudum. Birkaç gün daha uyudum, bu kaçıncı kez oluyor. Sonunda tamamen bilincim yerine geldiğinde, etrafımda aynı doktorları gördüm. Onlar çoktu ve hepsi benim hakkımda konuşuyordu, sonradan anladım.
– Bizler elimizden geleni yaptık. Yaşayacak, diğer zamanlarda tedavi edilecek. Felç bir-iki sene sonra geçecek. Yürüyecek!

Ama ben yine de konunun ben olduğumu anlamadım ve sordum:
– Ben sizi hiç anlamıyorum.
– Burada anlayacak ne var? Tekrarlamayı sevdiğiniz, diğer dünyadan sizi geri getirdiler. Bizler sizi yeniden hayata döndürmek için mümkün olan her şeyi yaptık, geri kalan size bağlı.
Teşhis durumu kritik:
– Beyin travması, beyin zarı zarar gördü. Ciddi ağrılar olacak. Şimdilik sizi yedi gün, Prof. Nagin hakkınızda karar verene kadar narkoz altında tutacağız.

Doktorlar, ameliyat edilmem sonucuna ulaştılar. Göz doktoru ısrar etti. Aynı gün akşam saat 7’de ameliyata aldılar.
– Keyfiniz nasıl? Size iğne yaptılar mı?
Ne iğnesinden söz ettiklerini önce anlamadım, ‘evet’ cevabı verdim, ama daha sonra ‘hayır’ diye başımı salladım.
– Size iğne yaptılar mı, yapmadılar mı?
Baş hareketiyle ‘hayır’ dedim.
– Hareket başlıyor, görünüşünüzden narkoz aldığınız belli. Sayın, ona kadar ve sonrasını sayın. Ama ben artık bir şey duymuyordum. Kendime geldiğimde anlamıştım ki, ameliyat bitmişti, ama halen hiçbir şey görmüyordum, sadece bir yerlerden beyaz bir ışık. Uzaktan-uzaktan duydum: Üç-dört ay sonra her şey yoluna girecek, sonra bana döndü ve sesin sahibi şöyle dedi: "Sizi bir hafta sonra tabucu edeceğiz."
– Nereye? Kime? Bir şey anlamıyorum. Kendimi bilmiyorum. Ben kimim?
– Hafızanız yerine gelecek, korkmayın.
– Belgelerim nerede?
– Hiçbir belgeniz yok, sizin kim olduğunuzu da bilmiyorum. Benim için sadece bir hastasınız.
– Peki kim olduğumu kimden öğrenebilirim?
– Şimdilik hiç kimseden!
– Bana ne yaptınız?
– Her şey sizin hayatta kalmanız için!
– Başım çok ağrıyor.
– Evet, daha çok ağrıyacak.

Bir hafta hızlı geçti.

‘Dudayev’ toplanın, sizi eve, Caharkale’ye götürecekler.

Nedense Dudayev olmadığımı biliyordum, ama neden beni böyle çağırıyorlar, bir türlü anlamadım.
– Siz kimlik olarak Dudayev olacaksınız. İsim elbette Cohar olmayacak, siz onu tanıyor musunuz?

Ama Cohar kim hatırlayamadım ve onunla ne ilgim olduğunu anlayamadım. Beyin her şeye tamamen kayıtsızdı. Kafamda uzak bir yerlerde zamanla bana açılacak bazı sırların olduğu düşüncesi meydana geldi. Çok kısa sonra. Ama ne zaman? Ve nerede? Ve bana ne olmuştu?
Herkes nedense hakkımda şöyle konuşuyordu: "Elbisesiyle doğdu, uzun süre yaşayacak!"
Tüm bunlar ne demek diye sordum.
– Zaman, zaman lazım arkadaş, her şey yerine gelecek, sadece savaş bitseydi!
– Hangi savaş? Neden hiçbir şey hatırlamıyorum, ne oldu bana?
– Eve gidersen, her şeyi hatırlarsın, ama hemen değil elbette. Yavaş yavaş…
Sabah uçak Nalçik’e indi ve beni küçük bir çocuk gibi koluma girerek uçaktan indirdiler.
CHPRSS/ÖZ/FT

Zarema Ashabova